Hrant Dink Vakfı, Hrant Dink’in öldürülüşünün 18. yılında ‘Hakikat için Söyleşiler' düzenliyor.
Söyleşilerin ilki dün Agos’un eski binası Sebat Apartmanı’nda şimdinin 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı’ndaydı.
Hrant Dink’in çalışma arkadaşlarından Agos’a uzun yıllar emek veren yazar Karin Karakaşlı, Hrant Dink’in biyografisini, ‘Hrant’ kitabını yazan Tuba Çandar ile söyleşti.
15 yıl önce, 15 yıl sonra
Söyleşinin ilk bölümünde Karakaşlı sordu, Çandar cevapladı:
“Türkiye nasıl bir cana kıydı öğrensin diye yazdım”
Belki inanmayacaksınız ama benim de bu mekana ilk gelişim sizinle beraber oldu. Bugün Hrant Dink'in hayat mücadelesini, öldürülüşünü, yaşarken ve sonrasında nasıl bir hafızaya dönüştüğünü konuşmak için buradayız. Tam da yerindeyiz. Hrant Dink’in 53 yıllık ömrüne yayılan, son 11 yılına denk gelerek kesintiye uğratılan Agos mücadelesi ilk katman. Bizler ve Türkiye için milat haline gelen 19 Ocak ve onun sonrasında geçen 18 yıl ikinci bir katman. Senin kitabının yayınlanışının üzerinden geçen 15 yıl üçüncü bir katman. Saatleri biraz seninle geri alalım ve seninle Hrant biyografisinin yazmaya koyulduğun, o fikrin oluştuğu ana geri dönelim.
Hrant kitabımı yazmaya vurulduğu 19 Ocak 2007 gününün akşamı karar verdim. Bakırköy'deki evine gitmiştik. Apartmanın sahanlığına küçük bir masa konmuştu. Üstünde Hrant'ın fotoğrafı vardı, bir mum ışığı ve sayfaları açılmış bir anı kitabı duruyordu. Baktım baktım, tek satır yazamadım anı kitabına. Ve orada ‘Senin hayatını yazacağım Hrant’ dedim. ‘Buraya tek satır yazamıyorum ama senin hayatını yazacağımı söz’ dedim. Ve öyle başladı.
Ben Hrant'ı yaşatmak için yazdım aslında. Türkiye insanı 21. yüzyılda nasıl bir cana kıydı onu öğrensin, onu bilsin diye yazdım. Ve galiba yaşattım da. Yani kitap olarak çok yaşadı Hrant. Ama ilk başlangıç yeri Agos'taki eviydi. Rakel'i başsağlığı için ziyaret ettiğimiz gündü.
“İlk tanıştırıldığımızda eliyle balık yedirdi bana”
Senin kişisel hafızan epey geriye gidiyor. Hrant hayattayken kaydettiğin bir hafıza da var. Onu hatırlayıp güç alalım biraz. Nasıl tanıştın onunla? Nasıl bir insandı senin için Hrant?
Hrant önce bir sesti benim için. Telefonda bir ses. “Ben Agos gazetesinden Hrant Dink” diye başladı. O sıralar ben Milliyet’in eki Gazete Pazar’da haftalık portreler yazardım.
Mıgırdiç Margosyan’ın Gavur Mahallesi adlı kitabı yeni yayınlanmıştı. Ve ben orada bir Margosyan portresi yazmıştım. Ondan birkaç hafta sonra aradı Hrant.
O sırada Los Angeles'ta yaşayan Udi Hrant (Kenkülyan) adlı bir Ermeni sanatçı İstanbul'a gelmişti. Portesini yapmamı istiyordu. Buluştuk, röportaj yaptık. Onun akşamında da ben kendimi kalabalık bir arkadaş grubuyla Nevizade'de buldum. Udi Hrant orada enfes bir ud konseri verdi bize. O gece hiç kimse Hrant'ı bana tanıştırmadı. Herkes tanıyordu onu çünkü. Benim de tanıdığım varsayıldı herhalde. Birbirimize tanıştırılmadık.
