Gelelim, enerjiye bağımlılığa... Uluslararası Enerji Ajansı'na (UEA) göre, dünyada günde 80 milyon varil ham petrol tüketiliyor. Bu tüketimin yüzde 25'i, dünya nüfusunun yüzde 5'inin yaşadığı ABD'de gerçekleşiyor. ABD, tüketimi için gerekli ham petrolün yarısını, büyük çoğunluğu Ortadoğu'dan olmak üzere ithal ediyor.
UEA'ya göre, dünyanın toplam günlük ham petrol gereksinimi, yılda ortalama yüzde 1.7 büyüyerek (ancak geçen yıl yüzde 2'den fazla büyüdü) 2030 yılında 120 milyon varile ulaşacak. Talepteki bu artışın yüzde 60'ı başta Çin ve Hindistan olmak üzere gelişmekte olan ülkelerden kaynaklanacak. Eğer dünya petrol üretiminin artık zirve yapmaya başladığına ilişkin saptamalar kısmen bile doğruysa, ham petrolün arzı, talebin büyük ölçüde gerisinde kalacak.
Diğer taraftan, enerji sektöründe, kurulu kapasite hem eski hem de yetersiz. Bu yüzden "zirve yapma" sorunu bir yana, yeni yatırımlar olmadan üretimi artırmak olanaksız. UEA, 2030'a kadar 4.2 trilyon dolarlık yeni yatırım yapılması gerektiğini düşünüyor.
ABD Enerji Bakanlığı'na göre, 2020'de ABD'nin petrol üretimi, gereksiniminin ancak yüzde 30'unu karşılayabilecek. ABD gereken ham petrol ithalatını gerçekleştirebilse bile, bugün yüzde 96 kapasiteyle çalışan rafinerileri, artan gereksinimi karşılayacak düzeye getirebilmek için büyük çaplı yeni yatırımlar gerekiyor.
Buna karşılık Ortadoğu'daki "Körfez ülkeleri" dünya toplam üretiminin üçte ikisini sağlıyor olacaklar. Önümüzdeki dönemde, ABD'nin ithal petrole, dolayısıyla da Ortadoğu petrollerine bağımlılığına son vermek hayal.
Tüm bu saptamalardan iki sonuç çıkarılabilir:
Birincisi şu; ABD, arzın gittikçe talebin gerisinde kaldığı bir ortamda, petrol ithal edebilmek için, Avrupa ülkeleriyle, Japonya'yla, başta Çin ve Hindistan olmak üzere gelişmekte olan ülkelerle rekabet etmek zorunda kalacak. Petrolün dağılımı piyasa kurallarıyla düzenlenmeye devam ettiği takdirde, fiyatlar artarken, ABD'nin petrole ulaşma şansı göreceli olarak zorlaşacak. Bu yüzden 1980'den bu yana, küresel enerji kaynaklarını ve yollarını, siyasi ve askeri olarak doğrudan denetlemeyi amaçlayan bir savunma doktrinine dayanıyor. Seçimleri kim kazanırsa kazansın, bu politika değişmeyecek.
Ama bu bölgenin önemi, salt enerji kaynaklarının varlığıyla sınırlı değil. Bölge, dünya ekonomisinin merkez ülkelerinin karşı karşıya oldukları, kapasite fazlası, talep yetersizliği, girdi maliyetleri gibi sorunlara etkin çözümler sunabilecek özelliklere de sahip. Merkez ülkelerde ekonomik toparlanma yeni yatırım olanakları açamıyor, yüksek katma değerli iş yaratamıyor, dolayısıyla, enflasyonist baskı, kredi köpükleri yaratmadan talebi güçlendirmek zorlaşıyor. ABD ve Avrupa, özellikle Uzakdoğu'dan gelen, düşük iş gücü maliyetlerine dayalı rekabetle karşı karşıya.
Bunlara karşılık, Arap Kalkınma Raporları Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki Arap ülkelerinin, hem yeni yatırım alanları (altyapı, enerji, özelleştirmeler), ucuz işgücü rezervleri hem de krediyle (mali sermaye) canlandırıldığı takdirde bir sıçrama yapabilecek bölge olduğunu gösteriyor.
Gerçekten de Bush yönetiminin, bu raporlardan hareketle hazırladığı "Büyük Ortadoğu Projesi" BOP, bölgenin piyasa ekonomisi temelinde, batı yanlısı, yaygın İngilizce konuşulan bir kültüre, kitle tüketimi normlarını kabul etmeye, küresel şirketlerin etkinliğine açık bir biçimde, ekonomik, kültürel ve siyasi olarak yeniden düzenlenmesini amaçlıyordu.
Bu gerçekleştirilebilirse ABD, Batı merkezli dünya ekonomisinin sorunlarını hafifletebilir, hem liderliği restore edilebilir, hem de Uzakdoğu'da başlayan Çin merkezli yükselme sınırlanabilir.
