Oysa geçmişte bu konferanslar esas olarak Batı'nın örgütlü gay, travesti, seks işçisi hareketleri, madde kullananların temsilcileri ve son derece güçlü hasta hakları örgütleriyle bilim insanları ve ilaç şirketleri arasında yürütülen müzakereler ve polemiklerle gündeme geliyordu.
Bu renkli görüntüler dışında bir de ölümcül hastalığa çare olacağı umulan ilaç ve aşı denemeleri ekrana ve manşetlere yansıtılıyordu. HIV/AIDS'le ilgili eylem ve etkinlikleri, biraz da önyargıyla medyadan izlemekle yetinen bir kişi için bu salgının mantığını anlamak oldukça güç olsa gerek.
Sanki Batının "aşırılıklarından" kaynaklanan bir salgın birden bağlam değiştiriyor ve ansızın Nelson Mandela gibi isimlerin önderliğinde küresel kapitalizmin muazzam eşitsizliklerine karşı Afrika ve Asya'nın çığlığına dönüşüyor. Bağlamda bir değişiklik olduğu bir gerçek, ama bu doğrudan salgınla değil salgına verilen yanıtlarla ilgili bir değişiklik aslında.
AIDS'in bir virüs salgını olduğunun anlaşılması zaman aldı
Salgın, "AIDS salgını" olarak ünlendi. AIDS "edinilmiş bağışıklık eksikliği sendromu" teriminin İngilizce kısaltması. Salgının bu adla ünlenmesinin birinci nedeni, başlangıçta etkenin bilinmemesi. Hastalık tıp literatürüne 80'li yılların başlarında girdi.
"Önceden sağlıklı genç erkek homoseksüellerde görülen edinilmiş bağışıklık eksikliği" sonucunda ortaya çıkan fırsatçı enfeksiyonlardan ve nadir bazı kanserlerden oluşan ölümcül bir tablo şeklinde tanımlandı.
Kısa zamanda hastalığa damardan madde kullanan kişilerin ve hemofili hastalarının da yakalanabileceği anlaşıldı, 1983 yılında "dört H"den söz edildiğini hatırlıyorum: Homoseksüel, Hemofilili, (H)eroinman ve Haitililer; o günlerin tıbbına göre "risk grupları" bu dörtlüden oluşuyordu!
AIDS terimi işte bu yıllarda yerleşti. 1984 yılında AIDS'e yol açan etkenin "Tanrı'nm gazabı" değil, bir virüs olduğu anlaşıldı ve "retrovirüs" grubundan bu virüs HIV (insan bağışıklık eksikliği virüsü) olarak adlandırıldı.
Esrarengiz hastalık bir HIV enfeksiyonuydu. Enfeksiyon 5-10 yıl belirti vermeksizin gelişiyor, giderek bağışıklık sistemini tahrip ediyor ve vücudun diğer bazı mikroplara ve kanserlere karşı direncini yıkarak, sonunda AIDS tablosuyla Ölüme neden oluyordu.
Bu ayrımın netleşmesinden sonra tıpta HIV enfeksiyonu terimi, tıp dışındaki tartışmalarda da HIV/AIDS terimi kullanılmaya başlandı. HIV enfeksiyonuyla AIDS arasında ayrım yapmak önemli; çünkü günümüzde üçlü ilaç tedavisinin uygulanması durumunda genellikle artık bağışıklık eksikliği (AIDS) tablosu gelişmiyor ve buna bağlı olarak fırsatçı enfeksiyonlar ya da kanserlerle ölüm görülmüyor. Oysa HIV enfeksiyonunu tamamen iyileştiren bîr yöntem henüz bulunamadı.
HIV/AIDS salgını toplumu derinden etkileyecek ve toplum sağlığı yaklaşımlarını kökten değiştirecekti
ABD'de salgının ilk kez fark edildiği günlerde ortaya çıkan ve medya aracılığıyla bütün dünyaya yayılan ilk tepkilerden biri eşcinsellere karşı ayrımcılık ve damgalamaydı, ama salgına verilen ilk yanıtlardan biri de bu ayrımcılığa karşı uzun süreli bir savaşın başlatılması oldu.
Bu savaş henüz her yerde kazanılmış değil, ama Önemli yol alındığı bir gerçek. Bunu hasta hakları hareketleri ve tıp etiği tartışmaları izledi. Bu hareketlere ABD ve Avrupa'nın seçkin aydın ve sanatçı çevreleri katıldılar ve salgınlarla savaş ve toplum sağlığı alanı yepyeni yaklaşımlarla ve yeni katılımcılarla zenginleşip politikleşti.
Victoria çağından kalma denetimci, kısıtlayıcı, yasaklayıcı, askerî terimlerle bezenmiş yukarıdan "kamu sağlığı" anlayışı hızla değişmek zorunda kaldı.
Aslında sanayi toplumunun modernist "hijyen" anlayışı 1950'lerin sonu ve 1960'ların başlarında da değişmeye başlamıştı. Dünya Sağlık Örgütü'nde sosyalist ülkelerin ve üçüncü dünyanın çabalarıyla sağlık yeniden tanımlanmış, sağlıklı yaşama hakkı ön plana çıkarılmıştı.
Nitekim "sosyalizasyon" tartışmaları ve yasal düzenlemelerle bu değişim 1960 sonrasında Türkiye'ye de yansımıştı. Geçmişin denetimci yaklaşımlarının yerini, halkçı ve toplumcu yaklaşımlar alıyordu.
