o kadar doğallaşmıştı ki"
GÜLİZAR KESİCİ, Bayrampaşa hapishanesinde 6 bayanın diri diri yakıldığı koğuşta yaşadı 19 Aralık'ı, sonra Bakırköy'e götürüldü. 1996 yılında ölüm orucu direnişçisi olan Gülizar Kesici tahliye edilişinden bir hafta sonra sorularımızı cevapladı.
Kaç yıldır tutsaktınız? Dışarıya dair ilk gözlemleriniz neler?
Gülizar Kesici: 9,5 yıldır tutsaktım. Dışarıdaki değişiklikler oldukça fazla. Bir sürü yeni şeyler var. Hapishaneden tanıdığım birçok arkadaşı 19 Aralık sonrası görmek apayrı bir duygu. Operasyondan uzun bir süre sonrasına kadar birçok arkadaşımızdan haber alamamıştık. Operasyon gecesi erkek arkadaşlarımızla bir araya gelememiştik. Ve sonrasında da görme imkanımız hiç olmadı. Mektuplar bile aylarca engellendi. Şimdi onları görmek, konuşabilmek çok güzel.
Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi'ndeki koşullar nasıldı? Orada da Ölüm Orucu Direnişçileri vardı, en son durumlarını anlatabilir misiniz?
Gülizar Kesici: F tipi koşullarında değildik. Son olarak kaldığımız koşullar koğuş sistemi gibi olsa da F tipi uygulamalar dayatılıyordu. Avukata tek çıkarılma, hükümlülerin avukatlarıyla görüşmesinin engellenmesi, ziyaretlere tek çıkarılma vb. Hapishanenin yapısı böyle bir uygulamaya imkan vermiyor zaten. Ancak F tipi uygulamalar böyle denilerek, asıl olarak bizi aynı mekanda kaldığımız arkadaşlarımızla bile görüştürmemeye çalışıyorlardı. Dayatmaların asıl amacı da buydu zaten.
Bizim kaldığımız yer 15-20 kişilikti. Ancak kapılarımızı kapatıp hemen yanda kalan arkadaşlarla görüşmemiz engellenmek isteniyordu. Mutfak, televizyon vb. ihtiyaçlarımızı giderdiğimiz, birarada bulunduğumuz mekanları kaldırmak istiyorlardı. Kısacası koğuşların olduğu bir mekanda hücreleri yaşatmak istediler. İlk günlerden itibaren bu tür dayatmaların hiçbiri kabul edilmedi.
TEDAVİLER ENGELLENİYOR
Siyasi bayanların bulunduğu iki blok var hapishanede. Birinde (D Blok) operasyon sonrası getirilen bizler vardık, ikinci blokta ise (C Blok) yeni tutuklanan arkadaşlarımız kalıyordu. Bu arkadaşlarla bizim hiçbir koşulda görüşme imkanımız yok, havalandırmalarımız yan yana ama yüzlerini dahi göremiyoruz.
"İmkanlarımız bu kadar" denilerek tedaviler engelleniyor. Araç, asker yetersizliği nedeniyle aylarca hastaneye gitmeyi beklediğimiz oldu. Hastaneye gitmeyi başarabilsek bile bir sonraki kontrole gitmek imkansız. Her hastaneye gidiş öncesi mutlaka idare ile konuşulur, durumun aciliyeti anlatılır, ancak hastaneye gidemeyiz. Bu sorun hala devam ediyor.
Bakırköy Tutukevi'nde Ölüm Orucu 8. ekipte yer alan Şengül Arslan ve Hastanede olan 5. Ekipten Hamide Öztürk var. Şengül'le aynı hapishanedeydik ama yüzünü dahi göremiyorduk. Bir duvar her şeyi engelliyor ve ölüme giden bir arkadaşını görmene dahi tahammülleri yok. Hamide 400. günleri geçti. Fiziki olarak ayakta. Bunu tıbbi olarak açıklamak mümkün değil elbette, asıl güç iradeleri.
Tahliye olmadan önce iki ay kadar Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi'nde Ölüm Orucu direnişçileriyle birlikteydim. Onlarla bir şeyler paylaşabilmenin, tanımanın, yaşadıklarına tanık olmanın coşkusunu yaşadım, direnişçilerimiz bize yaşattılar.
"ZAFER İÇİN ÖLÜME YATTIK"
Hastanede yaşadıklarınızı anlatabilir misiniz?
