Tanınmış toplumbilimcilerimizden Niyazi Berkes, "200 Yıldır Neden Bocalıyoruz" adlı önemli çalışmasında, Osmanlı'nın 19. yüzyıldaki siyasal atmosferinin çerçevesini çizer ve bir yerde şu tanımlamayı yapar: O zamana dek yapılan reform denemelerinden toplumun kökten değişmesi anlaşılmıyordu.
18. yüzyılda Batı'dan bazı şeyler alma zorunluluğu kabul edildiği zaman bu, ortaçağ düzeninin bırakıp yeni bir toplum düzenine geçmek anlamına gelmiyordu. Aksine, bunlar hâlâ ideal sayılan eski düzene dönmek için devleti güçlendirme önlemi olarak görülüyordu. Ortaçağ uygarlığının sevgili kavramlarından olan "nizam" düşüncesi kafalara o kadar egemendi ki, daha sonraları ıslahat ve yenileşme rejimlerine bile bu sözcük ile ilgili adlar veriliyordu: "Nizam-ı Cedid", "Tanzimat", "Kanun-i Esasiye".
Berkes'in doğruluğu tartışılmayacak nitelikteki bu tanımlaması, dönemin yöneticilerinin toplumsal ve ekonomik sorunlara yönelik çözüm arayışlarının niteliğini gösteriyor. Dikkatli bir bakışla, aynı düşüncenin mimarlığın kimi alanlarında, özellikle padişaha ait yapıların onarımı söz konusu olduğunda da geçerli olduğunu görebiliyoruz.
Klasik dönem Osmanlı Sarayı: Topkapı |
Biraz daha açmak gerekirse, Cafer Çelebi, ünlü yapıtı Risale-i Mimariye’de, Sultan III. Murad döneminde, Kabe'nin onarımı için görevlendirilen Mimar Sinan'ın, yapının duvarlarını bir kuşakla çevirme isteğinin dönemin ileri gelen din bilginleri tarafından "vaz'i kadime taarruz temek ol kadar emf-i müstahsen değildir" sözleriyle geri çevrildiğini belirtir. Kısacası Çelebi, dönem ulemasının, yapının karakterini bozacak eklemelerin iyi olmayacağı düşüncesini aktarır. Başka bir belgede de "Devlet-i Aliyyenin esas kararı, Ebniye-i Mübareke'nin (kutsal yapıların) onarımında heyet-i asliyesini bozmadan, kadimi veçhile (aslına uygun olarak) yapılması" gerektiği ve bu konuda bir padişah emri olduğu belirtilir. (*)
Tarihsel yapıların restorasyonuyla ilgili günümüz tartışmalarını düşünecek olursak, bu tanımlamalar daha da ilginç bir hal alıyor. Kutsal yapılar için geçerli olan bir kural, tarihsel süreç içinde, din ve devletin temsilcisi ve Hz. Muhammed'in ardılı olan Osmanlı padişahının tüm yapıları için geçerli kılınmış. Üstelik bununla da yetinilmemiş ve kurala uymayanlar hakkında soruşturma da açılmış.
Cengiz Bektaş, "Koruma Onarım" adlı çalışmasında, Osmanlı yönetiminin tarihsel yapılara karşı takındığı tutuma örnek olarak şu iki belgeyi sunuyor:
"Eğriboz Beyine hüküm ki
"Eğriboz Kalesi'nde 'Yukarı Kapı' denilen kuleye çıkan merdivenin ayağında bırakılmış olan mermeri, Muhakeme Naibi Galatalı Mehmed'in yerinden çıkarıp kendi kapısının eşiğine yerleştirdiğini bildirmişsin. Şimdi, bu buyruğum sana ulaştığında zaman geçirmeden adı geçen mermeri eski yerine koydurasın."
"Ve Eğriboz Beyine, Atina, Livadiye ve İstefe Kadılarına hüküm ki,
"Saraya bir dilekçe ile başvurulmuştur. Bu dilekçede bölgenizde kimi işlenmiş mermer direkler ve somaki mermerler olduğu belirtilmiştir. Bu mermerleri kimi gayrimüslimlerin yerlerinden alarak, sürükleyip taşıyarak savaş için gelen Hıristiyanlara sattığı haber verilmiştir.
"Bu hüküm elinize geçtiğinde, böl-genizdeki mermer direkleri ve somaki mermerleri bölgenizdeki kendi yerlerinde koruyup Hıristiyanlara sattırmayın."
