Birlikte epeyce çaba harcayıp, on yıl kadar öncesinin olaylarına döndüğümüzde de bulamamıştık o ilk izlenimlerin izini. Sanki bir anda yoğunlaşmış olan ve o yoğunluk içinde geçmişi silmiş bir bağımız vardı. Arkadaşlığımızı kendi irademizin dışında bize 'verilmiş' bir lütuf gibi yaşadık ve tadını çıkardık. Gittiğimiz yerlerde ve dost sohbetlerinde aramızdaki karakter farklılığına karşın ilişkimizin yoğunluğu gündeme geldiğinde Hrant işin keyfini çıkararak konuşmayı durdurur ve, "O benim aklım, bense onun yüreğiyim." derdi.
Dün ben yüreğimi kaybettim... Hrant'ı tanıyanlar değil sadece, onu televizyonda bir kez izleyenler bile, o yüreğin çapını fark etmişlerdir. Hrant'ın gidişine bugün yürek dayanmıyorsa, onun yüreğinin hepimizi kucaklayacak kadar derin olmasındandır. Hrant'ın gücü böyle bir yüreği liderlik vasfıyla, cesaret ve ahlakla bütünleştirmesindeydi. Ama Hrant'ı asıl Hrant yapan şaşırtıcı, birçokları için yadırgatıcı samimiyetiydi. Bu toplumun çoktan kaybettiği, hatırlatıldığında gocunduğu, önüne çıktığında ürktüğü samimiyet... Hrant, bu özelliğiyle hepimize ahlaki bir duruşun ne olduğunu, insanın 'kendisi' olmasının nasıl bir şey olduğunu gösterdi ve gerçekte bize kendi ezikliğimizi hatırlattı. Onu hazmetmek o yüzden kolay değildi. Sırf varlığıyla ve apaçık insani duruşuyla Türkiye'yi utandıran adamdı o...
Öte yandan Hrant'ı izledikçe, yanında oldukça gelen sağaltıcı etkiyi fark eden, insanlığını hatırlamaktan mutlu olan milyonlarla birlikte benim de yüreğim genişledi bu yıllar içinde. Aramızdaki birkaç yaş ve esas olarak karakter farklılığı nedeniyle 'büyük kardeş' olan ben, ailelerdeki ilk çocuğun hafif içe kapanık, ketum, asosyal halinden çıkarak biraz 'küçük kardeş'e benzemeye başladım. Onun kendinden emin, rahat ve en önemlisi haşarı dürüstlüğünden biraz nasibimi aldım. Ancak yüreğim tam genişlerken, şimdi kaybettim o yüreği...
Doğrusu kendimden pek emin değilim artık. Bu ülkeye, bu topluma, buradaki insanlara aynı geniş yürekle bakıp bakamayacağımdan emin değilim. Hrant'ı taşıyamayan, geçmişte her kimlikten isimli isimsiz Hrant'lara layık olamayan, bu toprakların kültürüne yabancı olmasına karşın toprağı isteyen, toprağı öylesine istediği için insanlığını unutan bir toplumda mı yaşıyorum sorusu artık kaçınabileceğim bir soru değil. Hrant, ürkek bir güvercin olmayı kabullenirken, bu topraklarda güvercine dokunulmadığına güvendiğini söylerdi. Ama bu toplum güvercinlere hep dokundu... Onları sürdü, kültürlerini ezdi, düpedüz öldürdü... Bunu en iyi bilenlerden biri de Hrant'tı elbet. Ama ah o yürek... Ah o yürek...
Bende Hrant'ın yüreği yok. Onun için kendimden pek emin değilim artık. Onun kanının yerde kalmadığını, kalamayacağını görüyorum... Çünkü şimdiden sıçradı herkesin üstüne... Hükümet, asker, yargı, emniyet ve benzerlerinden üniversitelere, medyaya ve iş dünyasına temiz kimse yok artık. Kendilerini 'temiz' tuttuklarını sananlar ve susanlar üzerlerindeki kanla baş başalar. Hrant'ta olan ve bu toplumda olmayan şeyin, samimiyetin sınavı başlıyor şimdi. Türkiye'nin insanlık sınavı bu... Böbürlenme, hamaset ve kavrukluk içinde şekillenen bir kimlikten sıyrılmanın, onu yeniden yaratmanın, iyileşmenin fırsatı belki de... Bir ülkede çoğunluk kimliği şiddete meylediyorsa, o toprağın emanetçisi kendi bahçesindeki güvercini bile yaşatmak istemiyorsa, orada hastalık vardır. Türkiye de hasta... Yürek genişliği içinde iyileşme çabalarına baktım hep. Ama bugün sadece hastalık görüyorum. Elimde değil... Yüreğimi önceki gün, 19 Ocak 2007'de kaybettim çünkü... (EM/TK)
* Etyen Mahçupyan'ın yazısı 21 Ocak'ta Zaman gazetesinde yayınlandı.