Gülizar Kesici: Uzun süredir onları göremediğimizden durumlarını mektuplarından öğrenmeye çalışıyorduk. Ve günler ilerledikçe daha da ağırlaşıyorlar diye düşünüyorduk. Hastaneye gittiğimde çok şaşırdığımı söylemeliyim. Çünkü hepsi ayakta ve hareketliydiler. Biz gün hesabına göre artık yataktalar diye düşünürken onlar bir gün daha ayakta kalma çabası içindeydiler. "Atlar gibi dimdik ayakta ölme"ye kilitlenmişti hepsi. Ve bunun için iradelerini sonuna kadar zorluyorlardı. Her şey çok doğal ve yalındı. Günlük yaşamları programlıydı. Birbirleriyle ilişkileri çok sıcaktı. Direnişçi olmanın coşkusunu yaşıyorlar ve yaşatıyorlardı da. Güne birlikte başlıyor, günü birlikte bitiriyorlardı. Yaşamın içindeki her şeyi ortak yapıyorlardı. İçeceklerinin hazırlanmasından ihtiyaçlarının karşılanmasına kadar her şeyde.
Ölüm Orucu direnişçisi olmanın sorumluluklarının bilincindeydiler. "Biz zafer için ölüme yattık" diyorlardı. Yaşam içinde de bunu yansıtıyorlardı. Biz her ne kadar onlar yorulmasın diye düşünsek de direnişçilerimiz mutlaka bir yolunu bulup ihtiyaçlarını kendileri karşılamaya çalışıyorlardı. İradelerini sürekli ayakta tutmanın bir biçimiydi bu da. Yani direnişçi olmak sadece Ölüm Orucu yapmakla sınırlı değildi. Birbirlerine ve bizlere sürekli emek harcamaktı. Yeni bir şeyler öğrenmek, yanındakine bir şeyler katabilmek, kendilerinden sonraya bir şeyler bırakabilmek çabası içindeydiler. Gündeme ilişkin, o güne kadar direniş içinde yaşananlara ilişkin, gelişmelere göre neler olabilir diye sürekli sohbetler ediyorduk.
HÜCRE HÜCRE ERİMEYİ
YAŞIYORLARDI
Hepsinin de neşesi, çoşkusu çok iyiydi. Günlük yaşam içinde değişiklikler çok fazla olmuyor. Günler birbirini tekrar ediyor gibi görünse de direnişçilerimiz yaşamı renklendirmenin yöntemlerini de buluyorlardı. Örneğin mektuplar hastanede çok daha önemli bir yer kaplıyor. Hapishanelerden, dışarıdan gelen mektuplar onların hastane dışındaki yaşamla olan bağları. Mektup aldıklarında hep beraber oturup okuyorlardı. Her mektupta mutlaka yaşanan olaylar, özellikle de şehitlerile ilgili olaylar hatırlanır anlatılırdı. Hastane odasına koca bir dünyayı sığdırıyorlardı gerçekten de. Ve gelen mektuplara cevaplar yazılırken yine birlikteydiler. Kimi zaman yazmakta zorlansalar da bunu da birbirlerine destek olarak, zorlayarak çözüm buluyorlardı. Örneğin mektup günleri yapıyorduk. Hangi hapishanede kimlere yazılacak çıkarıyor, mektup defterlerini elden ele dolaştırarak herkes birer parça yazıyor, tamamlıyorduk.
Ölüm orucu direnişçileri birbirlerinin her şeylerine (belirtiler, sıvı alımında zorlanmalar, uykusuzluk vb.) vakıf olmak, yardımcı olmak konusunda da sahiplenme duygusuyla hareket ediyorlardı. Kimin ne kadar sıvı aldığı her gün sorulmuyor belki ama birbirlerini kontrol ediyorlar, sıvı alımında düşüş olduğunu gözlemlediklerinde birbirlerini uyarıyorlar, yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Tabii bu tür şeyler de sadece "sıvı almalısın" şeklindeki konuşmalarla olmuyordu. Yaşamın doğallığı içerisinde tamamlıyorlardı. Bu küçük bir örnek, ama yaşamlarının tamamında o sahiplenmeyi, coşkuyu görmek mümkündü.