İlk tanıştırıldığımızda Hrant bana eliyle balık yedirdi. Babam gibi. Kim bu adam diye sordum, kim? Bu kadar yakın ve sıcak bir adam. Bana eliyle balık yediren adam. O benim sonra Hrant'ım oldu. Kitapta yazdığım gibi.
Hrant hem elleriyle balık yediren babam gibiydi, hem o kuzu gözleriyle baktığı zaman ve torunundan söz ettiği zaman küçük bir erkek kardeş gibi olurdu. Sonra gelir koca kollarıyla sarılır, kemiklerimi çatırdatırdı. O zaman da bir abi gibi olurdu. Üstelik de bütün bunları bana yaşatan adamın hayattaki en yakın dostlarından biri değildim. Ama böyleydi o. Herkese yetecek bir sevgi ve ışığı vardı. Ve aslında kendisine bahşedilmiş olan bu özellikleri müthiş bir doğallık içinde paldır küldür sunardı. Benim Hrant’ım buydu.
“Bunu bir koro, bir oratoryo gibi oluşturup yazacağım dedim”
Anlattığında gözümün önünde o kadar net canlanıyor ki sahne. O sahnelerde Hrant'la bir şekilde yolu kesişen herkes var. Onun ki çok şaşırtan, çok beklenmedik, inanılmaz bir doğallık. Hangi ortamda olursa olsun -resmi, gayri resmi-, hiç olduğu halini bozmayan bir doğallık. O anda olan, anda kalan bir insan. Anı yaşayıp, anı sana dolu dolu yaşattığı için de iz bırakan, anıya dönüşen bir insan. O yüzden bu kadar büyük bir hafızası, neresinden tutup neresinden devam edeceğimizi bilemediğimiz koca mirası var. Kitabın bütün bu hafızanın izlerini takip ediyor ve bunu yaparken de çok sıra dışı bir yapıda ilerliyor. Benim bildiğim bütün kitaplardan farklı. Giriş, bölüm başı, son dışında kendini tamamen çekmişsin yazar olarak, hikayeyi yaşayanlarına, tanıklarına dahası Hrant’ın kendi sesine teslim etmişsin. Ve bu da o kadar böyle doğal bir şekilde akıyor ki sanki işte bir koca meclis toplanmış, herkes ne söyleyeceğini biliyormuş, bir kişiden bir kişiye böyle bir bitimsiz sohbet akıyor.
Kitabı yazarken kafanda yıllarca o seslerle nasıl yaşadığını, çıldırmanın eşiğine geldiğini biliyordum. “Nasıl bir beynin var senin Tuba abla” diye birden fazla kez sorduğumu da biliyorum. Sana “Bu kitap ancak böyle yazılır, başka türlü bir yolu da yok” dedirten o kararı aldırtan şey ne?
Ben hayat hikayesini yazmaya karar verdiğimde, Hrant'ın acısı çok tazeydi, çok yeniydi. Öyle bir dönemde ben Hrant'ın hayatının üstünde kendimi konumlayarak bir biyografi yazamazdım. Ben diyen bir anlatıcısı olmayacaktı kitabımın. Onu başımdan beri biliyordum.
Hrant'ı kaldırımdan kaldırmak için yazacaktım kitabımı. Ve tek başıma değil, onu başkalarıyla birlikte kaldıracaktım. O başkaları dediğim insanları, Rakel dışında tanımıyordum henüz. Ama onların Hrant'ın hayatına tanıklık etmiş, hayatının ana duraklarında, yanında var olmuş kader arkadaşları olacağını biliyordum.
Hrant öldürüldükten sonra Etyen Mahçupyan Agos'un yönetimini devralmıştı. Ben içeride Hrant'ın odasında ona projemi açtım. Ve bu şekilde anlattım. Dedim ki ‘Ben başkalarının sesleriyle birlikte, başkalarının anlatmalarıyla birlikte, bunu bir koro, bir oratoryo gibi oluşturup yazacağım’. Etyen çok etkilendi bundan ve destek verdi bana. Gidip Rakel'le konuşacağım bunu dedi. Kısa sürede ailenin onayını aldı ve çalışmaya başladım.