Bununla birlikte, toplum sağlığı alanında devletin haklan kısıtlama yetkisinden hakların gerçekleşmesini sağlama yükümlülüğüne geçmesi hiç de kolay değildi. Kaldı ki hasta haklan, hasta merkezli tıp ve "demedikalizasyon" konulan Batının gündemine bile 68 sonrasında, 70'li yıllarda girmeye başlamıştı.
İşte HIV/AIDS salgını bu alanlara yepyeni bir ivme kazandıracaktı. Geçmişte sağlık hizmetlerine ilişkin tartışmalarda daha çok güçsüzleri "koruma" perspektifi ağır basmıştı. Evet sağlık bir haktı, ama bu alanda savaşanlar (daha çok meslekten sağlıkçılar ve sağlık politikalarını oluşturanlar) onlar "adına" savaşıyorlardı.
ABD ve Avrupa'da HIV/AIDS salgınıyla birlikte bu durum köklü biçimde değişti. Belki de tarihte ilk kez sağlık hakkı için savaşımın özneleri ön plana geçtiler. Acı ama gerçek: sağlık hakkı mücadelesinin gerçek sahiplerinin eline geçmesi için, Batının seçkin aydınlarını ve sanatçılarını da vuran ölümcül bir salgının yaşanması gerekmişti.
HIV/AIDS eylemciliği ve yeni tipte örgütlenmeler
Konunun öznelerini bir araya getiren Örgütlenmeler önce ABD'de dayanışma ağları olarak doğdu, daha sonra Avrupa'ya yayıldı. Ayırt edici özellikleri doğrudan konudan etkilenen kişileri bir araya getirmeleri, somut ve sonuç alıcı politik mücadeleye ağırlık vermeleri ve eylemci militan örgütlenmelerle profesyonel hizmet sunan Örgütlenmeler arasındaki sınırları zorlamalarıydı.
İstanbul'da 1996'da AIDS Savaşım Derneği'nde bu örgütlerden birini yakından tanıma olanağı bulmuştuk. Bu, Fransa'daki AIDES örgütüydü. Michel Foucault'nun AIDS'ten ölümü ardından dostları 1984'te HIV/AIDS salgınına bu salgından birinci derecede etkilenen kişilerin yanıt vermesini hedefleyen bir dayanışma örgütü kurmuşlardı.
Bu örgüt, son derece aktif bir hizmet ve mücadele örgütü olarak bugün de varlığını sürdürüyor. Yerel girişimlerin birleşmesinden oluşan bir federasyon şeklinde örgütlenen AIDES, "STK" etiği konusunu tartışmak isteyen herkesin yakından incelemesi gereken zengin bir örgütlenme ve çalışma etiği deneyimine sahip. Nitekim, bugün bile AIDES'in İnternet sitesine girerseniz, karşınıza önce çalışma etiği çıkıyor.
ABD'de ve Fransa'da sonraki yıllarda gelişen "ACT-UP" hareketi ise HIV/AIDS gibi özgül bir alanda yürütülen militan politik mücadelenin nasıl somut sonuçlar veren kalıcı bir mücadeleye dönüşebileceğini ve dünya çapında yayılabileceğini gösteren ilginç bir örnek. Bu örgüt İlaç şirketleri ve uluslararası sermaye karşısında 17 yıldır dimdik ayakta olmakla övünürken, hiç de haksız değil.
Geçtiğimiz yıllara damgasını vuran TAÇ Güney Afrika'daki "tedavi için eylem" örgütü. Son yıllarda Brezilyalı, Taylandlı, Hintli eylemciler ve dünyadaki diğer örgütlenmeler Kuzeyin ACT UP benzeri eylemci örgütleriyle birlikte küresel bir cephe oluşturdular, tedavi ve hasta haklan konularında büyük ilerlemeler kaydettiler.
HIV/AIDS salgınının başlarında patent sorunları ve ilaç şirketiyle ilişkiler
HIV/AIDS salgınındaki ilk patent tartışmasını hatırlayanlar olabilir. Bu, hastalık etkeninin (virüsün) önce kimin tarafından bulunduğu tartışmasıyla ilişkiliydi.
Virüsü Fransa'daki Pasteur Enstitüsü araştırmacıları bulmuş, ama ABD'deki Ulusal Kanser Enstitüsü araştırmacıları virüsü çözümleyerek tarama testi doğrultusunda somut adımlar atmışlardı. Bu bilimsel bir yarışma olmakla kalmıyor, tarama testi gelirlerini ilgilendiren bir patent sorununa dönüşme eğilimi gösteriyordu.
Ama henüz konu doğrudan büyük sermayenin eline geçmemişti. Dünyanın önde gelen bilim insanlarının çabalarıyla bu tartışma tatlıya bağlandı ve bilimsel araştırmaları ve önleme çalışmalarını destekleyen Dünya AIDS Vakfı oluşturularak ilk tarama testi gelirleri bu vakfa devredildi.
Bu ilk aşamada eylemciler ilaç tekellerine karşı yürüttükleri mücadelede, bu tekellerin ilaç araştırmalarını geciktirmelerini teşhir ediyorlar, deneme sürelerinin kısaltılmasına çalışıyorlar, tedavi denemelerine katılma hakkının genişletilmesini ve henüz onaylanmamış ancak umut vadeden tedavilere katılabilecek kişi sayısının artırılmasını talep ediyorlardı.