Ölüm Orucundan kaynaklı fiziki değişimlere karşı da oldukça rahatlardı. Hatta yeni bir belirtiyle karşılaştıklarında bunu birbirlerine bir müjde gibi anlatıyorlardı. Onlar için hücrelerinin gün gün ölmesi, ağrılar vb. o kadar doğallaşmıştı ki. Hani normalde eline iğne batar, kanar, ya da kolunu bir yere çarptığında ağrısı olur, direnişçiler de karşılaştıkları belirtilere bu doğallıkla bakıyorlardı. İlk gittiğimiz günlerde ellerinin üzerinde, eklem yerlerinde siyah lekeler oluştuğunu görmüştük. Daha öncesinden böyle bir şeyle karşılaşmadığımızdan ne olduğunu sormuştuk. "Etler çürüyor artık" diyerek o lekelerin nasıl oluştuğunu, sonrasında nasıl döküldüğünü vb. anlatmışlardı. Doğallardı, onlar için sıradandı. Direniş uzun sürecekti ve beyinleriyle birlikte vücutlarını da buna göre yönlendiriyorlardı. Ağrılar, sızılar karşısında bir kere olsun şuram ağrıyor dediklerini duymadım. Bunları yaşayacaklarını biliyorlardı ve kendilerini buna hazırlamışlardı.
Direnişçilerimizle birlikte hastanede olduğum süre içinde Meryem Altun şehit düştü. O günlerde yaşadığımız duygu yoğunluğu elbetteki daha farklı oluyor. Yanında bir arkadaşın an an ölüme yaklaşıyor ve sen o coşkuya tanıklık ediyorsun, onunla paylaşıyorsun, onunla birlikte o anları yaşıyorsun. Bu gerçektende kelimelerle anlatılabilecek bir şey değil.
Şehit düştüğünde yüzünde çok güzel bir gülümseme vardı. Ve bu gülümseme Meryem'i hastaneden çıkarana dek daha da belirginleşti. Kocaman bir gülüş kondurmuştu giderken Meryemimiz. Meryem'in şehitliğinden sonra direnişçilerde acı, hüzün, coşku bir aradaydı. Hepsi Meryem'le birlikte kendi şehitliklerini düşünmüşler, o coşkuyu Meryem'le birlikte yaşamışlardı.
TEK BAŞIMIZA DA OLSA...
Bazı grupların ölüm orucunu bırakmasının yaşamda getirdiği değişiklikler oldu mu?
Gülizar Kesici: Direniş 21 aydır devam ediyor. 21 ay içinde bir çok süreç iç içe yaşandı. En son olarak da bırakmalar. Ölüm Orucunun hedefine ulaştığını söylediler, bunu anlamak zor gerçekten. Çünkü ortada ne bir kazanım, ne de koşullarda, dayatmalarda bir değişiklik var. Aksine artarak sürüyor. O dönem hastanede direnişçilerle birlikteydim. Direnişçiler olabilecekleri tartışıyorlar, kendilerini her türlü zorluğa karşı hazırlamaya çalışıyorlardı. Süreç daha da zorlaşacaktı, bundan sonra da tek başımıza da olsa sonuna kadar götüreceğiz kararlılığındaydılar. Tek düşünülen zaferdi. Şehitlere, ilklerin destanı olan direnişe layık olmaktan, direnişi ileriye taşımaktan başka bir şey düşünmüyorlardı. Öfkeliydiler. Onlarca şehit, yüzlerce gazi, yaratılan kahramanlıklar böylesine bir çırpıda bir tarafa konamaz diyorlardı. Ertesi günü direnişçileri farklı hastanelere sevk ettiler. İktidar bırakanların propagandasını yaparak, tecrit ederek sonuç almak istiyordu. Ama başarılı olamadı.
19 Aralık'ı siz de 6 kadın tutsağın diri diri yakıldığı koğuşta yaşadınız. İnsanların size en çok sordukları da, o gün olsa gerek?
Gülizar Kesici: O gün yaşananlar her insanı derinden etkilemişti. Ve bu etkinin bugün, aradan geçen 19 aya rağmen hala çok sıcak olduğunu gördüm. O gün o vahşeti herkes bizimle birlikte, 20 hapishanedeki devrimci tutsaklarla birlikte yaşamışlardı. İnsanların diri diri yakılması hafızalardan silinecek bir olay değil.
Hastanede askerinden doktoruna ilk sorulan bu oluyordu. "Neden kendinizi yaktınız?" Biz kendimizi yakmadığımızı, yakıldığımızı, 6 arkadaşımızın yakılarak katledildiğini, o günü anlattığımızda inanmıyorlar ya da sadece "acaba" sorusuyla birlikte inanıyorlardı. Bugün için ise böyle bir şeyle karşılaşmadım. Çünkü herşey ortaya çıktı.