Dediğim gibi seslerden oluşturacağımı biliyordum ama o seslerin kimler olacağını hiç bilmiyordum aile dışında. Öyle yola koyuldum. Başından beri benim yanımda Arat (Dink) vardı. Büyük güç verdi bana. Önce aile büyüklerinden başladık konuşmaya. O zamanlar Hrant'ın teyzesi, dayısı ve iki yengesi yani aile büyükleri hayattaydılar daha. Önce onların kapısını çaldık.
“Anlatmak şifalandırıyor”
Kitap baştan sona meşakkat ve emek ama bu noktada özellikle başlangıçtaki en büyük zorluğu sana sormak isterim. Madem hafıza, madem her şey yolun başına çıkıyor bizi de oralara götürsen…
Kitabın en büyük zorluğu hazırlık aşamasında oldu. Çünkü bu bir söyleşiler toplamı olacaktı ve ben hiç tanımadığım insanlarla söyleşi yapıyordum. Üstelik bu insanların acıları çok tazeydi. Her sorduğum soru onların kanayan yaralarına dokunmak demekti. Dolayısıyla karşılığında çok büyük bir mahcubiyet duyuyordum açıkçası.
Önce aile büyüklerinden başladık, dediğim gibi. Ve anlattılar. Büyük bir açıklıkla anlattılar. Atalarının tarihinden başlayarak, o seferberlik yılları dedikleri yıllardan başlayarak, kendi tarihlerini de anlattılar, Hrant’ın tarihini de anlattılar. Ve belki herkes anlatarak bir nevi şifalanmaya başladı. Öyle bir sürece girdik.
Bunu daha sonra kendisiyle konuştum. Hrant’ın kardeşi Orhan bana itiraf da etti. Dedi ‘Senle konuştuktan sonra eve geliyorum, uyuyamıyorum, kıvranıyorum yatakta fakat birden fark ediyorum ki anlatmak iyi geliyor aslında. Anlatmak şifalandırıyor’.
Bu yolculuğa çıktığımda Arat yanımdaydı dediğim gibi. İlk kapıyı o açtı bana. O kapıdan ilk girdim, insandan insana dolaşmaya başladım. Rakel'in evine gittiğimde öyle bir sıcaklıkla açtı ki kapıyı bana, biz kendimizi gece yarısına kadar süren bir sohbetin içinde bulduk. Hatta ‘Kal bu gece, gitme’ dedi bana. Ve ben ilk defa o gün Rakel’in evinde bütün o mahcubiyetimi, o tutukluğumu, o çekingenliğimi bıraktım, kendime ve kitabıma dair yepyeni bir inanç oluşturdum. Ondan sonra daha başka ilerledim.
Fakat sonra kitabın daha başka bir zorluğu çıktı ortaya. Bu daha çok teknik bir zorluktu. Çünkü ben kitabı 125 kişiyle konuşarak yazdım. Bu 125 kişi Hrant’ın hayatının çeşitli duraklarına, çeşitli zamanlarda bazen de tekrar tekrar tanıklık etmişlerdi. Bu yüzden defalarca röportaj yaptım. Ondan sonra deşifre edildi bütün kayıtlar. Ondan sonra bu deşifrasyonlar isimlere göre tematik ve kronolojik olarak ayrıldı, tasnif edildi.
Sonra da sanki bir sesten diğer sese anlatı devam ediyormuşçasına böyle akıtıldı. Bu inanılmaz yorucu ve inanılmaz zorlayıcı bir kurgu çalışmasıydı. Bu 125 kişilik koroyu, bu sesleri yıllarca kafamda yaşadım, kafamda taşıdım. Ama sonunda böyle bir oratoryo gibi oluşturdum. Her aşaması çok zordu. Bunu itiraf etmek isterim.
“Hep çok ağır bir ekmek kavgası içindeydi kardeşleriyle birlikte”
Hep bir kafa, zihin işi olarak bahsediyoruz ama bu konuştuğumuz her şeyi sen kalbinde de taşıdın diye düşünüyorum. Başta sevgili ailesi olmak üzere hepimiz acının, öfkenin içindeydik belirtmek gerekir. Yasın en koyu halindeydik. Çoğumuzun teni karaydı benim hatırladığım kadarıyla. Pek yanına yaklaşılası insanlar değildik açıkçası. Sen hepimizin kalbini, dilini açtın. Ve neler anlattı bu sesler sana hikaye olarak?
