Çocuk aklımda 2000'li yıllar benim için fantastik bir hayal alemiydi. Annemin kucağında, parmak hesabıyla 2000 yılında kaç yaşımda olacağımı hesapladık. On dokuz. Bir yandan genç bir insan olarak 2000'li yılları yaşayacak olmanın cazibesi, diğer yandan daha önümde sıkıcı geçecek koskoca 13 senenin var olması ve yaşadığım duygular kaldı aklımda.
2000'li yıllar demek, hepimizin birer "Jetgil" olması demekti. Kendimi hayal ediyordum. Metalik griden bir elbisem olacaktı. Aklınızda canlanması için söylüyorum, şöyle alüminyum folyodan uzun bir elbise, eteğinde yıldızdan parlak taşlar döşenmiş.
Altımda da son model bir uzay gemisi, kafamda iki sivri metal olacaktı, anten niyetine. Hatta uzun saçlarımı antenlerime dolayacaktım, güzel gözüksünler diye. Kapsüllerle beslenecektik. İstediğimiz yere ışık hızında ulaşacaktık. Işık hızı benim için ışınlanmak demekti. Her şey acayip havalı olacaktı. Çok eğlenecektik falan filan.
Ben bu hayallerle uzun bir süre geçirdim ve o uzun süre içinde etrafımda gelişen her şey çok amatör göründü bana. Mesela içinde yaşadığımız iki katlı, bahçeli, müstakil ahşap ev. Bir kere uzaya daha yakın olmak için çok yüksek binalarda yaşamalıydık. Yüzüncü katta bir daire fena olmazdı.
Sonra o kocaman bahçe ne gereksizdi öyle. Bir tarafında annemin mevsimine göre yetiştirdiği domates, fasulye, patlıcan, biber vs. olduğu, sebze alanı vardı ki yemek masasında da karşıma çıktıklarından hiç hoşlanmazdım o bölgeden.
Kapsüller benim işimi görürdü. Hem kapsüller kokmazdı domates gibi. Üstelik biber gibi acı da olmazdı. Bahçenin başka bir bölgesinde kümesimiz vardı. Ben kümesi de sevmezdim çünkü hem tavuklar kendilerini sevdiren hayvanlar değildi hem de tuvalet kullanma alışkanlığı edinemiyorlardı. Üstelik horozların şiddetine maruz kalıyordum sürekli.
Ceviz, İncir, İğde, Erik ve Ayva ağaçları vardı bahçede. Ne kadar sıradanlardı benim için. İncirler insanın ağzını yara yapıyordu. Ceviz kabukları elimi boyuyordu. Ayva, erik ekşi meyvelerdi, iğdenin tadıysa buruk. Bu ağaçların iki işlevi vardı. Birincisi tabi ki tırmanıp çocukluk enerjisini sarf etmek, ikincisi dalına salıncak kurup sallanmak. Ama 2000'li yıllarda bunlara ihtiyaç kalmayacaktı çünkü çocuklara arkadaşlık eden robotlar olacaktı.
Sonra o 80'li, 90'lı yılların kılık kıyafeti neydi öyle? Alüminyum elbiseye daha çok vardı ama annemin kazak örmesinden, elbise dikmesindense mağazadan giyinmeyi tercih ederdim. Çünkü alüminyum elbiseme giden yol etiketli ürün almaktan geçiyordu.
Ben böyle etrafımdan tiksinir halde yaşarken boş durmadım. Evdeki teknolojik müştemilattan kendimi sorumlu kılmış, her yeniliği takip eder olmuştum. "İletişim uzay teknolojileri" kariyerime 900'lü hatlarla başladım.
Merdaneli çamaşır makinesi, elektrikli su ısıtıcısı, akupunktur aleti, kaset çalar ve radyo (sonrasında radyolu teyp), davul fırın, uzaktan kumandalı televizyon, pilli, elektrikli her şeyi çok sevdim. Onlar bizi 2000'li yıllara götürecekti.
