Farkında mıyız bilmiyorum, ama bir devrime şahit oluyoruz.
Sokak barikatları, savaş çığlıkları, kan ve barut kokusu olmadan bir devrim gerçekleşiyor. Araçlarımız akıl, vicdan, insan onuruna olan sarsılmaz inanç, özgürlük aşkı ve sosyal yapıların tarihi, yani değişebilir ve artık işlemiyorlarsa değiştirilmesi gereğine ilişkin bilinç; bilincimiz...
Türkiye'nin artık halkına zarar veren iç kanamasını durduramayan, aklını ve vicdanını rehin alan siyasi, hukuki ve ekonomik yapısını değiştirmesinin zamanı gelmiştir. Aksi halde, radar ekranından silinen bir uçak silueti gibi, bildiğimiz Türkiye'yi 21. yüzyılın sonunda göremeyebiliriz. Bu niçin böyle?
Biz Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra aile fotoğrafından Kürtleri çıkardık. Çok-kültürlü, çok-etnili bir yapıyı 600 yıl yaşatan Pax Ottomana (Osmanlı barışı) bozulduktan sonra, aynı çoğul sosyal ve kültürel mirası devralan cumhuriyet yönetimi bir Pax Turchia (Türkiye barışı) gerçekleştiremedi. Ne acıdır ki "niye" diye sormadık ve evimizin içinde çıkan kavganın nedenlerini irdeleyeceğimize, birbirimize küstük, birbirimizi suçladık ve kırdık. Kendimize koyduğumuz, "yurtta barış, cihanda barış" ve "çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak" hedeflerini 20. yüzyılda kaçırdık. Böyle devam ederse 21. yüzyılı da kaçırabiliriz.
Bu bir felaket tellallığı değildir. Bilim adamları geleceğin habercileridir. Haberciyi susturmak, geleceğin kapımızı çalmasını engellemez.
Biz burada ülkemizi geri bıraktıran, otoriterliği ve tahammülsüzlüğü besleyen şartları müzakereye açtık. Bunun adına da "barışı aramak" dedik. Yapmak istediğimiz, barışı resmi bir prosedür olmaktan çıkarıp, bir vatandaşlar inisiyatifine dönüştürmek; tıpkı olması gerektiği gibi... Çünkü, barışı kim yaparsa yapsın, barışı inşa edecek, onu yaşatacak ve taşıyacak olan bizleriz; yurttaşlar...
Benim bildiğim Anglo-Sakson dillerinde "barışmak" diye bir kavram yok. Onun yerine, "barış yapmak", "barışı inşa etmek" ve "barışı korumak" kavramları var. Kültürümüzde bunların üçünü de kavrayan bir fiil varsa, bunu daha önce yapmışız, yapabiliyoruz demektir. Yine yapmalıyız ve bunu yapabileceğimizi dosta düşmana göstermeliyiz.
Bunu ölen evlatlarımıza, acı çeken ana-babalarımıza, geleceğini yitiren gençlerimize, Türkiye'ye ve Türkiye'de inancını yitiren herkese borcumuz olduğunu bilerek yapmalıyız. Bizi izleyen ve kayda alan etkili ve yetkili her mercie sesleniyoruz: Buraya savaşmaya değil, barışmaya; bölünmeye değil bütünleşmeye, hem de sizin adaletsiz, köhnemiş ve yetersiz politikalarınız, uygulamalarınız nedeniyle bölünmüş ülkemizi ve milletimizi birleştirmeye geldik.
Bu iki günün konuşmaları, değerlendirmeleri ve önerileri, bir "barış programı taslağı" denebilecek yol haritasına temel olacak. Bundan böyle, "barış ama nasıl" diye sorulduğu zaman, bu belgeyle "işte böyle" diyebileceğiz.
Silahların susmasının, hatta gömülmesinin, barışın ön koşulu olduğunu ama kalıcı olmasına yetmeyeceğini biliyoruz. Yine de her uzun yolun bir ilk adımla başladığının bilincinde olarak, şaşkın, kaygılı, açılı ama umutla bekleyen halkımızın karşısına bir "barış teklifi"yle çıkıyoruz. Bu, bizim yurttaşlık sorumluluğumuz olduğu kadar, kendimize, birbirimize, bu vatanı bize emanet eden atalarımıza ve onu devredeceğimiz gelecek kuşaklara olan borcumuz.
Biz burada iki gün boyunca aramızda toplumsal barışın şartlarını müzakere ettik Teklifimizi halkımıza, hükümetimize, resmi ve gayri resmi tüm makam ve kuruluşlara sunuyoruz. Keşke resmi olanlar da aramızda olsalardı. Oysa davet edilmişlerdi. Neticede bu onların da barışı; yoksa değil mi?
Bundan böyle yeni katkılarla zenginleştirilip, uygulamaya konması için arkasına toplumun siyasal iradesinin konmasına çalışacağız. Bunun için bir örgütsel yapıya ihtiyaç var. Bundan sonraki aşamada barış faaliyetlerini koordine edecek bir örgütsel yapının oluşturulmasına çalışılacaktır.
( "Barış Programı" nın sunumunun ardından, Prof. Dr. Ergil yeniden söz aldı ve konferansı şu sözlerle kapattı)
Bana yabancılar sık sık soruyorlar: "Kürtlerin statüsü nedir?"
Kürtler çoğunluk mu? Düşünüyorum: Fiilen değil.
Azınlık mi? Hukuken değil!
O halde ne?
Sonunda buldum: Muamele edildikleri tarza bakılırsa, Kürtler fazlalık!..
Fazlalık, ulusal estetiği bozduğu için ya üstü örtülür ya da kesip atılır. İkinci olasılık düşünülmedi değil, ama kitle o kadar büyük ki beden kan kaybından gidebilir. İkinci yöntem denendi. Kürtlerin üstü örtüldü. Yok varsayıldı. Ama o kadar sivriydiler ki örtüyü delip yine ortaya çıktılar.
Şimdi tek bir yol kaldı: Kürtleri içselleştirelim. Onları "öteki" olarak değil, "biz"den biri olarak görelim ve hepimizleşelim!.. Yurtta barış o zaman gerçekleşir. (DE/TK)