Aile büyüklerinden başlayalım gene. O seferberlik diye adlandırdıkları o en acı, felaket günlerinden başlayarak anlattılar bana. Ve o suskunluğa gömülü aile tarihlerini de emanet ettiler. Çünkü bunların içinde aile sırları da vardı ve ben bunları dinledikçe şaşırıyordum. Ben bunları duymak için ne yaptım, nasıl harekettim bunu diye şaşırıyordum. Öyle bir açıklıkla anlattılar.
İlk durak Hrant'ın doğduğu yer olan Malatya'daki Gavur Hamamı’ydı. Hrant orada dedesiyle birlikte yaşadıkları bir evde doğmuştu ve adını dedesi ilahilerle, dualarla kulağına fısıldamıştı. Canlı ateş demekti Hrant. Eskilerin deyimiyle, ismiyle müsemma derler ya, öyleydi Hrant. Oradan sonra Hrant'ın ikinci durağı İstanbul'a getirildikten sonra kardeşleriyle birlikte bırakıldıkları kimsesizler yurduydu. Onun hikayesini dinledim.
Sonra Gedikpaşa Ermeni Kilisesi'nin altındaki Jovaran diye adlandırılan yurda gittik. Kardeşi Orhan orayı gezdirdi bana.
Üçüncü durak, o kimsesizler yurdundaki çocuklarla birlikte kurdukları Tuzla Ermeni Kampı'ydı. Oraya Atlantis Uygarlığı adını koymuştu. Aslında bu kimsesiz çocuklar anlatılması ve açıklanması gereken bir kavram. Bunlar Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yaşayan ailelerin çocuklarıydı. Cumhuriyet döneminde Ermeni kilise ve okullarının kapatılmasından sonra bu çocuklar gerek dil, gerek dinlerini öğrenemez ve kimlik oluşturamaz hale gelmişlerdi. Patrik Şinork Kalustyan sayesinde bu çocuklara el atıldı ve bazı bölge papazları tarafından toplanarak buraya getirildiler.
Burada çok küçük yaşta aslında ailelerinden kopartılmış bir halde, derme çatma ilkokullarda okutulduktan sonra Tıbrevank Lisesi'ne kondular. Tıbrevank Ermeni Lisesi çok kuvvetli eğitimi olan iyi bir okuldu. Burada onlar hem dillerini, hem dinlerini öğrendiler. Bu açıdan Hrant'ın hayatında Tıbrevank çok önemli bir yer teşkil ediyordu. Çünkü gerek Ermeni kimliğini gerek solculuğunu yani bu her iki aidiyetini de burada oluşturmuştu. Ve tabii o arkadaşlarına duyduğu dayanışma ruhunu da. Tıbrevank, Hrant'ın ilk yuvası olmuştu.
Ama ilk başkaldırıyı da gene bu yuvada yaşadı. Yani düzene ilk başkaldırısı Tıbrevank'ta oldu. Arkadaşlarına sahip çıktı ve okuldan ayrılmak zorunda bırakıldı. Ama Tıbrevank hayatı hem Hrant'ın hem bütün o benim tanıklar dediğim arkadaşlarının, kader yoldaşlarının açısından çok önemli bir yerdi. Bunu emanet ettiler bana.
Sonra tabii Silopi'de bir Varto Ermeni aşireti ve onun bir Siyamend ağası vardı. Onun da Rakel adlı bir güzel kızı. Hrant'ın Rakel'e sevdalanışı bana emanet edilen en tatlı, en güzel ve en özel hikayeydi. Birbirlerine çutak ve taşnak demeleri, piyano ve keman diye adlandırmaları ve o sonsuz aşkın da evlilikle sonuçlanması... O hikaye anlatıldı.