ABD'nin New York, San Francisco gibi büyük kentlerinde her an her köşede çok farklı sosyal çevrelerden insanlar ölüyordu ve kimsenin bekleyecek zamanı yoktu. Ayrıca bilimsel araştırmalara ayrılan olanakların genişletilmesine çalışılıyor, hastalığın bağışıklık sistemini güçlendirme yoluyla yenilmesini hedefleyen yeni tedavi paradigmaları destekleniyordu.
Her yeni bilimsel gelişme, her yeni ilaç yeni bir mücadele dalgası yaratıyor, ilaç şirketleri 24 saat gözetim altında tutuluyor, lokalleri basılıyor, attıkları her adım ince elekten geçiriliyordu. Batı ülkelerinde '80'li yılların sonuna ve '90'h yılların başına HIV/AIDS eylemcilerinin yaşam savaşımı damgasını vurdu denilebilir.
Salgın eğrisi ve HIV/AIDS salgınının dünyada yayılması
Bütün bu yıllar İçinde salgının aslında cinsel bir tercihi olmadığı, vücut sıvılarıyla herkese bulaşabileceği, enfeksiyonun bulaştığı kadın sayısının giderek arttığı Çoktan görülmüştü. HIV/AIDS salgını bütün bulaşıcı hastalıklara benzer bir salgın eğrisi İzliyordu.
Salgın önce yavaş yavaş yayılıyordu. Bu evrede hastalık seçici olarak riskli davranışların (korunmasız seks, sık sık kan nakli, cinsel eş sayısının fazla olması, mikroptan arındırılmamış tıbbi gereçlerin kullanılması, şırınga paylaşımı gibi) daha yaygın olduğu bazı çevrelerde yoğunlaşabiliyordu. Öte yandan, denetim altına alınamayan her salgın eğrisinin, sonunda hızlı bir tırmanışa geçeceği biliniyordu.
HIV/AIDS salgınının merkezini oluşturan Sahra-altı Afrika'da yaşanan da bu olmuştu. Amerika'da "dört H" ile tanımlanmaya çalışılan salgın Afrika'da çoktan bütün topluma yayılmıştı.
Özellikle salgının merkezinde yer alan Güney Afrika ülkeleri, sömürgecilikten çıkış koşullarında yaşanan büyük toplumsal altüst oluşlar, kitlesel göçler ve ırkçı apartheid rejiminin yarattığı gettolarla HIV/AIDS salgını için çok uygun bir ortam oluşturmuştu.
Dünya Sağlık Örgütü ve daha sonra Birleşmiş Milletler AIDS örgütü (UNAIDS) tarafından her yıl yayımlanan rakamlar Afrika gerçeğini ortaya koyuyordu. Giderek artan ölümlere karşın, Afrika'da fırsatçı enfeksiyonların tedavisi bir yana, acıların dindirilmesi için bile ilaç bulmak çok zordu.
Salgını denetim altına alma çabaları da başarılı olamadı. Birçok ülkede sağlık hizmetlerinde lastik eldivenler bile bulunamıyor, enjektörler tekrar tekrar kullanılıyordu. Öte yandan muazzam bir yoksulluk içinde, insanlık dışı koşullarda yaşayan insanlara riskli davranışlardan kaçınmalarını söylemek de etkili olamıyordu.
Nitekim Dünya Sağlık Örgütü'nün Küresel AIDS Programının yöneticisi Jonatan Mann 90'lı yılların başlarında ani bir kararla görevini bıraktığında, "Afrikalı bir gence gelecek sunmaksızın prezervatif sunmanın" kendini aldatma olduğunu söyleyecekti.
Afrika'da salgın eğrisi tırmanışını sürdürdü. Rakamlar her yıl katlanarak arttı. Afrika'ya Brezilya eklendi. Tayland'daki patlama yaşandı. Hindistan dikkatleri üzerine toplamaya başladı. Ve nihayet Berlin duvarının yıkılmasından sonra yaşanan büyük sosyal altüst oluşlarla HIV/AIDS salgını hızla eski sosyalist ülkelere doğru kaymaya başladı.
Bu yaz yayımlanan en son tahminlerde düzeltmeler yapılarak, rakamlar düşürüldü. Bu düşürülmüş rakamlar bile inanılmaz derecede ürkütücü. Kendisi farkında olsun olmasın, dünyada HIV/AIDS'le yaşayan insan sayısının 38 milyon dolaylarında olduğu tahmin ediliyor.
Bunların 2 milyonu 15 yaşından küçük çocuk ve yansı kadın. Sahra altı Afrika'da HIV/AIDS'li kişilerin yüzde 57'si kadın. Yalnızca 2003 yılında dünya çapında 5 milyona yakın kişinin enfeksiyona yakalandığı tahmin ediliyor. Bu saat başına 500'ün üzerinde insan demek.
