özgürlüğü...
En çok kullandığımız bu kavram, şu sorunun sorulmasını artık hak ediyor: "Basın özgürlüğü kim için?"
Özgürlük, sadece savunucusu olanların talep ettikleri, sahip çıktıkları
bir kavram haline geldiğinden bu yana onu yıpratanlar yine aynı kesim oldu.
Çünkü beklentilerinin veya istemlerinin -farkında olarak veya
Olmayarak içini boşaltan yine kendileriydi. Bunun en çarpıcı örneklerinden birini önceki günlerde İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde(İDGM) tanık
olduğum bir olay sanki doğruladı.
Gazeteci sıfatını adeta bir yafta gibi üzerinde taşıyan,
savunmalarında ısrarla "gazeteci" olduğunu vurgulayan, bakışları ile ise patron
olduğunu her halinden belli eden "medya patronu", "hortumcu" Dinç Bilgin, DGM'ye
konuk oldu. Ne tesadüftür ki aynı gün bir başka patron olan ve
Sümerbank'ın içini boşaltmakla suçlanan Hayyam Garipoğlu'nun da yargılanmaya
başlandığı gündü. Böylesine önemli günde tabii tüm gazete ve televizyonların
muhabirleri/kameramanları da "kamu" adına oradaydı. Hatta haber
kanalları canlı yayındaydı.
Kimler konuk olmamıştı ki bugüne dek DGM'ye. "Düşünce ve ifade
özgürlüğü"nde inat eden ve bu uğurda onlarca yılları bulan hapis cezası
almayı kabul eden aydın-gazeteciler, Susurluk kazasından sonra karanlık
yüzleri aralanan çete elemanları, uyuşturucu kaçakçıları...
İLK KEZ...
Oğlu ve hortumladığı bankanın genel müdürü ile Dinç Bey DGM'nin
koridorlarındaydı o gün... Gözaltında alınmasından itibaren Mali
Şube'ye getirilişi, oradaki sorgusu, şubeden ayrılışı, DGM'ye
Getirilişi başlıbaşına ayrı "olay" olduğu için hepsi "haber" konusuydu. Dinç
Bey'in bu olaylarda "ayrıcalıklı" olduğu havası ise hemen seziliyordu haberciler
tarafından. Emniyete ait siyah camları bulunan bir minibüsle oğlu ile
birlikte sabah saatlerinde mahkemeye getirilen Dinç Bey'in suratı hiç
gitmedi gözlerimin önünden... Meslek hayatım boyunca bir kez bile yan yana
gelemediğim Dinç Bey, işte karşımdaydı. Daha önceki dönemlerde, randevu
almak için telefon ile ulaşmak, yanından eksik etmediği korumaları ile
yakınında bulunmak bile mümkün olmayan Dinç Bey, DGM'de sanıktı artık.
Dinç Bey'in grubuna bağlı olan yayın organlarında çalışan gazeteciler de
belki de ilk kez görüyorlardı patronlarını. DGM'nin ön ve arka bahçesi vardır. Bu mahkemenin bir tarafı denize bakar.
Bugüne kadar hep Korkmaz Yiğit, İbrahim Şahin gibi "ayrıcalıklı" sanıklar ön bahçeden alınmıştır savcılığa. Dinç Bey ve beraberindekiler de "ayrıcalıklılar" arasında yerini alırken, gazetecilere de dış kapının önünde beklemek düştü yine. Sabahın ilk saatlerinde Dinç Bey'in DGM'ye getirildiğini duyan ve olayı izlemekle görevlendirilen muhabirler ile yavaş yavaş doldu kapının önü. Havanın soğukluğuna karşın, plastik bardaklardan içilen çaylar ve yenilen simitler ile ayakta yapıldı kahvaltı... Eller yine deklanşörde, gözler ise olası bir
hareketlilikteydi.
DGM'de dava izlemek için bir basın kuruluşunun verdiği tanıtım kartı veya sarı basın kartına sahip olmak yeterli değildir. DGM savcılığının hazırladığı ve her kurumdan sayısı sınırlandırılarak onayladığı kartlara sahip olmak gerekir. Ayrıca her ne şekilde olursa olsun kameraların bahçeye veya duruşma salonuna girmesi yasaklanmıştır.
Dinç Bey ve beraberindekiler yaklaşık 8 saat boyunca savcıya ifade verdiler. Dinç Bey, Savcı'ya ısrarla "gazeteci" olduğunu, bankacılıktan anlamadığını bu
işlere profesyonel yetkilileri atadığını demek ki-ileri sürse de savcı, Dinç Bey'i tutuklanması istemiyle nöbetçi mahkemeye gönderdi. Asıl olanlar bundan sonra başladı. Nöbetçi mahkemeye gazetecilerin alınmaması ayrı bir tartışma konusuyken, kameralarda bir hareketlilik göze çarptı. Bunun nedeni ise sonradan anlaşıldı. Dışarıda gün boyunca görüntü alamayan kameralar DGM'nin girişinde bulunan karakoldaki monitörden görüntü alma uğraşı veriyorlardı. Monitörlerden alacağı görüntüleri -ki 1 veya 2 saniye- kamuoyuna Dinç Bey'i sanık olarak gösterebileceklerdi sonuçta...
Fakat iş bununla da sınırlı kalmadı. Karakolda flaşlar patlamaya başladı.
Gazeteciler de kameramanlara özenerek monitörden fotoğraf çekmeye başladı. Sonra
bir haberci arkadaş, "Yahu arkadaşlar biz bu görüntüleri yayınlarsak
karakoldaki komiserin durumu ne olur?" diye seslendi. Ondan sonra haberciler
birbirini "Bu görüntüleri yayınlamayalım" diye uyardı. Görüntüler de akşam
televizyonlarda yayınlanmadı.
Şimdi ilk başta sorduğumuz soruyu buraya tekrar alıp soralım:
"Basın özgürlüğü kimin için?"
Bu olayın gösterdiği gibi basın özgürlüğünü, sadece haber atlatmayla sınırlayan bir zihniyet ile karşı karşıya bence Türk basını. Neden mahkeme salonunda görüntü alamadığını, mahkemeye girişinin neden yasaklandığını, elinde mikrofon ile salona girdiği için hakim tarafından ses aldığı gerekçesiyle salonun dışına alınan gazetecinin "basın özgürlüğü" çerçevesinde nedenini sor-a-maması anlayışı mıdır asıl suçlu olan? Yoksa haklarının yok sayılmasına karşı sessiz kalıp bir iki saniyelik görüntü için monitöre mahkum olmayı kabullenen anlayış mıdır? Sorunun asıl yanıtı haklarının hortumlanmasına izin veren gazeteci anlayışıdır
kanımca...
Dinç Bey tutuklandı ve cezaevine gönderildi. Asıl gazeteci olan biziz,
pekala ama ya hortumcu olan kim?