Biz mühendis kökenli bir aileyiz. Babam inşaat mühendisi ve müteahhitti. Çocuklarım o havanın içinde büyüdüler. O kökenle beslenerek. İki oğlum da kendi sahalarında ünlüdür. Şevket, iktisat doktorudur. Tarihçiliği de var. Orhan ise yazar oldu.
Orhan'ı anlatmak kolay değil. Küçükken çok resim yapardı. Evde bir sürü tablosu vardı. Ama okumaya çok meraklıydı ikisi de. Ben de öyleydim. Biz dört kardeştik, okumaya çok meraklı olan bendim. Evin arka tarafında büyük bir kütüphanem var. Duvarların kitaplarla dolu olması, öyle inanıyorum ki çocukları çok etkileyen bir şey. Benim kitap okuduğumu gördükçe onlar da okudular.
Okumak, Orhan'da bir tutku oldu. Ben briç meraklısıydım, gece geç saatte dönerdim briçten, bakardım Orhan kitap okuyor. Bir yere giderdik, gidecek olurduk, "bir şey ister misin?" diye sorardım, kitap listeleri tutuştururdu elime. Bugün Orhan kitaplar üzerine geniş bir bilgi dağarcığına sahiptir. Herhangi bir konuyla ilgili bir kitap sorun, mutlaka üç beş kitap çıkartır, adını verir.
Onun çevreyle büyük ilişkisi vardı. Çok dikkatliydi, ben bunu hep resim yapmasına bağlardım. Resimden gelen bir gözlemcilik derdim. Mesela bir manava gideriz, manavın kocaman bıyıkları var. Orhan durmadan adamın bıyıklarına bakardı. Dikkatle incelerdi adamı. Ben dürterdim, toparlanırdı, sonra bir bakarım yine adamın bıyıklarına bakıyor. Küçüklüğünden beri çevreyle çok ilgilenirdi.
Çocuklarımın ikisi de Robert Kolej 'de okudular. Anneleri de orada okumuştu. Eskiden bunun ne kadar önemli olduğunu düşünmezdim, ama şimdi görüyorum ki, Anglosakson eğitimi almak bambaşka bir şey.
Demokrasi orada başlıyor. Hani televizyonda bir dizi var, Beyaz Gölge, çocuklar hep düşündüklerini söylüyorlar, itiraz edebiliyorlar, bir fikir birliğine gidemiyorlarsa, düşündüklerini söylüyorlar ve oya koyuyorlar değişik önerileri.
Çocuklarım bu dizdekine benzer bir demokrasi terbiyesini Robert Kolej'de aldılar. Bence bizde bu çok gerekli ve faydalı bir şey. İnsanların karakterini belirli-yor. Bir çocuğa devamlı "Bu böyle olacak, tartışma, yap!" derseniz o da ileride eline fırsat geçtiği zaman aynı mantıkla hareket eder.
Başarılı işler ancak tutkuyla gerçekleştirilir, ilerler. Olağan işler tutku istemez, bir yere de varmaz. Orhan'da bir yazma tutkusu başladı. Sartre, Camus ve Meksikalı yazarlarda bulunan bir tutkuya benzer bir tutku. Yani "bu sabah bir şeyler yazdım" diyen yazarlardan değildi.
Bu arada 1973'tü galiba, mimarlık tahsilini bırakacağını söyledi. Annesi bırakmaması için çok ısrar etti. Orhan, "Neresini doğru yapıyorum, neresini yanlış yapıyorum söylemiyorlar, bir tek kelime alamıyorum ağızlarından"filan diye şikâyet etti. Bunun üzerine ben neyi arzu ediyorsa onu yapmasını istedim.