2006... İlkokul, ortaokul, lise, üniversite ve işte 2006. Doğrusu ne metal elbisem ne de kafamda antenlerim var. Uzay gemim bir yana ayağımı yerden kesecek hiçbir şeyi mülk edinemedim. Hayallerime yaklaşmamı sağlayan çok şey oldu ama...
Bilgisayar dünyası çok yol kat etti. Artık "Müsaitseniz bu akşam annemler size gelecek" yerine "MSN space'imi ziyaret eder misin?" var. Sonra asla onsuz yapamayacağımız cep telefonlarına sahip olduk. Hem telefon, hem kamera, hem bilgisayar, hem fotoğraf makineleri oldular, elimizin içinde.
Kapsüllere yani yemek mevzuuna gelince, ortada iç karartıcı bir durum var. Buradan, pek şeker annemi de anarak itiraf etmek istiyorum: Küçükken burun kıvırdığım, aşağıladığım, tabağımda işkence ettiğim tüm o kıymetli sebzelerden özür diliyorum.
Onları çok özlediğimi haykırıyorum. Biliyorum, son pişmanlık fayda etmiyor. Gelen gideni aratıyor. Şimdi sizlerin yerine kafa büyüklüğünde patlıcanlar, kokusuz, sarı domatesler, kocaman kocaman tatsız çilekler, yamuk şekilli biberler var.
Ben bunları düşünürken geçti elime "TA TU TA" rehberi. Daha çok neşeli bir şarkı ismini yada kalabalıkça oynanan bir oyunu andıran Ta Tu Ta "Ekolojik Çiftliklerde Tarım Turizmi, Gönüllü Bilgi ve Tecrübe Takası" anlamına geliyor. Türkiye'de Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği tarafından yürütülüyor. Sistemin şu anda 69 ekolojik çiftliği var.
Doğaya benim kadar acımasız davranmamış olabilirsiniz ama sizde itiraf edin, bu böyle gitmez. Soframızda yediğimiz çoğu şeyin ne olduğunu bilmiyoruz. Bana bir zamanlar çekici gelmeyen anne bahçeleri, şimdilerde zenginlere "organik tarım" yapıyor, sanki bir onlar durumun farkındaymış gibi.
Ta Tu Ta ekolojik çiftliklerinin en güzel yanı da bu. Ziyarette bulunduğunuz çiftlikte sadece organik gıda tüketmenin dışında, nasıl yapılacağını da öğreniyorsunuz. Devlet sırrı olmasa gerek diye düşünmeyin, yerinde deneyim edinmek en güzeli.
İlkokulda her dönem başında o yaz tatilini nasıl geçirdiğimizi anlatmamız istenirdi. Cümlelerin çoğu "Biz köydeydik" le başlardı, atlarla, tavuklarla, keçilerle, ineklerle geçirilen anılarla devam ederdi. Şimdilerde "Biz köydeydik"le başlayan cümleler beş yıldızlı otellerle, olimpik havuzlarla, katkı maddeli açık büfelerle yani tatil köyleriyle devam ediyor.
Bence "Artık kimsenin gidecek köyü de kalmadı, çiftliği de" demek yerine ekolojiyi uygulamada tanımak, Ta Tu Ta çiftliklerini ziyaret etmek, hayıflanmaktan çok daha iyidir. Yaşam alanlarımızda özlediğimiz her şeyi gerçekleştirecek gücümüz yok ama ideallerimize ulaşmak için alternatif yaratmak mümkün. Belki domates yetiştirecek bir bahçemiz yok ama, olanları destekleyip çoğalmasını sağlamak da mümkün.
Memleketin dört bir yanına dağılmış Ta Tu Ta çiftliklerinden birini arayıp "Müsaitseniz size geleceğiz" demek, alternatif araçları çoğaltmak için, yaşamın bloklaşan, grileşen, çoraklaşan dayatmalarına karşı çıkmak için anahtar bir cümle olabilir.(EZÖ/KÖ)