Soruşturmalara kadar varan bu tartışmalarda önemli bir mimarımızın adıyla karşılaşıyoruz: Vedat (Tek) Bey.
Topkapı Sarayı’na eklenen Mecidiye Köşkü. 19. Yüzyıl yapısı olmakla birlikte biçemsel farklılık yalnızca ayrıntılarda. |
Özetlemek gerekirse, 1900'lü yılların başlarında II. Abdülhamid karşıtı hareketlenmeler doruktadır. Sonuçta 1909 tarihinde Abdülhamid tahttan indirilerek yerine Sultan Mehmed Reşat getirilir. Abdülhamid, 33 yıllık saltanatı boyunca Yıldız Sarayı'nı kullanmış, Dolmabahçe Sarayı boş ve çoğu zaman bakımsız bırakmıştır. Ne var ki Mehmed Reşat, Dolmabahçe Sarayı'nı kullanmak isteyecek ve bakımsız olan sarayın onarılması için Vedat Bey'i ser mimarlığa atayacaktır. Edebiyatımızın ünlü siması Halit Ziya Uşaklıgil, -kimi yorumlara göre İttihat ve Terakki'nin saraydaki ajanıdır- yeni padişahın başkâtibi olarak atanır ve daha sonra o yıllarla ilgili olarak yazacağı anılarında, Dolmabahçe Sarayı'nın nasıl harap durumunda olduğunu ve mimar Vedat Bey'in onarım çalışmalarını uzun uzun anlatır. Ama Uşaklıgil'in anılarında anlatmadığı bir şey var ki o ela şudur; Vedat Bey hakkında bu ona rinalardan biriyle ilgili olarak sorgulama başlatılmıştır.
Bu konudaki belgeler hayli ilginç, Vedat Bey, Dolmabahçe Sarayı'nın yola bakan cephesinde yer alan Camlı Köşk'teki kabartma kuş motiflerini kaldırıp yerlerine çiçek motifli süslemeler koymak istemiş ama bu girişim, kendisi hakkında, Şurayı Devlete (Danıştay) dek uzanacak bir dizi soruşturmaya yol açmıştır. Dönemin Hazine-i Hassa müdürünün soruşturmayla ilgili yazdığı belgeye düştüğü şu cümle, Osmanlı mimarlığında padişaha ait yapılardaki onarımlar için saptanan kuralları göstermesi açısından son derece önemlidir:
Kaybolan Osmanlı saraylarından biri, Kavak Sarayı
"Meban-i Seniye'nin heyet-i asliyelerine halel gelmemek suretiyle icra-i tamiratı, öteden beri müttehas olunan usulü icabatından olduğu cihetle"
Kısacası Hazine-i Hassa müdürü, yapının genel karakterini bozacak onarımlardan sakınılması gerektiğini belirtiyor. Heyet-i Fenniye mimarının sözlerinden tartışmanın sürdüğünü anlıyoruz:
"Saray-ı Hümayunlar tamiratının heyet-i asliyelerine halel gelmemek üzere icrası, Hazine-i Hassaca mütenehhi olduğundan"
Bu belgeye göre onarımların nasıl olması gerektiği konusunda yasalar mevcut ve belgenin devamında Vedat Bey'den savunma isteniyor. Sonuçta Vedat Bey, böyle bir girişiminin olmadığını söylüyor ve onarım aslına bağlı kalınarak yapılıyor.
Tüm bu sıraladıklarımızın, mimarlık tarihimiz adına övünülecek ilkeler ya da yasalar olduğu söylenebilir. Ama yine de bu ilkelerle çelişen sayısız uygulamanın olduğu da bir gerçek. Üstelik garip olan, bu uygulamaların yine Osmanlı saray yapıları için söz konusu olması. Öyle ki eski Beşiktaş, Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları yıktırılarak yerlerine bugün gördüklerimiz yaptırılmış.