Ben 1976-77 yıllarında fark ettim ki, Cevdet Bey ve Oğulları adlı romanına başlamış. Bu arada bazı dergilere şiirler yollamış. Şimdi Türkiye'de şöyle şeyler var. "Oğlunuz ne iş yapıyor?" "Yazar." "Tamam, yazar da, başka ne iş yapıyor?" Ben bunu anlamıyorum. Bir yere memur gireceksiniz, akşam geleceksiniz, iki satır karalayacaksınız, büyük edebiyatçı olacaksınız. Bu hem yazara hem de sanat eserine karşı saygısızlık. Üstelik bu kültürlü insanlar arasında da yapılan bir hata. Yani edebiyatta başarıya az bir gayretle varılabileceği kanısındalar. Halbuki insanlar üst derecede konsantre olurlarsa yaptıkları işe, başarılı olabilirler.
Neyse kitabı basıldı, sonra Orhan'ın tanınma dönemi başladı. Biz de tabii Orhan'ın babası olarak tanınmaya başladık yavaş yavaş. Bu tabii çok çok keyifli, güzel bir şey. Bunu anlatmak çok zor. Bir yere gidiyorsunuz, tanıyanlar "Orhan Pamuk'un babası" diyorlar.
Bir kitap biterken öbürünü düşünme huyu vardır Orhan'ın. Cevdet Bey ve Oğulları'ndan sonra Sessiz Ev 'i yazdı. Sessiz Ev bence üslup bakımından daha değişik bir kitap. Birçok dile tercüme edildi. Sonra da Beyaz Kale 'yi yazdı. Bugünlerde de sanırım dördüncü romanını bitirdi. Orhan, kişisel olarak bildiği konuyu çok iyi bilen bir insandır.
Ama pek belli etmekten hoşlanmaz bildiklerini. Aksi zamanları da vardır. Ben baba oğuldan çok arkadaştık çocuklarımla. Ben erken evlendim, yirmi altı yaşındayken iki oğlum vardı. Otuz, otuz beş yaşına geldiğimde birlikte futbol oynardık. Gençler-Moruklar diye iki takım yapardık akrabalarla birlikte. Böyle yakın arkadaş olduğumuz için evimizde otorite gibi bir sorun da yoktu. Biz belirli kurallarla büyüdük. Cumhuriyet, Atatürk ilkeleri... Annem de öğretmen okulunu bitirmişti. Böyle bir havadaydık çocukken. Laiklik ilkesi, Onuncu Yıl Marşı, altı ok ne demektir? Bilirdik. Bunlar memleketin temel direkleriydi.
Bu dönemlerde Orhan hep yazıyordu. 1983'te Cevdet Bey ve Oğulları basıldı, çok ilgi gördü. Oğlum yazar olduğu için tabii çok memnunum. Bu çok güzel bir şey.
Benim kanımca Orhan'ın hayatında hep iki dönem vardır. Birincisi, yoğun bir çalışmayla geçen, roman yazdığı, tasarladığı ve çalıştığı dönem. Diğeri de bitirdiği ve rahatladığı dönem. Yazdığı zamanlarda tabii çok konsantre oluyor çalışmalarına. Dış ilişkilerini asgariye indiriyor. Ben de ona uyarak randevu alıyorum ondan. Çok az görüşüyoruz böyle zamanlarda. Bunda çok haklı ve ben bu duruma mümkün olduğu kadar saygı gösteriyorum.Düşünün o çalışıyor, ben bir öğleden sonra gidiyorum, akşama kadar oturuyorum. Kafasında ne varsa dağılır elbette.
"Babamdan çok şey öğrendiğimi ben de sonraları anladım." Orhan Pamuk
Babam... Küçükken, evin içinde nasıl görürdüm onu? Her şeyden önce neşeli bir insan var aklımda. Her şeyle dalga geçmesini bilen, alay edebilen biri. Bu yüzden olsa gerek, öyle büyük bir otorite, bir üstün varlık, bizi derinden derine etkilemesi gereken bir yüce kişi hissetmedim hiçbir zaman. Bende bir korku fikri olmadı.
Mesela başbakanlar, devlet büyükleri, din kuran kişiler, peygamberler, hepsi babamdan öğrendiğim ve onun bize sezdirdiği kadarıyla biraz da dalga geçilebilecek, bıyık altından gülünebilecek bir dünyanın parçasıydılar.