Ancak Irak'ın işgalini izleyen gelişmeler, ABD'nin bu potansiyelleri tek başına harekete geçiremeyeceğini gösterdi. İkincisi, ABD diplomatik süreci dayanmaya çalıştığı ittifaklar zincirini zayıflatacak yönde yüzüne gözüne bulaştırdı.
Aslında gerçekleşmeyen senaryo şöyleydi:
Önce ABD'nin bölgedeki uyduları, Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi yönetimlerin söyleminde "reform" çağrısı öne çıkmaya başlayacaktı. Bu arada ABD, BOP planı için gereken diplomatik arka planı oluşturacaktı. Sonra G-8 toplantısı, bu "reform çağrısına" adeta mucize gibi bir planla cevap verecek, ABD-AB, NATO zirvesi bu çağrıları yükseltecek, BOP'ye destek verecek bölge ülkelerine dağıtılmak üzere mali kaynak bulunacak, böylece BOP yola çıkacaktı. Ancak ABD'nin projesi Suudi sermayeli El Hayat gazetesi eliyle 13 Şubat günü basına yansıdı ve reaksiyon farklıydı.
Avrupa ve Arap ülkeleri bir oldubittiyle karşılaştıklarını düşündüler ya da böyle gözükmek işlerine geldi. 12-14 Mart tarihlerinde, Tunus zirvesi öncesinde, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'in sponsorluğunda İskenderiye Kütüphanesi'nde düzenlenen, Arap ülkelerinden temsilcilerin, aydınların ve sivil toplum örgütlerinin katıldığı toplantıdan çıkan deklarasyon, birçok şeyin yanı sıra İsrail-Filistin sorunu çözülmeden BOP'nin kabul edilemeyeceğini ve "reformun" ülkelere dışarıdan dayatılamayacağını, iç süreçlerin belirleyici olduğunu saptadı.
Bu saptamalar bölgedeki hemen tüm Arap liderlerin paylaştığı iktidarını kaybetme korkusunu (BOP, mantığı gereği yerel yönetici sınıfların tasfiyesini içeriyor) çok iyi yansıtıyordu.
İslam zirvesinden BOP'ye destek çıkamayacağı anlaşılınca, Bush yönetimi zirveyi iptal ettirdi. Daha sonra Mısır ve Suudi Arabistan G-8 toplantısına da katılmadı. Avrupa da kendi alternatif BOP planını gündeme getirmeye ve ABD ile yeni bir pazarlık alanı açmaya başlamıştı.
Öte yandan, Avrupa'nın da "Barselona Süreci" adlı ve bölge ülkelerini ekonomik, kültürel ve siyasi olarak, var olan egemen sınıflarla işbirliği içinde etki altına almayı amaçlayan bir projesi vardı. Bu Arap egemen sınıflarının da işine geliyordu.
Bu proje, bölgede herhangi bir gelişmenin, özellikle zamana yayılacak bir biçimde planlanmasını, sürecin başlangıcına da Filistin-İsrail sorununun konulmasını öneriyordu. Buysa, BOP'yi salt İsrail'in güvenliği açısından değerlendiren, bu yüzden de bölgede rejim değişiklikleri öngören ABD yaklaşımından çok farklıydı. Ancak başka önemli farklar da vardı.
Ortadoğu'da demokrasiyi inşa düşüncesi çok yönlü, bütüncül bir vizyon gerektirmektedir. Ortadoğu'da demokrasi arayışı da güvenlik ihtiyacı ile siyasal, sosyal ve ekonomik reformlara olan ihtiyacın birlikte ele alınıp değerlendirilmesini gerektirmektedir.
Bunun merkezinde her ne kadar Bush yönetiminin Ortadoğu vizyonunda ikincil öneme sahip addedilse de Ortadoğu barış sürecinin bulunduğu aşikârdır. Filistin sorununda tarafgil yaklaşımın terkedilmesi, ekonomik yardımlarla ve ticaret imkanlarıyla siyasal ve sosyal reformlar arasında bağlantı kurabilme yeteneği verecektir.
"Ortadoğu'da rejimlerin demokratikleştirilmesi" gibi oryantalist fantezilere, BOP gibi sömürgeleştirme planlarına karşı çıkmak şartı saklı tutularak, Türkiye'nin bu komşu bölge ile verimli bir ekonomik işbirliğinin ve potansiyellerin hiç de az olmadığı belirtilmelidir. (MS/YS)
* Geçtiğimiz hafta İstanbul, 'Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi' Sempozyumu'na ev sahipliği yaptı. Adı önce BOP olan sonra GOP'a dönüştürülen ABD projesi uzmanlar tarafından tartışıldı. Mustafa Sönmez'in yazısı GOP Sempozyumu bağlamında 15-21 Kasım tarihli Nokta'ta yayımlandı.