Yasaların uygulanıp uygulanmaması hususunda erk, Tanzimat'ın getirdiği tüm yeni düzenlemelere karşın padişahın elindeydi. İlber Ortaylı'ya göre imparatorluk son yarım yüzyılını anayasal bir monarşi olarak tamamlamıştı ve Osmanlı padişahı Halife olduğunu içte ve dışta her zamankinden çok belirtiyor, ilan ediyor ve özellikle dış dünyada bu unvan ve yetkileri sıkça kullanıyordu. Öyle ki padişah, elden çıkan topraklarda bile hukuken dinsel lider olarak tanınıyor, İstanbul camilerinin bazılarında selamlık resmini ifa ediyordu. Şunu da belirtmekte fayda var, Tanzimat Fermanı'nı ilan eden padişah her ne kadar yetkilerinden bir bölümünü bırakıyorsa da, o andaki yönetim biçimine göre, büyük harcamalarla saray yaptırma isteğini önleyecek herhangi bir kurumun varlığı şöyle dursun, kısıtlama yetkisine sahip bir kurum da bulunmuyordu. Cevdet Paşa, Tezakir’de 19. yüzyılın siyasal görünümünü aktarırken bu konuya da değinir ve Ali ve Fuat Paşaların görevlerinden uzaklaştırılmalarındaki gerçek nedenin, her iki paşanın da padişahın yaptırmak istediği yeni saray için "Buna şimdilik gerek yok" demelerinin olduğunu söyler.
Kısaca imparatorluğun yönetim merkezi olmasının yanı sıra padişahın evi olan Osmanlı sarayını oluşturan yapılar topluluğunda, mimarlık ile ilgili herhangi bir eylem söz konusu olduğunda, yetkilerin padişahın elinde olduğu anlaşılıyor. Çünkü konumu ve sıfatı nedeniyle, hiç olmazsa bu alanda kararlan ve kuralları değiştirme yetki ve gücüne sahip olmalıydı. Hiç olmazsa dememizin nedeni, Osmanlı tarihinin kimi çevrelerin çıkarlarına ters düşen kararlar almaya kalkıştıkları için öldürülen padişahların da tarihi olmasıdır. Yoksa yapıların korunmasına yönelik az önce sıraladığımız yasalar ve kurallar dururken bunlara ters düşen böylesi yıkımlara gidilmezdi. Kaldı ki bu konuda, padişahın çevresindeki danışmanların yaklaşımları da dikkat çekicidir. Cevdet Paşa'nın yazdıklarına bakılacak olursa, Sultan Abdülmecid'in Beşiktaş Sarayı'nı yıktırıp yenisini yaptırdıktan sonra, "Beşiktaş Sarayı da pek tekellüflü oldu, daha sadece olabilirdi" sözlerine, imparatorluğun yaşadığı ekonomik sıkıntıya rağmen verilen cevap; "Efendimize göre bu bir şey değil" olmuştur.
Sonuç olarak, Osmanlı mimarlık tarihinde ve özellikle padişaha ait yapılarda onarıma gidilirken, yapılanların aslına sadık kalınmasına dikkat edilmiş ve buna ters düşen eylemlerden olabildiğince kaçınılmıştır. Öyle sanıyoruz ki, yapılacak daha kapsamlı belge araştırmalar ve günışığına çıkartılacak yeni bilgiler ile bu konudaki uygulamaların ne tür yetkileri kapsadığı ortaya konacaktır. Öte yandan, varılacak sonuçlar çok az bilinen bir konuyu, mimar ile yaptıran arasındaki ilişkinin boyutlarını, bu ilişkinin hiyerarşik düzenini açığa çıkaracaktır.
(*) H. B. Gülsün., "Osmanlı Mimarlığı'nda Onarım Yasaları ve Bir Belge", IX. Milletlerarası Türk Sanatları Kongresi, 23-27 Eylül 1991.
N. Berkes., 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz?, Cumhuriyet Yay. istanbul. 1997.
Cevdet Paşa., Tezakir, TTK Yay. Ankara, 1986.
M. Cezan, Sanatta Batıya Açılış Ve Osman Haindi, İş Bankası Kültür Yay. istanbul, 1971.
11. 11. Gülsün., "Dolmabahçe Sarayı ve Mimar Vedat Bey", İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Tarihi Bölümü, yayımlanmamış bilim uzmanlığı tezi, İstanbul, 1990.
Mehmet Selahattin, Bir Türk Diplomatının Evrak-ı Siyasiyesi, istanbul, 1306.
H. Z. Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, İstanbul, 1965.
* Bu yazı Şubat 2003'te Toplumsal Tarih dergisinde “Osmanlı Saray Mimarlığında İlginç Bir Yasa” başlığıyla yayınlanmıştı.