Onunla her şeyi konuşabileceğimi hissederdim. Babamın kariyerine bakmak doğrusu beni çok heyecanlandıran bir şey değil onunla ilgili olarak. Yaptığı işler yapmayı düşündüğüm işler değildi, belki ondan. Onu yaptığı işlerin sonuçlarıyla da görmedim.
Benim için evin içinde olan babam daha çekicidir. Ama çok rasyonel bir insan olduğunu şimdi anlıyorum, insan belirli bir süreci yaşarken ne öğrendiğinin farkına varmıyor. Çok sonra anlıyor öğrendiklerini. Babamdan çok şey öğrendiğimi ben de sonraları anladım.
Bazı resimler geliyor aklıma. Çocukluğumdan kalan ve içinde babam olan resimler. Bir kere babam denilince dik vaziyette değil, yatay vaziyette, salondaki divanın üzerine uzanmış, kitap, gazete okuyan babam gelir aklıma. Kafamdaki resim her zaman budur. Onu hiç gezinirken, evin içinde ayakta düşünemiyorum. Eve geldiği zaman, birkaç dakika içinde yemek yer ve hemen yatay vaziyetini alırdı. Gazete okumaya başlardı. Aslında işi gereği evde çok durmazdı. Ondan hep böyle bir resim canlanır kafamda. Bir de briç merakı vardı. İşten çıkınca doğru eve gelmez briç kulübüne giderdi. Bazen akşam yemeğinden sonra yine briç oynamaya giderdi.
Okuduğu kitaplarla ilgili olarak da hatırlarım onu. Bir kere eve sürekli kitap alınırdı. İngilizce ve Fransızca iki dergi takip ederdi. Bütün bunlar bana kitabın insan hayatının ayrılmaz bir parçası olduğu duygusunu vermiştir. Bendeki kitap sevgisi sanırım büyük ölçüde babamdan kaynaklanır. Ben yazar olmaya kendim karar verdim.
Babam bana hiç "oğlum yazar ol" demedi. Ama bu kararı aldıktan sonra beni çok destekledi. Sonraları gördüm, kendisi de zamanında şiirler yazmış. Benim için çok değerli olan Paul Valery 'den şiir çevirileri yapmış. Ama benim gibi ciddiye almamış bu işi. Bütün dünyaya, hayatın her yanına bıyık altından gülerek bakan, mizah duygusuyla bakan bir adamdır. Anlayışlı bir insandır.
Biz bir otorite hissine kapılmazdık evde. Ama öte yandan, yazarların yüce kişiler oldukları duygusu bende vardı. Bunu kendi kendime çıkarıyordum. Ama günlük konuşmalarımızın içinde yer alan, "Sartre şöyle demiş, Valery böyle demiş", bende asıl otoritelerin yazarlar olduğu duygusunu pekiştirdi. İnsanların benzemek istedikleri, olmak istedikleri kişiler.
Öyle sanıyorum ki, insanın yaşı ilerledikçe, çevresindeki insanlara bakışı da değişiyor. Özellikle çocuklukta insan kendi değerlerini kurarken babasını yalnızca evde tanıyor. Benim için de bu böyleydi. Babamla birlikte dışarı çok az çıkan biri olduğum için; onunla dışarıdaki ahbaplığı az olan bir çocuk olduğum için.
Babamın aslında evin dışında çok daha değişik bir hayatı olduğunu anlardım. Bu bana çok şaşırtıcı gelirdi. Bir evde bir duvarı delip de arkasında sihirli bir oda olduğunu anlamak gibi bir şey. Öyle bir şaşkınlık verirdi bana. Sözgelimi babamla sokakta yürüyoruz. Birisi selam verirdi; birbirleriyle el sıkışmaları, konuşmaları, birbirlerine söyledikleri sözler, jestler, davranışlar, babamın evde gördüğüm, alıştığım hareketlerinden çok değişikti. Sokakta tanık olduğum babam evdekinden çok farklıydı. Bu bana bir yandan dünyanın değiştiği ve güvensizlik duygusunu, bir yandan da babamın ..benim hiçbir zaman gezmediğim, görmediğim, keşfetmediğim bir coğrafyada başka bir hayatı olduğu duygusunu verdi.