Hastaların büyük çoğunluğunun henüz tedavi olanaklarından yararlanmadığı bugünkü koşullarda da yılda 3 milyon kişi ölüyor. Bu da günde 8000 ölüm demek. 1981 yılıyla 2003 sonu arasında dünya çapında AIDS'ten ölen toplam insan sayısı 20 milyon. Mandela iki dünya savaşında ölenlerin toplamından daha büyük bir felaketle yüz yüzeyiz diyor. Salgın en çok gençleri etkiliyor ve dünyada her gün 6000'in üzerinde genç enfeksiyona yakalanıyor,
Bir de yetimler sorunu var. HIV/AIDS hastalığı esas olarak doğurgan yaştaki kadınları ve aktif nüfusu etkiliyor. Cinsel yolla da bulaşma olması çoğu zaman hem babanın, hem de annenin kaybedilmesine yol açabiliyor. Afrika ülkeleri AIDS yetimleriyle dolu.
Sahra altı Afrika'da yaşayan AIDS yetimlerinin sayısı 12 milyon olarak tahmin ediliyor. Bir Birleşmiş Milletler görevlisi "Zambiya'da (AIDS hastalığının) dokunmadığı bir aile bulmak çok zor. HIV/AIDS'le bağlantılı bir ölüme tanıklık etmemiş çocuk bulmak da çok zor," diyor.
Yine Birleşmiş Milletler'den Sephen Lewis şu tabloyu anlatıyor; "...Zambia'da [HIV-AIDS] yetim sayısının denetim dışına çıktığı söylenen bir köye götürüldük. Bir eve girdik ve şu tabloyla karşılaştık: kapının hemen solunda 84 yaşında bütünüyle kör bir yaşlı erkek oturuyordu. Bu yaşlı adamın biri 76, diğeri 78 yaşındaki son derece zayıf iki eşi kulübenin içinde oturuyorlardı. Dokuz çocuklarından sekizi ölmüştü, dokuzuncusu da bir köşede ölmekteydi. Yerlerde yaşları ikiyle on altı arasında 32 yetim çocuk vardı ve kulübenin içinde kıpırdayacak, hatta nefes alacak yer bile kalmamıştı. Büyükanne ve büyükbabaların yetim kalan torunlarına bakması günümüzde çok yaygın bir durum."
Sahra-altı Afrika'da HIV/AIDS salgınının etkileri son derece ağır ve demografiden, aile yaşamına, sağlık sektöründen eğitime, kalifiye işgücünden aktif nüfusa kadar toplum yaşamının bütün alanlarını kapsıyor. Bu yük hiç bir Afrika ülkesinin tek başına üstesinden gelemeyeceği bir yük. Ve Güney Afrika'nın kararlı eylemcilerine karşılık, birçok ülkede ve bölgede sorunun boyutları umutsuzluğu ve inkârı besliyor.
Bu yıl yayımlanan bölgesel istatistikler de ürkütücü. Düzeltilmiş tahminlerde Sahra-altı Afrika 25 milyonla başı çekmeye devam ediyor. Onu 6.5 milyonla Güney ve Güney Doğu Asya bölgesi izliyor.
Latin Amerika 1.6 milyonla durulma eğilimi gösteriyor. Kuzey Amerika da l milyon dolaylarında dolaşmaya devam ediyor. Buna karşılık 1.3 milyonla Doğu Avrupa ve Orta Asya bölgesi, l milyonla Doğu Asya, yaklaşık 500'er binle de Karayipler ve Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgesi salgın eğrisinin giderek yükseldiği yeni alanlara işaret ediyor.
Önleme Ve Tedavi Çalışmaları
Önleme alanında bazı ülkelerde bazı çevrelerde başarılı sonuçlar alındı. Bu sonuçların hepsi salgın bahanesiyle hak ihlallerini yoğunlaştırmak yerine insan haklarına önem verilmesi durumunda salgının yayılmasının daha kolay yavaşlatılabileceğini vurgulayan Jonatan Mann'ı destekliyor.
Salgının yayılmasını Önlemek insan haklarını ve sosyal hakları güçlendirmekle el ele ilerliyor, insan hakları ve sosyal haklar zayıfladıkça salgın da başını alıp gidiyor.
Nitekim, ABD'de beyaz yakalı beyazlar arasında giderek denetim altına alınmaya başlayan salgın bu kez siyah kadınlar arasında yayılıyor. Özellikle polisiye önlemlerin ağır basmaya devam etmesi durumunda, madde kullanımı ve paralı seks ortamında güvenli davranışları yerleştirmek hemen hemen imkânsız.
Kaldı ki, HIV/AIDS'in tedavisi olmayan ölümcül ve damgalayıcı bir hastalık olarak algılanması ve tedavi olanaklarına herkesin erişememesi de insanların test yaptırmaktan kaçınmalarına, inkâra ve boş vermeye, bu da salgının daha da yayılmasına yol açıyor.
Nitekim 1996'ya kadar bütün dünya umutta ve umutsuzlukta eşit bir konumda, benzer sorunlarla baş ediyordu. O güne kadar sürdürülen tek ilaçla tedavi çabalarıyla yaşam kalitesini düzeltme dışında hiç bir sonuç alınamamıştı.
Tek İlaçla tedavi yaşamı uzatmıyordu. Tedavide büyük ileri adım 1996 yılının sonlarına doğru işte bu koşullarda atıldı. Bu tarihte doktorlar virüsün vücutta çoğalmasını üçlü ilaç tedavisiyle durdurmayı başardılar. Bu tam iyileşme anlamına gelmiyor, ama artık bağışıklık sisteminin çökmesini Önlemek mümkün.
