"Hiçbir korumanız olmayacak." -- Mississippi'de öldürülmesinden kısa bir süre önce, Medgar Evers vatandaşlık hakları savunucularına bunları söylemişti, 12 Haziran 1963.
Kalbim paramparça; ama umurumda değil.
Öncelikle belirtmeliyim ki, ancak bu kelimeleri yazar yazmaz ağlayabildim. Ki silahlı İsrail komandolarının Gazze'ye yardım taşıyan savunmasız, askerleri sandalyelerle ve sopalarla kendilerinden uzak tutmaya çalışan barış aktivistlerine yönelik saldırılarını öğrendiğimden beri beceremediğim bir şeydi bu. İyi olmanın ne anlama geldiğini bildiğim için minnettarım; Özgürlük Filotillası'ndaki insanların dünya üzerindeki en iyi insanlardan olduklarını biliyorum. Sessizce oturup başkalarının vahşice yok edilmesine seyirci kalmadılar, kendilerini şahit oldukları duruma teslim etmeden, bedenleri dışında hiçbir silaha sarılmadan dirayet gösterdiler. Barış için, ayrımcılığı yok etmek için, Kadınlar, Renkli Bireyler, Kübalılar, Hayvanlar, Amerikan Yerlileri ve Gezegenimiz için Adalet adına düzenlenen yürüyüşler ve protestolarla geçen öğrencilik yıllarımdan başlayarak bu tarz insanları tanıma konusunda uzun bir geçmişe sahip olduğum için minnettarım.
Medgar'ın söylediklerinin doğruluğuna ağlıyorum; ne kadar cesurca ve ne kadar doğru. Mississippi'de, benim ileride yaşıyor olacağım evden pek de uzak olmayan bir yerde, üstünde "Jim Crow Gitmeli" yazan tişörtlerin bulunduğu bir kutu kollarının arasında, garajında vurularak öldürülmesine ağlıyorum. Amerika Birleşik Devletleri Ordu'sunda, hayal etmenin bile insanın içine korku salacağı türden bir ırkçı muameleyle eğitilmiş olmasına rağmen Medgar Evers, özgürlük ordusunda sonuna kadar barışçı bir asker olarak kaldı. Geride bıraktığı genç ve güzel karısı, cesaretini yitirmeden direnişin doğruluğuna odaklanmaya devam eden Myrlie Evers için ve babalarını ne tür bir kader oyununa kaybettiklerini o yaşta henüz anlayamayacak olan çocuklarına ağlıyorum; en geniş gülümsemelerimde bile her zaman ağlıyor olacağım. Sanıyorum ki, adalet arayışının o belirli döneminde sadece hayatımızı kaybetme riskini değil -ki bundan vazgeçmeye razıydık- aynı zamanda kaybetmeye razı olmadığımız çocuklarımızın bizden koparılması riskini de taşıdığımızı hiçbirimiz tahayyül edemezdik.
Medgar'ı hiçbir şey korumadı, bizi de hiçbir şey korumayacak; kendimize ve daima kendimiz gibi algıladığımız diğerlerine karşı duyduğumuz sevgi dışında hiçbir şey. Bizi yaşamlarımız dışında hiçbir şey kurtaramaz. Bu yaşamı nasıl sürdürdük; sevgi ve şefkati kendimize siper edinip hangi savaşlara katıldık? Ama yine de, gerçekten yalnız olduğumuzu, varlığımızın nihai krizinde devletimizin yanımızda olmadığını fark ettiğimiz an bizi şok ediyor. Özellikle de arkamızda bizi destekleyen, gerçekten de ait olduğumuzu düşündüğümüz bir sistemin var olduğu yanılsamasına kapıldıysak. Şükürler olsun ki benim hiçbir zaman bu yanılsamaya kapılma şansım olmadı. Ve böylece, her barışçıl şahitlik, şiddet içermeyen her karşılaşma saf bir sunuş oldu. Buna pişman değilim.
Geçen aralık CODEPINK'in Gazze'ye yardım taşıma çabalarını desteklemek için Kahire'de bulunduğum sırada maalesef üşütmüştüm ve fazla bir şey sunamadım. Otel odamda uzandım ve Mısır'ın, Özgürlük yürüşüne destek olmak amacıyla gelen 1,400 kişiye Gazze'ye giriş izni vermediği sırada diğer aktivistlerin şehirde neler olup bittiğine dair verdikleri raporları dinledim. Can sıkıcı birçok şey duydum ama içlerinden sadece bir tanesi beni tam anlamıyla kıskançlık değil ama buna yakın bir şey hissetmeye sevk etti; Fransız aktivistleri grup olarak elçiliklerinin önünde toplanmıştı ve onlar binanın dışında çadırlarını kurarlarken elçileri dışarı çıkmış onlarla konuşuyor ve onların rahat hissetmelerini sağlamaya çalışıyordu. Yabancı bir memlekette ülkesinin aktivistleri için gösterdiği bu şefkat jesti beni derinden etkiledi, yıllar önce John Kennedy'nin Beyaz Sarayı'ndan birisinin (belki de aşçıydı), sloganlarımız ve şarkılarımızla savunmasız bir komşuyu, Küba'yı, korumaya çalışırken donmak üzere olan biz gösterici öğrencilere ve öğretmenlere sıcak kahve dolu fincanlar göndermesi gibiydi.
İsrailliler arkadaşlarımızı nereye götürdü? Dün bütün gece bunu düşündüm. Gemide öldürdüklerini ve yaraladıklarını nereye götürdüler? "Benim" devletim ölü bedenlere saygılı davranma konusunda ısrarlı olma yeteneğine sahip mi? Yaralı ama hâlâ hayatta olanların dikkatli bir biçimde tedavi edilmelerini talep edebilir mi? Sadece ilgi ve dikkatle değil, hak ettikleri onur ve şefkatle tedavi edilmelerini talep edebilir mi? Eğer devletimiz bunu, bu kadar basit ve makul bir şeyi bile yapamıyorsa, gezegenimizin korunması ve iyileşmesine ne gibi bir katkıda bulunabilir?
Birleşmiş Milletler Amerika Birleşik Devletleri sözcüsünün Özgürlük Filotillası'nda bulunan aktivistlerin daha uygun olan başka kanalları kullanmaları ve zor durumda olanlara yardım götürme teşebbüslerini sorun yaratmayacak biçimde gerçekleştirmeleri gerektiği (kelimesi kelimesine bir alıntı değil) şeklinde bir beyanat verdiğini duydum. Bu beyanlar üniversite yöneticilerinin, yarım yüzyıl önce Güney'de apartheid rejimini yıkmak isteyen ve çabalarımız karşılığında kurşunlara, darağaçlarına, bombalanmalara ve alevlere maruz kalan öğrencilere verdikleri tavsiyelerle neredeyse tamamen uyuşuyor. Bu adam tarafından genel olarak temsil ediliyor olmak bile beni utandırdı (bir insan başkası adına ne kadar utanabilirse): uzak geçmişten işe yaramayan bir ses. Öyle olduğunu ummuştuk.
İsrail'in katliam konusunda okuduğu mavallar: komandoların barış aktivistlerinin saldırısına uğradığı ve yaşananların silahlı saldırganların "linç" edilmesi olarak nitelendirilebileceği söylemleri bana bir Redd Foxx şakasını hatırlatıyor. Bütün kabalığına rağmen Redd Foxx'u severdim. Kadının biri kocasını yatakta başka bir kadınla tenleri birbirine değerken, sevişirken yakalar, durum aşikârdır. Büyük ihtimalle sevişirken sarf ettiği eforun etkisiyle hızla nefes alıp vermeye devam eden kocası şöyle der: Tamam, haydi git ve gözlerinin gördüğüne inan! İsrail hükümetinin ve bizim basın organlarımızın, bu vicdansız saldırının kurbanlarını kendi yaraları, mahpuslukları ve ölümleri için suçlamaya çalışırken kullandıkları birtakım değişik yöntemleri karşılaştırmak eğer trajik olmasaydı, komik olurdu. Peki ne yapmalıyız? Rosa Parks otobüsün ön koltuğuna oturdu. Martin Luther King, kendi eylemleriyle, onun cesur hareketlerini takip etti ve o şefkatli, çınlayan sesiyle Montgomery, Alabama halkını ayaklandırdı; otobüs boş olduğunda bile renkli bireylerin ön tarafta oturmalarına izin vermeyen otobüs şirketine yönelik daimi bir boykotu üstlendiler.
Artık grup olarak vicdanlarımızın önünde boy göstermenin ve sahip olduğumuz tek otobüsün, hayatlarımızın, ön koltuklarına oturmanın vakti geldi.
Bugün Filistin ile İsrail arasındaki durumda, bu nasıl gerçekleşebilirdi, neye benzerdi? On yıllardır devam eden bu "kördüğüm"de bu neye benzerdi? Eğer dünyanın her tarafında insanlar hep beraber adalet adına eyleme geçmiş olsalardı bu "sorun" bir hafta içinde bitebilirdi. Belki de öğreniyoruzdur! Rosa Parks'ın kız torunu, Martin Luther King'in erkek torunu gibi olurduk. Paramızı sadece hayatımızı barış ve mutluluk içinde yaşayabileceğimiz bir yerde harcamaya benzerdi; sahip olduğumuz ne varsa arkadaşlarımızla paylaşırdık.
Bu, Gazze'nin ve Batı Şeria'nın İşgalini Sona Erdirmesi için İsrail'e yönelik boykotları, tecritleri ve yaptırımları (BDS) desteklemek ve bu çabayla nesillerdir yanlış muameleye maruz kalan insanların acılarını hafifletmeye ve onların üzüntülerine kulak vermeye başlamak demek olurdu. Bu eylem aynı zamanda İsrail'e yolunu şaşırdığının farkında olduğumuzu ve çoğu zaman sevgi ile ona seslendiğimizi ama sesimizin duyulmadığını hatırlatmak olurdu. Aslında, ona seslenme çabalarımızın hepsi sadece iftira, hakaret ve sıklıkla fiziksel şiddetle karşılaştı.
İnsanlığı aşağılayan ve küçük gören her şeyden desteğini çek, bunlardan uzak durmaya çalış ve bunlarla ilişiğini kes.
Bunu yapabiliriz. Biz insanlar nihai olarak bütün gücü ellerinde tutanlarız. Bizler, kazanabileceğimize inanmayı hiçbir zaman unutmaması gerekenleriz.
Biz insanız.
Her zaman bizimle ilgili olacak; hükümetler gelip geçecek. Her zaman da öyle olacak. (AW/MT/EÜ)
__________________________________________________________________________
* Alice Walker şair, roman yazarı, feminist aktivist. Merve Tabur'un Türkçeleştirdiği yazıyı feminisite'den alıntıladık.
* Yazının orjinaline ulaşmak için tıklayın.