Babam genç evlenmiştir, genç yaşında iki çocuk sahibi olmuştur. Genç de gösterir. Onun bu gençliği çevresindekileri şaşırtırdı. Bizim, babamın çocukları olduğumuza inanmazlardı. Ben çocukken hep babama takılırlardı, "bunlar senin çocukların mı?"diye.
Ağabeyimle ben, babamın bizim dışımızdaki hayatına sızma duygusunu, o hayatında bir yük olduğumuz duygusunu yaşardık. Ben ağabeyimin arkadaşlarıyla birlikteyken de bu duyguyu yaşardım.
Benim için en zor olan şey babamın mesleği olmuştur. Okulda sorarlardı. "Baban ne iş yapıyor?" diye. Çok kısa bir cevap verirdim her zaman: "Mühendis." Ama hep bunun ne kadar doğru olduğunu düşünürdüm. O kadar çok iş yaptı ki hayatta, müteahhitlik yaptı, IBM'de, Aygaz'da, Petkim'de müdürlük yaptı, ticaret yaptı, her şey yaptı. Ben en az yaptığı şeyi söylerdim, "mühendis" derdim. Sanırım bu babamın o anda yaptığı işi örtmeye yarardı.
Benim kariyer açısından kendime sorduğum sorular daha çok işimin geleceğiyle ilgilidir. Yazmakla, roman sanatıyla ilgili başka neler yapabilirim? Başkaları neler yapıyor? Bunlar beni ciddi olarak ilgilendiren sorulardır. Bunların dışında, "gelecekte neler olacak, Türkiye'de neler oluyor?" Bu gibi soruları kendime çok sık soran biri değilim.
Bunları elbette aklımdan geçiririm, ama radikal bir biçimde deşelemem. Herkes gibi ben de bu hükümetin veya önceki hükümetin yaptıklarına öfkelenirim, söylenirim, ama bu beni çok radikal şekilde düşünceler kurmaya, hayatımı derinden derine etkileyecek şekilde ciddiye almaya yöneltmez. Ama irtica tehlikesinin ve olmayan okuma alışkanlığının daha da yıpranması beni tedirgin ediyor.
Bu anlamda babam, bu soruları kendine daha sık soran biridir. Hatta zaman zaman politikanın çok yakınına da geldi. Aktif politikaya atılmasına çok az kaldı birkaç kez. Cumhuriyet'e bakış da beni babamdan farklı bir şekilde ilgilendirir.
Cumhuriyet'ten önce bir boşluk vardı, sonra her şey Cumhuriyet'le oldu gibi bir duygu yok bende. Cumhuriyet olmasaydı bile aşağı yukarı şu anda olup bitenler olacaktı. Gene belli bir düzeyde zenginlik ve fakirlik olacaktı. Yani bir kısım için zenginlik bir kısım için fakirlik.
Belli bir sanayileşme olacaktı. Belki Atatürk'ün yaptığı bazı şeyler gerçekleşmezdi Batılılık anlamında. Ben Cumhuriyet'in yaşam standardına büyük katkısı olduğuna inanmıyorum, ama yaşam tarzına katkısı var. Batılılaşmaya katkısı çok oldu ve ben bundan çok memnunum. Çünkü ben bu Batılılaşmanın ürünüyüm, yaptığım iş Batı'dan öğrenilmiş bir sanat. Bu sanat beni var eden bir şeydir.(AT/EÜ)
* Güneş gazetesinin 4 Şubat Pazar 1990 tarihli P-eki eki için Ayfer Tunç 'un yaptığı söyleşiyi Açık Radyo'nun web sitesinden aldık.