Tek ilaçla tedavide başarı sağlanamamasının temel nedeni, HIV virüsünün ilaca karşı hızla direnç geliştirmesi ve tedavinin etkisini yitirmesiydi. Virüslerin önemli bir Özelliği mutasyonlarla değişim geçirme yetilerinin yüksek olmasıdır.
Mutasyon hızı çok yüksek olan grip virüsü kadar hızla olmamakla birlikte, HIV virüsü oldukça hızlı değişebiliyordu. Geçmişte benzeri bir durum tüberkülozla savaşımda yaşanmış ve sonunda tüberküloz çoğul ilaç tedavisiyle denetim altına alınmıştı.
Çözüm tıbbın elindeydi, ama oraya bakmayı bilmek gerekiyordu. Çoğul ilaç tedavisiyle virüsün değişim yoluyla yeni ortama uyum yapmasına fırsat tanınmıyor ve virüsün çoğalması denetim altında-tutuluyordu. Bilim çevreleri "Darvin bir kez daha haklı çıktı," doğal seçinim yasaları ağır bastı diyorlardı.
Üçlü tedaviyi uygulayabilen ülkelerde ölümler hızla azaldı. Bağışıklık sistemi çok bozulmuş kişilerde bile iyi sonuçlar alınmaya başlandı. İlaçların yan etkileri ağırdı, uygulanmaları güçtü, ama tedaviyle hayatta kalmak artık mümkündü. İlk araştırmaların üzerinden 15 yıl geçmiş, ama ölümlerin durdurulabileceği gösterilmişti.
O tarihte HIV/AIDS salgınının henüz yavaş yayıldığı Türkiye'de Örgütlenen hastalar, bu hastaların tedavileriyle ilgilenen hekimler ve diğer HIV/AIDS eylemcileri zamanın sağlık bakanının da duyarlı davranmasıyla imkânsızı başardılar ve Türkiye'de İngiltere'den birkaç ay önce, 1997 başında üçlü tedavi sigorta kapsamına alındı.
Bu kararla - tedavinin izlenmesine olanak veren viral yük testinin sigorta kapsamına alınmaması gibi irrasyonel tutumların eşlik etmesine ve Yeşil Kartlı hastaların kesintisiz tedavisinde ciddi sorunlar yaşanmasına karşın - Türkiye'de tedavi hakkı kazanılmıştı. Bu satırları kaleme alırken 1996 sonlarında ve 1997 başlarında bütün bilgisini ve olanaklarım tedavi hakkı savaşımının hizmetine sunan ve hastalar arasındaki dayanışmanın' güçlenmesi için büyük bir özveriyle çaba harcayan, ama üçlü tedavinin başlatılmasından çok kısa bir süre önce bağışıklık sistemi bir tümöre yenik düşen bir AIDS Savaşım Derneği gönüllüsünü anmadan edemiyorum.
Afrika ve Asya'nın kendi kaderine terk edilmesi ve ilaç tekellerinin acımasız patent savaşları
Üçlü HIV/AIDS tedavisi son derece pahalı bir tedaviydi. Bir kişinin yıllık tedavi masrafı 10 bin doları buluyordu. Bu rakamlar ABD için bile çok yüksekti ve tedaviye erişim olanaklarını artırmak için büyük mücadeleler yürütülmesi gerekecekti. Salgının büyük kitleleri etkilediği Afrika ve Asya ülkelerinde ise bu fiyatlardan bu ilaçları kullanma şansı bulanlar yalnızca ufak bir azınlıktı.
Batı ülkelerinde üçlü tedavinin yarattığı sevinç dalgasına karşılık, Afrika ve Asya'yı giderek çaresizlik duygusu sarıyordu. Başlangıçta aynı umutsuzluğu ve aynı umutlan yaşayan dünya, artık yeniden Kuzey-Güney ve Doğu-Batı'ya bölünüyor, Afrika, Asya ve Latin Amerika kendi kaderine terk ediliyordu.
Üstelik bu yıllarda uluslararası sermayenin yeni bir saldırısı gündemdeydi. Dünya ticaret anlaşmaları çerçevesinde TRIPS (Trade-Related Aspects of Intellec-tual Property Rights - Entelektüel Mülkiyet Haklarının Ticaretle İlgili Yönleri) anlaşması imzalanmış, ilaçta 20 yıllık patent hakkı koruma altına alınmıştı. İlaç tekelleri yeni kazanımlarını korumak için tetikte bekliyorlardı.
Salgının çok yayıldığı, hasta sayısının çok yüksek olduğu yoksul ülkelerde hastalara üçlü tedaviyi sağlama olanaksızlığına, bir de uluslararası ilaç tekellerinin ve onların arkasındaki ABD'nin patent anlaşması çerçevesindeki baskılan eklenecekti.
Nitekim ilk baskılar henüz üçlü tedavi geliştirilmeden Önce Tayland'a karşı yöneltilmişti. Salgınının büyük bir patlama yaptığı bu ülkede HIV/AIDS tedavisinde kullanılan bazı ilaçları yerli şirketler üretmeye başlamıştı ve ilaç fiyatları çok düşmüştü. Tayland için TRIPS anlaşması henüz yürürlüğe girmediği halde, uluslararası tekeller ABD hükümetinin Tayland'ı tehdit etmesini sağladılar ve ticaretinin büyük bir bölümünü ABD'yle yapan bu ülke bir süre baskılara boyun eğerek geri çekildi.
