Bankacılıkta da Ziraat ve Halk Bankalarının özelleştirilmesi söz konusu olunca, Bankalar Birliği Başkanı da olan İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince "milli-yerli" özel sermayeye bankaları devretmek gerektiğine parmak basmaktadır.
Neden yerli, sorusuna cevaben Özince'nin sözlerini aktarmak açıklayıcı olabilir:
"Türkiye'nin bir milli bankacılık politikası olmalıdır. Kriz günlerinde memleketin önde gelen özel bankaları ile Hazine arasında, ülkenin bunalımdan çıkması için çok önemli diyaloglar yaşandı. Özel bankalarımız, dövizin aşırı yükselişine etki edebilmek için döviz bozdurmaya yönlendirilmiştir. Devlet, iç borçlanma ihaleleri ile ilgili beklentiler dile getirilmiştir. Zorlayıcı olunmamıştır. Ortak menfaatlerle hareket edilmiştir ki, bu ortak menfaatler de önemli bir ölçüde milli olma özelliği taşımıştır, bunlar doğrultusunda kolay birleşilebilmiştir. Bunu ele gelir büyüklükte olan müesseseler ile yapabilirsiniz."
Özellikle kriz anlarında, sorunları aşmada "halden anlar, ele gelir büyüklükteki kuruluşlara" söz geçirmenin gerekliliğini vurgulayan Özince yaklaşımı, finans için olduğu kadar sanayi kuruluşları için de geçerli olsa gerek.
İyi de, ekonomiyi ve onun etrafında vücut bulan toplumsal yapıyı yeniden üretmede, kamu yönetimi ile uyumlu ele gelir kuruluşların kontrol altında olması bir ihtiyaç ise ve onlar topluma yük olmaktan da çıkmışsa, onları kâr ve birikimden başka bir şey düşünmeyen özel ellere teslim etmenin gereği ne?
Bu soruya verilecek klişe yanıtı da biliyoruz: "Kamu işletmeciliği kaynak tahsissini çarpıtmakta ve verimliliği düşürmektedir", v.s. Bu klişe iddiayı çürütecek o kadar çok örnek var ki...
Millici yaklaşım, örtük biçimde özelleştirmeyi savunmakta, ancak, "yabancıya gitmesin bizde kalsın" -Hoca'nın fıkrası misali, "Biraz da biz ölelim!"- temasını topluma mal etmeye çalışmaktadır.
Ziraat, Halk gibi bankaların, Erdemir, Tüpraş, Telekom ve daha birçok kamu kuruluşunun toplumsal hayatımızda önemli yerler tuttuğu ve toplumsal istikrar açısından ülkeyi yönetenlerin kontrol edebilecekleri bir mülkiyet ve yönetim bileşimine sahip olmaları gerektiği açık.
Bu kuruluşları yabancılara satmanın tehlikesine, AKP'nin içinde Şener gibi isimler kadar, bankacılar, TOBB yöneticileri ve "milli sermaye" de ikna olmuş görünüyor. Ama, bu kuruluşları milli-yerli kuruluşlara satmanın, yabancılardan daha emin ellere teslim etmek anlamını taşıdığı ne malum?
Sermaye, yerli de olsa, yabancı da olsa, sermayedir. Amacı kâr ve sermaye birikimidir. Özince'nin verdiği 2001 finans krizi sırasındaki örnek, söz konusu bankaların "milli duyguları"nın dürtüsü gereği değil, aynı gemide olunması ve su üstünde kalma ihtiyacı ile olmuştur.
Aynı dönemde, milli-yerli iki bankanın Demirbank'ın ipini nasıl çektiklerini ve bununla beraber, alacaklarını kurtarmak için finansal krize nasıl çanak tuttukları da Özince'nin belleğinde duruyor olmalı.
Yine aynı krizde, beyaz eşya ve otomotiv pazarının daralması ile en büyük sanayi grubunun kendisini nasıl dışarıya, Rusya'ya, çevre ülkelere attığı, buradan binlerce insanı işsiz bırakmak pahasına cirosunun yüzde 40'ını dışarıdan sağlamak üzere oralara yatırım yaptığı, rota değiştirdiği akıllardadır.
Krizde kaçan sıcak paranın ne kadarı yerli ne kadarı yabancıydı acaba, bilen var mı?
Kârların düşmeye başladığı, birikim tekerinin yavaşladığı anda, sermayenin "milli-yerli" pulları anında dökülür ve onun altından gerçek derisi ortaya çıkar. Sermayenin "milli"liği, kâr ve sermaye birikimine hizmet ettiği yere kadardır, bu hedefle çatıştığında ne millilik kalır, ne yerlilik.
O nedenle, toplumsal istikrar açısından gerekli hizmetler, kurumlar, "kamusal" kalmalıdır; ne yabancıya ne de yerli özel sermayeye satılmalıdır. IMF-DB ikilisinin Washington Mutabakatı düsturu olan kamuya, kamusal alana piyasayı sokma, "ne pahasına olursa olsun özelleştirme" düsturuna karşı çıkılmalıdır.
Hele ki, kaynak tüketmeyen tersine kaynak yaratan Erdemir,Telekom,Tüpraş gibi kuruluşların kamusal kimliklerine zinhar dokunulmamalıdır.
Kamu kuruluşlarının "arpalık" olmasından mı şikayetçisiniz; onun yolu ille de özelleştirme değildir. Kamu girişimciliği reformuna giderek, kamu kuruluşlarını daha özyönetimci, çalışanların denetlediği, siyasilerin negatif etkilenmelerinden korunan kendi yağıyla kavrulup büyüyen, istihdam, katma değer yaratan, bağımlılığı azaltan, teknoloji üreten, ihracat yapan kuruluşlar haline getirebilirsiniz. Yeter ki niyetiniz olsun.
Ama sizin niyetiniz reform değil, IMF'yi memnun etmekse hiçbir öneri size hayretmez... Ne yazık ki... (MS/TK)