Annemlere, o döneme göre ciddi sayılabilecek bir para ödeterek Diyarbakır, Mardin ve Batman'ı kapsayan geziye katılmıştım. Annemin "uzunca bir süre yalnız başına gidemeyebilirsin" deyişi hala kulaklarımda.
Daha sonra onlarca defa saatlerce bekleyeceğimi henüz bilmediğim Diyarbakır'ın yarı askeri yarı sivil havaalanını ilk kez gördüğümde, şaşkına dönmüştüm. Her yeri asker dolu olan bir havaalanında apronda yürümek, İstanbullu 25 kişilik gruba da çok tanıdık gelmemişti.
Gazeteciye açılan kapı
Sonraki yıllarda güneydoğunun pek çok yerini küçük kasabalarına kadar görme şansım da oldu, aralıksız iki aydan fazla bölgede kaldım da.
Ama ilk gezimde yaşadığım heyecanı ve başka bir dünyaya yolculuk ediyormuşum hissini hiç kaybetmedim.
Gazeteci olarak Anadolu'da dolaşmaya başladığım ilk günden itibaren kendime koyduğum kural da, o ilk geziden kalmaydı zaten.
Anadolu'da bir yabancı olarak, hele de İstanbullu gazeteci bir kadın olarak yapılması gereken ilk şey; konuştuğunuz, sohbet ettiğiniz insanlara, onlardan biri olduğunuzu hissettirmekti.
İnsanlar da, kapılar da kendilerinden olanlara açılırlardı zira.
Bütün bu kısa tarihi düşünmeme ise bir kitap sebep oldu.
Öykücü Jaklin Çelik'in ülkedeki kiliseleri belgelemek için yola çıkıp, bir gezi anlatısıyla geri dönmesini sağlayan yolculuğun öyküsü: Kaçak Yolcu...
Zor bir yolculuk
Çelik, turizme kaynak oluşturmak için yola çıkan Nancy Öztürk ile tanıştıktan sonra Anadolu'daki kiliselerin tarihini yazmak için yola çıkmış, uzunca bir süre Güneydoğudan Akdeniz'e, Karadeniz'e uzanan kıskandıran ama, bir o kadar da zor bir yolculuk yapmış.
Yolculuğun sonunda kiliselere dair belgelemenin yanı sıra şahane de bir anlatı kitabı çıkmış ortaya.
Kaçak Yolcu, bir kadının Türkiye yollarında yaşadıklarının samimi ve gerçek öyküsü. Çelik'in kitabın önsözünde de anlattığı gibi uzun yolculuklar boyunca saklamak zorunda kaldığı, kadın kimliğinden çıkmış biraz da kitabın adı.
Öykücü kimliğinden gelen konuşma ve öyküleme yeteneği oralarda olamasak da, gözümüzün önünde canlandırmamızı kolaylaştırmış yaşadıklarını, gördüklerini.
Burası neresi?
Karadeniz yaylarını,"burası dünyanın sonu herhalde" dedirten köyleri. Çatışmalardan, payına düşeni en acıklı şekilde almış Süryani köylerini.
Dinlerini, inançlarını özgürce yaşayamayanların öykülerini.
Erkekleri, kadınları, yoksulluğun çocuklarını en kolay, en anlaşılan şekliyle anlatmayı becermiş Çelik.
Kendinden katmayı da ihmal etmemiş.
Alışıldık gezi kitaplarındaki dışarıdan bakan, oralı olmayanların dili yok kitapta.
Alışkın olduğumuz kendini saklama, kaçma böylece de güvenceye alma duygusuna kapılmamış Çelik kitabın adının aksine.
Kendisini olabildiğince, bütün duyguları ve hatta içsesleriyle koymuş kitaba. Böylece hem Anadolu'yu, hem de Anadolu'yu gezen Jaklin Çelik 'i tanıma fırsatı vermiş bizlere.
Sinirlendiklerini de, üzüldüklerini de yazmış, dürüst olmuş okuruna.
Gitmek mi zor kalmak mı?
"Gitme"nin çok da kolay olmadığı şehir hayatında, hala çantasını alıp gelecek ilk trene binecekler olacağının ümidini koruyor Çelik.
Gittiği kentlerde sadece sarı turizm levhalarını takip ederek değil, o kentte yaşayanların hayatına bir kaç günlüğüne de olsa uyarak, kah damda yatarak, kah minibüslerde saatlerce dura kalka ayakta yolculuk yaparak, insanlarla vakit geçirerek görmüş her şeyi.
Kiliselerin peşinden giden yol da şaşırtıyor insanı. Kitapta buna doğrudan değinilmemiş de olsa, ülkenin dört bir yanındaki en ücra kasabalarda bile kiliseler, manastırlar olduğunu fark edip, anımsayıp, öğrenip şaşırıyorsunuz.
İnsan bir süre sonra "o güzel insanlar neredeler" diye soruyor, cevabını bildiği halde...
Bir kitaba, Yaşar Kemal'in "Bu Diyar Baştan Başa"sına adanmış bir kitap Kaçak Yolcu*.
O güzel atlara binip giden güzel insanların öyküsü, bu toprakların öyküsü, yalın, içten ve gerçek...
*Kaçak Yolcu, yazar:Jaklin Çelik, Çitlembik Yayınları, Temmuz 2005, 194 sayfa. (ÇM/AD)