Bununla eş zamanlı olarak ama Hrant aslında büyük yoksulluklar içinde büyümüştü ve hep çok ağır bir ekmek kavgası içindeydi kardeşleriyle birlikte.
Sonra bir dönem solculuğu yüzünden Ermeni cemaatini korumak için isminden vazgeçti ve Yılmaz Güney'in o çok sevdiği karakterini binaen Fırat ismini aldı. Ömrünün büyük bir kısmını Fırat Dink olarak geçirdiği anlatıldı. Ve ben bu tanıkların izini sürerken, bu sesleri dinlerken birden fark ettim ki Hrant'ın 10 yıl süren bir üniversite hayatı var. Çünkü hep o ekmek kavgasıyla iç içe geçmiş bir hayat. Hem o yıllar boyunca, hem 12 Eylül döneminde tutuklandığında hep Fırat Dink olarak biliniyordu Hrant. Hatta askerliğini yaparken de Fırat Dink'ti adı. Ama o ad onu Ermeni kimliğinden dolayı ayrımcılığa tutulup sakıncalılar bölüğüne konulmaktan kurtulamamıştı maalesef.
Hrant ekmek kavgası içinde bir sürü işe girip çıktı. İşportacılıktan, duvar kağıtçılığına, saat satıcılığından aklınıza gelebilecek her türlü işe girip çıkarken de Fırat Dink’ti, Bakırköy'deki Beyaz Adam Kitapevi’ni kurarken de Fırat Dink'di. Hrant ne zamanki Agos'u kurmaya karar verdi Hrant ismine o zaman döndü, asıl kimliğini o zaman kuşandı ve mücadelesini, siyasi mücadelesini hep Hrant Dink olarak yürüttü. Bu çok ilginç bir hikayeydi, benim hiç bilmediğim. Bu ve daha bir sürü hikaye emanet edildi bana. Tabii ki Agos'un hikayesi de... Yani kuruluşundan son yazı işleri toplantısına kadar burada yaşananların hikayesi. Bütün bunlar emanet edildi…
“Sonunu daha başından bildiğimiz çağdaş bir tragedya”
Onsuz zamanlarda onu doğrudan yaşamak… Birisini kaybettiğinizde sesini kaybediyoruz çünkü. Kitabın da Hrant'ın sesini doğrudan veriyor. Sen aslında “Hrant’ı kaldırımdan kaldırmak istedim” derken o sesi bize geri verdin. Biraz da onu anlatsan…
O bir aşamada oldu Karin. İnsanlar güzel güzel anlatırken bir aşamada dedim ki bu böyle olmuyor. Hrant'ın sesini koymam lazım buna. Ya da bilmiyorum belki Hrant yeter gayri dedi. Atladı kendisi girdi kitabın içine.
Ama Hrant'ın sesini dahil etmeye karar verdikten sonra zaten orada senin çok büyük yardımlarını gördüm. Zaten o sıralar tanıştık seninle. Agos'un koskoca bir arşivi vardı. O arşivde 10 yıllık bir arşivdi ve yüzlerce yazısı vardı Hrant'ın. Onların içindeki otobiyografik olanlar ayıklandı. Ve yine onlar da kronolojik ve tematik olarak ayıklandı.
Hrant'ın kendi sesiyle kitaba girmesiyle birlikte kitabın bütün anlatımı değişti. Öyle yaptım ki hem her bölüme onunla başladım hem de her bölümü Hrant'ın sesiyle bitirdim. O zaman bambaşka bir atmosfer doğurdu kitap. Hrant’tı çünkü bu. Kimseye benzemezdi ki.
Ve sonuçta bir nokta geldi ki kitabı ikiye bölmek zorunda kaldım. Çünkü bir bedende iki kitap, iki hayat çıktı ortaya. Birisi Agos'un kuruluşuna kadar olan hayatı, mücadele içinde geçen… Evliliği, okulları, eğitimi, askerliği, tutukluluğu filan derken öyle bir koca hayat mücadelesi vardı buraya gelene kadar ki.
Ona Hent Hrant adını taktım. Çünkü Hent, Hrant'ın süre gelen tek lakabıydı. Yani Fırat Dink olduğu sıralarda da o hep Hent'ti. O çok sevdiği Tubremant Lisesi'ndeki ahparigleri takmıştı ona bu lakabı. Deli Fişek anlamına gelirdi ve Hrant'ın kişiliğini çok güzel yansıtan bir isimdi. Onun için ilk kitaba Hent dedim. İkinci kitap ise Agos'un kuruluşuyla başladı. Ve burada, bu kaldırımda düşmeden önceki son toplantısına kadar devam etti. Ona da Agos'un çalışanlarının kendisini adlandırdığı haliyle Baron Hrant dedim. Çünkü Baron, Ermenicede hoca, usta anlamına gelirdi.
Hend Hrant, Rakel başta olmak üzere Anadolu Ermenilerinin de hayatının anlatıldığı bir kitap oldu. Baron Hrant ise sonunu daha başından bildiğimiz çağdaş bir tragedya. Dolayısıyla ikisi de çok farklı kurgulandı, çok farklı tınılara sahip oldu.
“Hrant'tan geri kalan şey birkaç şiir ve iki üç mektuptu”
Bir yandan Hrant'ın kendi hayatı, bir yandan atalarının yaşadıkları, sonra Agos dönemindeki bütün tanıklıklar, bunların hepsi birleştiğinde aslında Türkiye'ye yakın tarihinin de bir profili çıkıyor. Ben bunun çıkışının da aslında onun bir arzusu olduğunu, tam onun ruhuna, mücadelesine, iradesine denk geldiğini düşünüyorum. Hafıza oluşturma çalışmaları açısından sen bu biyografiyi nereye koyuyorsun?
Bu kitabı yazmak için yola çıktığımda daha 2007'nin ilkbahar aylarındaydık. Ortada hiçbir şey yoktu. Hrant'ın kendisinin bir otobiyografi yazmak istediğini Arat'tan öğrenmiştim. Ama onun yazılı olduğu bilgisayar çökmüştü ve hiçbir şey yoktu ortada yani kurtarılamamıştı.
Hrant'ın özeli zaten yok gibiydi çünkü Hrant bütün o dolu dizgin hayat kavgası içinde öyle mektuptu, hatıra defteriydi, anı yazmaktı filan gibi lükslere sahip olamamıştı. Öyle bir vakti de yoktu, öyle bir hali de yoktu. Dolayısıyla Hrant'ın özeli yoktu. Hrant'tan geri kalan şey sadece Rakel'e yazmış olduğu birkaç şiir ve askerdeyken çocuklarına yazmış olduğu iki üç mektuptu. Bir de başlayıp da bir türlü bitiremediği bir masalı vardı. O da birkaç sayfaydı, o kadar.
Bu şartlarda başladım ben Hrant'ı yazmaya. Üç buçuk yıl sürdü. 2010'da yayınlanabildi ancak. Ama tabii her şeyden önce Hrant'ın 10 yıl içinde çalışma arkadaşlarıyla oluşturduğu koskoca bir Agos arşivi vardı. Ve o bir kültür hazinesiydi. Yani ‘Önce söz vardı’ gibi önce Agos vardı.
“Kitap benden bağımsızlaştı”
Peki buradan devamlı bir de kitabının yolculuğunu konuşmak isterim biraz seninle. Malum böyle bir kitap yayınlandıktan sonra kendi bağımsız yolculuğuna da koyuldu. Biraz da onları anlatsan, o yolculukta neler yaşandı, yazıldıktan sonrası?
Kitap 2010’da yayımlandı. Hrant'ın doğum gününe yetiştirdim onu. O zamanlar Türkiye'de yaşıyorduk. Eski Türkiye'de iyi bir basın vardı. Ciddi bir basın, televizyon kanallarında ciddi programcılar vardı. Dolayısıyla kitabın tanıtım yolculuğu başladı.
Ben ilk iki ay röportajlardan başımı kaldıramadığımı hatırlarım. Sonra yurt dışına çıktı kitap benimle. Önce Harvard'da bir konuşma yaptım. Sonra ABD, İtalya, İskoçya, Almanya'da konuşuldu kitap. Ve 7 yıl yaşadığım Stockholm'de... Yani kitap bayağı bir dolaştı.
Fakat ilginç bir şey oldu. Kitap 25 bin adet basıldı aslında. Bu o zamanlar çok yüksek bir tirajdı. Hala öyle herhalde. Orhan Pamuk ve Elif Şafak'ın kitaplarından sonra en büyük baskıydı. Bir süre sonra bir baktım, kitap canlı bir organizmaya dönüştü. Benden bağımsızlaştı.
Bir gün Radikal Gazetesi'nde, Hrant kitabımdan parçalar, tam iki sayfa ve bambaşka bir imzayla. Çok şaşırdım. Hatta biraz alındım da yani hani emeğime saygısızlık gibi yaşadım bunu. Fakat sonra bu hep olur hale geldi. Çünkü sanıyorum kitabın seslerden oluşmasından dolayı insanlara bir rahatlık gelmişti. Alıntılayıp alıntılayıp kendi imzalarını da koyup üstüne kullanmaya başladılar. Almış başına gidiyordu kitap. Önce alındım buna sonra düşündüm belki Hrant bunun böyle olmasını isterdi diye. ‘Böyle böyle kitlelere mal oluyor işte. Fena mı’ dedim kendi kendime.
Kitap İngilizce de yayınlandı. Uluslararası arenaya çıktı. Venedik Bianeli’nde Fransa'da yaşayan Ermeni sanatçı Sarkis'le tanıştı. Sarkis başucu kitabı yaptı Hrant'ı. Sonra da onu bir sanat eserine dönüştürdü.
Kitap sanat eseri olarak en son Baden-Baden’de sergilendi. Hatta Berlinli bir sanatseverin koleksiyonuna dahil oldu. En son da Barış Pirhasan tarafından senaryosu yazıldı. Yani kitabı senaryolaştırdı Barış. Şimdi başka yolculuklar için zamanını bekliyor ama gördüğün gibi kitabın da kendi özel, tarihi ve hafızası oluştu.
“Hep anlattı Hrant”
Biraz buradan devam edelim onun oluşturduğu hafızadan…
Şimdi tabii Hrant anlatılırken ona ilişkin çok şey söylenebilir. Ermeni gazeteci kimliğinden kendi özgün aydın kişiliğine, çünkü çok özgün bir aydındı Hrant. Hem Ermeni meselesini hem Türkiye'nin bütün demokratikleşme meselelerini bir arada savunan bir aydındı.
O aydın kişiliğine ya da Ermeni toplumunun sivil sözcülüğünden kanaat önderliğine kadar Hrant için bir sürü şey söylenebilir, çok şey anlatılabilir. Ama Hrant benim için bir anlatıcıydı aslında, bir hikaye anlatıcısıydı. Ve baştan sona tek bir hikaye anlattı. O da atalarının hikayesiydi. Yazılı anlattı, sözlü anlattı. Yetmedi, Rakel’le şarkı söyleyerek anlattı. Yetmedi, kollarını kocaman açtı, dans ederek, oynayarak anlattı. Hrant bize hep aynı hikayeyi anlattı.
Atalarına 1915'te yaşatılan kıyımdan başladı. Cumhuriyet döneminin bütün ayırımcı ve inkarcı politikalarını anlattı. Kendi halkının hep suskunluğa terk edilmiş, mühürlenmiş baskı ve zulmünü anlattı. Hiç böyle benim şimdi anlattığım gibi ağır anlatmadı Hrant. Küçük insan hikayelerinden başlayarak anlattı. İlk başladığı zamanlar hep küçük insan hikayeleri, günlük hikayelerle bu koskoca meseleyi anlattı Hrant.
Hatta Hrant yaşarken anlattıklarını şurada aşağıda yatarken de anlattı. Yüzü koyun duran bedeniyle orada yatarken altı delik ayakkabılarıyla hala anlatıyordu Hrant.
Dolayısıyla Hrant'ın anlatarak bir hafıza oluşturduğunu düşünüyorum ben. O, öldürüldüğü günden geçmişine bir köprü kurdu ve yine anlattı. Anlatmayı sürdürdü.
(HA)