İlaç tekellerinin ve ABD'nin hedef aldığı bir başka ülke de Brezilya'ydı. HIV/AIDS vaka sayısının çok yüksek olduğu bu ülke daha 1996 yılından başlayarak uluslararası İlaç tekellerinin ticari markalı ilaçlarının kopyalan olan markasız jenerik ilaçları üretmeye ve dağıtmaya başlamıştı.
İlaç tekelleri ve ABD Brezilya'ya baskı yaptılar. Brezilya TRIPS'in 31. madde-sini serbestçe yorumlayarak kendini savunuyordu. Bu madde ulusal çıkarlar gerektirdiğinde hükümetin patent hakkını bir yana bırakabileceğini ve yerel şirketlerden birine "zorlayıcı ruhsat" vererek patent sahibi firmaya ilacın satışı üzerinden "yeterli bir ödeme" yapılması koşuluyla ilacın ucuz jenerik formunu ürettirebileceğini öngörüyordu.
Çok güçlü bir HIV/AÎDS savaşımı hareketinin bulunduğu Brezilya bütün dünyadan eylemcilerin de desteğiyle müzakereleri zamana yayarak, ABD'nin ve ilaç tekellerinin saldırılarını yıllarca ustaca püskürtmeyi başardı.
Hedef alınan bir başka ülke de Güney Afrika oldu. Bu ülke HIV/AIDS salgınından en çok etkilenen ülkelerden biriydi. Anne sağlığı hizmeti veren kurumlara başvuran gebe kadınlar arasında yapılan araştırmalara göre 1990 yılında bu grupta yüzde 0.8 olan HIV pozitiflik oranı sürekli yükselmiş ve 1991'de yüzde 1.4, 1992'de yüzde 2.4, yüzde 93'te yüzde 4.3, I994'te yüzde 7.6, 1995'te yüzde 10.4, 1996'da yüzde 14.2, 1997'de ise yüzde 17'ye çıkmıştı. Apartheid'dan yeni çıkan ülke sosyal ve politik değişikliklerle uğraşırken, bu HIV/AIDS patlaması yaşanmıştı.
Mandela başından beri HIV/AIDS eylemcilerini yüreklendiriyor, salgına karşı halkı bilinçlendirmeye, önlemler alınmasını sağlamaya çalışıyordu. Üçlü tedavinin başarısı görülür görülmez Güney Afrika hükümeti 1997'de jenerik ilaç üretimi için "zorlayıcı ruhsat" çıkarılabilmesine olanak veren yasal değişiklikleri yapmaya başladı.
İlaç tekelleri derhal Güney Afrika'yı hedef aldılar, hükümetin attığı yasal adımlara karşı dâva açtılar ve ABD'nin bu ülkeyi sıkıştırmasını sağladılar. Ama bu kez sert bir kayaya çarpmışlardı.
Ülkede yeni kurulan son derece güçlü tedavi için eylem örgütü TAÇ, ABD'ye karşı ulusal ve uluslararası bir direniş örgütledi. ABD'de militan HIV/AIDS eylemcileri ve siyah hakları hareketi de Güney Afrika'ya baskı uygulamaya kalkan Gore'u topa tuttu. ABD geri çekildi.
İlaç tekelleri de 2001 yılında Güney Afrika hükümetinin jenerik ilaçlar için yasal girişimine karşı açtıkları dâvayı geri çekmek zorunda kaldılar. Bu büyük bir zaferdi; nitekim öyle de yaşandı. Ama değerli yıllar yitiriliyor, sayılan hızla artan hastalara tedavi olanakları sunulamıyordu. Güney Afrika'da gebe kadınlar arasında HIV pozitiflik oranı 1997'de yüzde 17'yken, ilaç şirketlerinin dâvalarını çektikleri 2001 yılında bu oran yüzde 25.8'e çıkmıştı.
Güney Afrika'nın sırtındaki ağır yük ve garip bir tartışma
Bu tartışmaların ortasında, 2000 yılında Güney Afrika'nın Durban kentinde gerçekleştirilen Dünya AIDS Konferansı, Mandela'dan sonraki Devlet Başkanı Mbeki'nin AIDS'e HIV virüsünün değil, yoksulluğun neden olduğunu ileri sürdüğü son derece garip bir tartışmaya sahne oldu.
Mbeki mecazi anlamda konuşmuyor, bu doğrultuda görüşleri olan bazı ABD'li muhalif bilim insanlarıyla kurduğu bağlardan söz ediyordu. Mbeki bu görüşlerini daha önce de dile getirmiş, ama bu konferansta geri alacağı umulmuştu.
Konuşmasının bütünü Kuzey-Güney eşitsizliğini teşhir eden son derece haklı argümanlarla doluydu. Ama Mbeki konuşurken bazı TAÇ eylemcileri bu tartışmaların yürüttükleri ölüm kalım savaşıyla bir ilgisi olmadığını söylediler ve hükümeti konuşmak yerine hastalara tedavi olanaklarını sağlamaya davet ettiler.
Doğal olarak bu konferans Mbeki ile bilim insanları arasındaki polemiklere de sahne oldu. İmkânsız bir görevle karşı karşıya kalan Güney Afrika hükümeti bu gibi tartışmalarla sorumluluklarını üstlenmekten mi kaçınıyordu?
Bulutları dağıtan, toplantının kapanış konuşmasını yapan Nelson Mandela olacaktı. Ağzından çıkacak her sözcüğün milyonlarca insanın yaşamı üzerinde yapacağı etkiyi bilmenin sorumluluğunu taşıdığını, hapishanede geçen uzun yılların kendisine sözlerin değerini Öğrettiğini söylüyordu Mandela.
Bilimsel konulan tartışacak konumda olmadığını, ancak konferanstaki tartışmaların artık taraflardan hiçbirinin haklı olamayacağı bir noktaya geldiğini bilecek kadar deneyim sahibi olduğunu, bu tartışmayı artık burada kesmek gerektiğini ekliyordu.
Başkana güvendiğini, bilimin yolundan ayrılmayacağına inandığını, ülkenin bilim çevrelerinin de bilimsel özgürlüğe büyük değer verdiklerini ve bilime politika karıştırılmaması konusunda çok duyarlı olduklarını bildiğini söylüyor, "Ama yükün en ağır bölümünü taşıyan bu Kıtaya ve dünya halklarına, özellikle de yoksullara sorarsanız bize artık bilimin mi yoksa politikanın mı üstün olduğu tartışmasına bir son vererek, acı çeken ve ölmekte olan insanların ihtiyaçlarına yanıt vermemizi isteyeceklerdir. Bunu başarmanın tek yolu da birlikte çalışmaktır," diyordu.
Tedavi konusuna doğrudan değinip, hükümeti bağlamaktan özenle kaçınan Mandela, yine de yüreklere su serpmişti. Ama Güney Afrika'nın tedavi programını başlatacağını açıklayabilmesi için aradan üç yıl daha geçmesi, patent sorunlarının dünya çapında çözülmesi, ilaç fiyatlarının uygulanabilir düzeye inmesi, üstelik bir de uluslararası yardım fonlarının seferber edilmesi gerekecekti.
İlaç tekellerinin küresel saldırısına karşı küresel yanıtın zaferi
İlaç tekelleriyle Afrika, Asya ve Latin Amerika arasındaki patent savaşında ilk kalıcı zafer 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü'nün Doha toplantısında alındı ve TRIPS n Bileştirilecek kişisel bir hak olan patent hakkının toplum sağlığının üzerinde olamayacağı net biçimde ortaya konuldu.
Ancak ABD aracılığıyla ilaç şirketleri engellemelerini sürdürdüler ve Doha kararının uygulamaya konulmasını geciktirdiler. Bu arada ilaç şirketleri zaman kazanıyor, tek tek ülkelerle indirimli ilaç müzakerelerini sürdürüyor ve görüşmeleri anlaşmalarla sonuçlandırıyorlardı.
HIV/AIDS eylemcileri Birleşmiş Milletlere ve Dünya Sağlık Örgütü'ne baskı yaparak bu gidişe bir son vermesini ve patent sorununda inisiyatifi ele almasını talep ettiler.
Nitekim Mayıs 2002'de yapılan bir Dünya Sağlık Örgütü toplantısında yoksul ülkelerden yana bir karar çıktı, ama ABD Dünya Sağlık Örgütü'nden çekilme tehdidiyle gelişme olmasını engelledi. Zaman geçiyor, her geçen gün binlerce kişi ölüyordu. Bu arada patent sorunu bahanesiyle zengin Kuzey ülkelerinin katkılarıyla oluşacak fonlar da gecikiyordu.
Bununla birlikte artık geri dönülmez bir noktaya varılmıştı. Medyanın dikkat çektiği ilginç görüntülerden biri, ilaç tekellerinin Güney Afrika, Brezilya, Tayland ve Hindistan'a karşı açtığı savaşta bu tekellerin arkasındaki devlet olan ABD'nin eski başkanı Clinton'un bu süreçten âdeta eğitilerek çıkması ve oluşturduğu vakıfla 2002 Barselona Dünya AIDS Konferansında Mandela'nm yanında yer almasıydı.
Bir başka gelişme de Dünya Sağlık Örgütü'nün 2003 yılında yayımladığı bir raporla ilaç fiyatları arasındaki farkların saydamlaştırılması, denetim olanağı sağlanması oldu.
Kanada sorunun çözümü için dünyayı sıkıştıran ülkeler arasında yer aldı. Avrupa Birliği (her zamanki gibi bölük pörçük ve zayıf bir sesle de olsa) Afrika'ya destek veren bir anlaşma yapılmasından yana olduğunu gösterdi.
Ve nihayet, Doha kararından iki yılı aşkın bir süre sonra, 2003 yaz aylarında Dünya Ticaret Örgütü bu ilk kararı netleştiren uygulama prosedürünü kabul etti. ABD'nin çabalarıyla sınırlı, kontrollü ve bürokratik de olsa, özel durumlarda jenerik (markasız) ilaçların ruhsatlandırılması ve ithalatı benimsenmişti.
Birleşmiş Milletler, Kuzey'in katkılarıyla oluşturulan Küresel AIDS Fonu ve Clinton Vakfı Güney ülkelerindeki jenerik İlaç şirketleriyle pazarlıklarını sürdürdüler ve sonunda Nisan 2004'te bir Güney Afrika firması ve dört Hint firmasıyla anlaşarak jenerik ilaç sorununu çözdüler.
