NATO toplantısı nedeniyle, fırsat bu fırsat deyip şehir dışına çıktığımda aldım doğum haberini.
35 yaşı geçen evli ya da bekar tüm kadınların sohbetlerinin ana konusu olan "geç yaşta doğum"u, içimizden biri gerçekleştirdi ve 8 ayın sonunda, sezaryenle bir kız doğurdu.
Anne, feryat figan aradı doğum sonrası.
"Ayşe...kızı hiç görme. Dimdik bir Metin Milli-Erol Büyükburç karışımı bir saç. Tüy yumağı. Fare kadar bir şey. Doktor hep korkma, dağ gibi kadınsın. Kolay doğum olur, dedi. Dağ fare doğurdu" demez mi?
Zeynep bebek hoş geldi
Bir tür inancın sınanması doğum olayı.
Uzun süre yeni doğmuş bebek görmeyenler, kucaklarına verilen bu canlıya, "Gel de Allah'a inanma" söylemiyle, o yüzden şaşkınlıkla bakakalırlar.
1972 yılının bir Temmuz günü, 4 numarayla hastaneden eve gelen annemin kucağındaki yaratığa benim bakmam gibi. O nedenle "Dağ fare doğurdu" sözü karşısında kahkahamı tutamadım. "Kızım dur, dellenme. Nasıl büyüdüğüne şaşarsın" dedim ama, dinletene aşkolsun.
Zeynep bebeği bir kaç gün sonra gördüm El kadar, kapkara, sevimli mi sevimli bir kız. Tüy yumağı halinden eser yok. Doktoru zaten "Bu tüyleri çim gibi düşün. 9 ay suyun içinde büyüyen bebekte bunlar doğal. Hem 8 aylık doğdu. 9 ayı tamamlasaydı bu tüyleri dökecekti" demiş.
Test sonuçları
Anne 4,5 aylıkken farketti hamile olduğunu.
Mide bulantılarını migrenine bağlayan ve hamile olabileceğini aklının ucuna getirmeyen arkadaşım hazırlıksız yakalandı bu emrivakiye. Öylesine hazırlıksızdı ki, test sonuçlarını eline alıncaya kadar hamile olduğuna inanamadı.
Siz bakmayın test sonuçları diyerek basite indirgediğime.
Aslında çok önemli.
Din adamlarıyla bilim adamlarını karşı karşıya getiren bu testlerin ne kadar "etik" olduğu tartışması, henüz sonuçsuz. Tıpkı, "ölme hakkı- ötenazi" gibi.
Doğum sonrası yaşanacak tedavi sürecinin, bebeği, birey olarak sonraki yaşamında başkasına muhtaç durumda bırakabileceği gibi, ebeveynlerin de tüm yaşamlarını etkilediği deneyimlerle sabit. Uzmanlar bu nedenle, sakatlık ve hastalık riski bulunan ceninleri, anne karnında tedavi edemezlerse kürtajı kaçınılmaz görüyor.
Bilim insanlarının bu konudaki rahatsızlığı, ailelerin daha çok "erkek çocuk" istemesinden ve hamilelik testlerinin kötü niyetli kullanımından. Dünyanın demografik yapısını değiştireceği ve bir kaosa yol açacağı iddialar arasında.
Adaletin bu mu dünya!
Bilim teknolojiye, teknoloji de insana hizmet ediyor sonuçta.
Teknoloji günlük yaşamımızı ne kadar kolaylaştırırsa kolaylaştırsın, onu satın almanın bir ederi var.
Çocuğunuzu sağlıklı ve sorunsuz doğurmak ve büyütmek, hem de kendiniz rahat etmek istiyorsanız, testleri yaptırmanız gerek.
Ekonomik gücünüz yetersizse, doğumdan ölüme kadar yaşanılası tüm zamanlarınız, ilkel ve doğal yöntemlerin ya da kaderin elinde bir oyuncak.
İşte arkadaşım, dünyanın parasını ödeyerek test sonuçlarını eline alınca "Adaletin bu mu dünya!" demekten kendimizi alamadık. Hamileliğinin somut, elle tutulur göstergesi, aşerme ve karın büyümesi daha başlamadığı için, bir işçinin üç aylık maaşı tutarındaki test parası sağlık sektöründeki sağlıksızlığı bir kez daha gözler önüne serdi.
Tüm bunları düşündük düşünmesine ama, bir de bu durumun trajikomik yanı ortaya çıktı. Anne adayının "Gitti benim krem paralarım" demesi, sonuçların diğer düşünülesi (!) yanıydı.
Onun bu tepkisine kahkahalarla güldük.
Doğum sendromu
Kocasının tüm ısrarlarına, çocuk isteğine direnç gösteren anneye inat bebek; sessiz sedasız büyüdü, gelişti ve kürtaj zamanını geçirdiğinde kendini müjdeledi. "Ölmüşle, olmuşa çare yok", denir ya. O misal, artık yol yarılanmıştı ve doğurmaktan başka çare yoktu.
Doğurmak kolay.
Beslenmene dikkat edersin. