Yeni liberalizmle birlikte "sosyal devlet" anlayışının fiilen ortadan kalktığını, uygulamada sadece sermayenin ihtiyaçlarının göz önüne alındığını ve iş güvencesinin giderek işyeri güvencesine dönüştüğünü savunan Müftüoğlunun görüşleri şöyle:
1980den günümüze Türkiyede önemli yapısal-toplumsal dönüşümler gerçekleşiyor. Günlük yaşantımızı ve çalışma yaşamını tepeden tırnağa değiştiren tüm bu değişiklikler, söylendiği gibi küreselleşmenin bir sonucu mudur? Bu süreçten olumsuz etkilenen toplumsal kesimler üzerindeki sonuçları nedir?
Türkiyede 1980li yıllar ile başlayan değişim ve yeniden yapılanma süreci esas olarak, 24 Ocak Kararları ile uygulamaya konulmuş ve 12 Eylül darbesinin hazırlamış olduğu koşullar içerisinden fiilen yaşama geçirilmiştir.
24 Ocak Kararları ile getirilmek istenen, kapitalist sistemin 1970li yılların başlarında içine girmiş olduğu krizden çıkışın çaresi olarak kabul gören yeni-liberal politikaların Türkiyede uygulanmasıdır.
Ancak, 1980 yılının siyasal ve toplumsal yapısı içerisinde, başta işçi sınıfı olmak üzere hemen tüm toplum kesimlerindeki politik duyarlılık, sermaye dışı toplum kesimleri için bir çok kazanımın geri alınmasını ifade eden, yeni liberal politikaların yaşama geçirilmesini engellemiştir.
Bu nedenle, 24 Ocak Kararlarının üzerinden henüz sekiz ay geçmişken, 12 Eylül darbesi gelmiştir. 12 Eylül darbesi ile birlikte, başta sendikal hareket olmak üzere tüm toplumsal muhalefet en sert biçimde baskı altına alınmıştır. Başta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve DİSKe bağlı sendikalar olmak üzere bir çok sendika kapatılmış ve sendikacılar mahkum edilmiştir. Sendikalar dışında toplumsal muhalefete öncülük yapan sol parti ve örgütler de yine sendikaların ve sendikacıların akıbetine uğramıştır.
Bu baskı ortamı içerisinde de uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bu yeni liberal değişim süreci yaşama geçirilmiştir.
Kapitalist sistemde yeni bir birikim modelini de ifade eden yeni liberalizmin temel hedefi: Üretimin yeniden biçimlenmesi bağlamında, uluslararası pazarın genişlemesi ve ihracatın arttırılması, artık değeri yükseltmek üzere ucuz işgücü bölgeleri bulunması, emek sürecinde verimliliği arttıracak yeni örgütlenme biçimleri ve teknolojik değişiklikler ile yeni üretim alanları bulmak gibi yeniden yapılanma olarak da nitelenebilecek çabaların ön plana çıkartılmasıdır.
Yeni liberal politikaların uygulanması ile birlikte, sermayenin küreselleşmesi, yoğun teknolojik değişim, üretim tekniklerinin yeniden organize edilmesi ve finansal yeniden yapılanmayı içeren bir uyum sürecine girilmiştir. Böylelikle de kapitalist girişimin yeni hedefi olan üretim sistemlerinde esneklik büyük önem kazanmıştır.
Üretim sistemlerinin esnekliği, çalışma ilişkilerinde emekçilerin yüz yıllar süren mücadeleleri sonucunda elde edilmiş olan bir çok kazanımın ortadan kaldırılması ve emek sürecinde kontrolün bütünüyle sermaye sahibinin eline geçmesi anlamını taşımaktadır.
Öte yandan, üretim sistemlerinin esnekleşmesi ile birlikte, emeğin ve istihdamın yapısı da önemli biçimde değişmektedir.
Bu bağlamda, aynı işyerinde aynı işi yapan işçiler, farklı çalışma statülerinde (örneğin; kısmi süreli çalışanlar, çağrı üzerine çalışanlar, sözleşmeli çalışanlar vb), farklı çalışma sürelerinde çalışmaktadır. Öte yandan, performans değerlendirme gibi sistemlerle, emekçiler birbirleri ile rekabet içerisine sokulmaktadır. Tüm bunlar, işçi sınıfının kendi içinde tabakalaşmasına neden olmaktadır.
Bu da işçilerin birlik ve dayanışmasının azalmasına dolayısı ile de sendikal örgütlenmenin azalmasına neden olmaktadır. Örgütlenmenin azalması ile güç kaybeden sendikalar ise işçi sınıfı hareketinin daha da zayıflaması anlamına gelmektedir.
İşte, önümüze "çağdaşlaşma" olarak getirilen koşulların temel amacı, emek sürecinde artı değeri, yani sömürü düzeyini daha da arttırmaktır. Böylece, sermaye merkezileşerek büyürken emekçiler, sürekli işsizlik tehdidi altında daha fazla yoksullaşacaklardır.
4857 sayılı İş Kanunu işverenler tarafından "çağdaş bir yasa" olarak değerlendirilmektedir. Eylem ve etkinliklerle karşı duruşu örgütleyen sendikalar ise çağdaş olmamakla suçlanmaktadır. İş kanunundaki güçsüzü koruma felsefesinin terk edilmesini çağdaşlık olarak adlandırmak mümkün müdür?
Sermaye dışı toplum kesimlerinin aleyhine olan diğer düzenlemeler gibi 4857 sayılı Kanunun hazırlık ve yasama sürecinde de "çağdaşlık" kavramı kullanıldı. Eğer, uluslararası sermayenin yönettiği ve yönlendirdiği kurumların (DTÖ-Dünya Ticaret Örgütü, IMF-Uluslararası Para Fonu, DB-Dünya Bankası, AB-Avrupa Birliği vb.) kendi çıkarları doğrultusunda tasarladıkları "dünya düzenini" kayıtsız şartsız benimsiyorsanız, getirilen düzenlemeleri "çağdaşlık" olarak kabul edebilirsiniz.
Bu bağlamda, diğer sorunuzda da değinmeğe çalıştığım gibi emek sürecinde ve buna bağlı olarak da tüm toplumsal düzende kontrolün tamamen sermayenin eline geçmesini, sömürü düzeninin daha da artmasını, işsizliğin, yoksulluğun ve açlığın daha da yaygınlaşmasını "çağdaşlık" olarak görebilirsiniz.
Çalışma yaşamını bütünüyle esnekleştiren yeni İş Kanununu işveren kesimi ve onun yandaşları "çağdaşlık" olarak gördüler. Bana kalırsa bunda da çok haklılardı. Gerçekten, bu yasanın işverenlere sağlayacağı çıkarları düşününce "çağdaşlık" kavramı bile yetersiz kalır.
Ama emekçiler ve emekten yana olan kesimler için bu yasal düzenleme "çağdaşlık" değil, tam anlamıyla "çağdışı"lıktır. Çünkü bu yasa ile getirilen, emekçilerin 19. Yüzyıl koşullarından çok daha kötü şartlarda çalıştırılmaya mahkum edilecekleri anlamını taşımaktadır. Yani emekçiler için bu yasalar iki yüzyıl geriye dönüş demektir.
Emekçiler için böylesine olumsuz olan bir yasanın çıkartılmasına karşı sendikaların almış oldukları tavrı çağdaş olmamak diye değerlendiremeyiz tabii ki. Böyle bir yasaya en etkin biçimde karşı koymak işçi sınıfının temsilcisi olan sendikaların en önde gelen görevidir.
İş Kanunun çıkartılma sürecinde sendikaların konumunu değerlendirmek gerekirse, burada söylenecek çağdaş olmamak üzerinden değil, tam aksine sendikaların yasaya karşı yeterli muhalefeti gösteremedikleri üzerinden olmalıdır.
657 sayılı yasa ile çalışma koşulları düzenlenen memurların önemli bir bölümü, İş Kanundaki değişikliklerle eş zamanlı olarak getirilmek istenen yeni "kamu personel rejimi" ile işçi ve sözleşmeli personel statüsüne geçirilmek istenmektedir. Bu yasal düzenlemeler ile nasıl bir çalışma yaşamı hedeflenmektedir?
Yeni liberalizm bir taraftan üretim süreçlerinde esnekliği getirirken, diğer taraftan da "sosyal devlet" olgusunu ortadan kaldırmakta ve kamu hizmetlerinin bütünüyle piyasalaşmasını öngörmektedir. Bu bağlamda, kamu eliyle sunulan üretim ve hizmetin hiçbir farkı kalmamakta ve kapitalist emek sürecinin tüm kuralları kamu emekçileri için de geçerli olmaktadır. İşte bu nedenle, kamu hizmetlerinin sunumunda geçerli olan emek süreci de esnekleştirilmektedir.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 1475 sayılı İş Kanunu gibi fordist üretim sisteminin ve sosyal devlet anlayışının geçerli olduğu bir dönemde çıkartılmıştır. Bu nedenle, 657 sayılı yasa, kapsamında yer alan emekçiler için oldukça gelişmiş düzeyde iş güvencesi sağlamaktadır. Bu da yeni liberalizmin öngördüğü çalışma koşulları için oldukça "katı" olarak görülmektedir.
Bu katılığın ortadan kaldırılması ve kamu hizmeti sunanların da diğer emekçiler için gerçekleştirilen düzenlemelere tabi olması hedeflenmektedir. İşte bu nedenle, IMF, Dünya Bankası ve ABnin de dayatmaları ile kamuda çalışmayı esnekleştirmeyi içeren "kamu personel rejimi" en kısa sürede yasalaştırılacaktır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, 4857 Kanunun kabulünün ardından yaptığı konuşmada, yasanın "Ne bir kölelik yasası ne de angarya yasası" olduğunu bildirerek, "Bu yasa, dünyadaki gelişmelere Türk çalışma mevzuatının uyarlanmasıdır" dedi. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Sayın Bakanın, bu yasa ile Türk çalışma mevzuatının dünyadaki gelişmelere uyarlandığı yönündeki düşüncesine katılıyorum. İlk sorunuzda da belirtmeye çalıştığım gibi bugün getirilen düzenlemeler, 1970lerden bu yana kapitalist ekonomilerde uygulana gelen politikaların bir parçasıdır. Bu nedenle yasanın; kapitalist sistemin uluslararası örgütlerinin ikili ya da çok taraflı sözleşmeler yoluyla dayattığı koşullarda, Türkiyenin kapitalist sisteme uyumunu hedeflediğini söylemek yanlış değildir.
Ancak, Bakanın bu yasanın bir kölelik yasası olmadığı yönündeki düşüncesine katılmıyorum. Zira, daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi bu yasa, çalışma yaşamını, "vahşi kapitalizm" olarak tanımlanan döneme geri götürmektedir. İşsizliğin, yoksulluğun giderek yaygınlaştığı günümüzde yasa ile getirilen düzenlemeler, emekçileri bütünüyle sermayeye bağımlı hale getirecektir. Bunu da "kölelik" dışında başka bir kavramla tanımlayamayız. Hatta, ilk çağlarda sahiplerin kölelerin ve ailelerinin korunmasından da sorumlu olduğu düşünüldüğünde, mevcut düzenin kölelikten daha da kötü koşulları getirdiğini söylemek abartılı olmayacaktır.
Çalışanların son yirmi yıldır en önem verdikleri talep olan iş güvencesinin, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı biçimde tüm çalışanları kapsayan bir hak olmaktan çıkarılarak etkisiz kılınması, "iş güvencesi" yerine "işyeri güvencesinin" alternatifi haline getirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Daha önce de söylediğim gibi yeni liberalizmle birlikte "sosyal devlet" anlayışı fiilen ortadan kalkmıştır. Anayasada "sosyal devlet" kavramının yer alması hiçbir şey ifade etmez. Kaldı ki yakın bir zaman da Anayasadan bu ifadenin bütünüyle kaldırılması da sürpriz olmaz. Artık uygulamada olan tek bir Anayasa vardır, o da sermayenin ihtiyaçlarıdır. 1980den bu yana tüm hükümetler bu Anayasanın gereklerini yerine getirmektedir. Böyle bakınca, iş güvencesinin, işyeri güvencesine dönüşmesini de yadırgamamak gerekir. (BB)