Üçlü tedaviyi Afrika ve Asya'daki milyonlarca insana ulaştırabilme kapısı nihayet açılmıştı. ABD'de yılda kişi başına 10 bin dolar dolaylarındaki tedavi bu anlaşmayla kişi başına yılda 140 dolara düşürülmüştü.
Üstelik tedavi sadeleştirilmiş, üçlü tedavi günde İki kez alınacak iki hapa indirgenmişti. Bekleneceği gibi, Bush yönetiminde ABD engellemelerine bugün de devam ediyor. Afrika ve Asya'da HIV/AIDS savaşımı için oluşturulan fonlara yapmaya söz verdiği katkıyı yapmıyor. Vereceği yardımları şantaj ve boyun eğdirme temelinde ikili anlaşmalara bağlıyor.
Jenerik İlaçlar konusunda kazanılan büyük zafere karşın ilaç tekellerinin çıkarlarını kollamaya devam ediyor. Üstelik bütün dünyaya HIV/AIDS'in "cinsel perhiz" ve "sadakatle" önleneceğini kabul ettirmeye çalışarak, önceliği prezervatif dağıtımına veren ülkeleri boykot ediyor. Uluslararası sermaye ve muhafazakar yeni sağ el ele henüz "kötülerin yenilmediğîni" gösteriyorlar.
Küresel eylemcilerin kazandıkları zaferin yaşama geçirilmesi de kolay değil. Bugün dünyada ilaç tedavisine başlama aşamasında olmasına karşın, henüz bu olanağı bulamamış insanların sayısı 5.5 milyon.
Bu kişilerin çoğu Afrika'da yaşıyor. Bu ülkelerde HIV/AIDS tedavilerini uygulayabilecek eğitilmiş doktor sayısı yeterli değil. Tedavinin izlenmesi için gerekli viral yük Ölçüm teknolojisi uygulanmasına henüz yaygın olanak bulunamıyor.
Yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar ve yaşam güçlükleri bu ülkelerde insanların HIV enfeksiyonu bulaştıktan 2 yıl sonra ölmelerine yol açabiliyor. Oysa Batı ülkelerinde tedavi edilmeyen bir kişinin bulaşma sonrasında ortalama yaşam süresi 10 yıl dolaylarındaydı.
Üstelik hâlâ ayrımcılık ve damgalanma korkusu insanların test yaptırmasını ve çok geç olmadan tedaviye başlamalarını önlüyor. Bunların Ötesinde ayrılan paraların harcanmasında şeffaflık, gereksiz harcamaların önlenmesi, jenerik ilaçların kalite denetimi, önleme çalışmalarında başarı kazanılması ve gelecekte tedavinin malî yükünün karşılanamaz noktalara yükselmesinin önlenmesi gibi onlarca sorun var.
Birleşmiş Milletler AIDS Örgütü yöneticisi Peter Piot bu yaz gerçekleştirilen Bangkok Konferansı'nda katılımcıları aşırı iyimserliğe karşı uyarıyor ve bütün teknîk sorunların üstesinden gelindiğinde bile, "Önümüzde son derece güç kararlar var," diyordu. Bu kararlardan en dramatik olanı tedavide Önceliğin kime verileceği sorusu. Peter Piot bu kararlara HIV/AIDS'li kişilerin de katılması gerektiğini vurguluyor.
Jenerik ilaçlar savaşımının kazanılmasıyla HIV/AIDS konusunun politik öneminin kaybolduğu sanılmamak. Çok değerli bir doktor olmasına karşın, Birleşmiş Milletler AIDS Örgütü yöneticisi olarak bugüne kadar yakıcı sorunlarda bağlayıcı sözlerden kaçmasıyla ünlü Peter Piot, son Bangkok Konferansı'nda Afrika'nın ve yoksul ülkelerin borçları sorusunu gündeme getirdi ve bu borçlar silinmeden HIV/AIDS savaşımında gerçek bir ilerleme sağlanamayacağını belirtti.
Görüldüğü gibi, insanlık tarihindeki bütün büyük salgınlarda olduğu gibi HIV/AIDS salgını da çağına ayna olmaya devam ediyor. Rakamların ürkütücülüğünden kurtulan bir kişinin HIV/AIDS savaşımıyla günümüzün bütün önemli politik ve sosyal konuları arasındaki bağı görmemesi artık mümkün değil. (İAD/BA)
* İlkay Alptekin Demir'in çalışması İki aylık Sosyalist Siyasi Kültür Dergisi Kızılcık'ın 2004 Kasım Aralık 22. sayısında yer aldı.
* Kızılcık'ın bu sayısında ayrıca, Mısır heykel sanatı/ Ayfer Coşkun, Hangi Avrupa/ Ö. B. Canatan, Devlet, toplum, Demokrasi / Taner Timur, "Yunanca düşünce, Arapça kültür/ Fatmagül Berktay, Azınlıklar-hak eşitliği/ Yalçın Yusufoğlu, Kayıp Kıta: Afrika/Zeki Yavuz, Sağlıkta reform/ Dr. Turgay Yerlikaya, Aleviliği yaratan koşullar ve insanlar/ Esat Korkmaz, Çakıcılar, Çatlılar, Vb., Sait Faik üzerine/Konur Ertop, Kaygusuz Abdal/ Refik Zerengil yazıları yer alıyor.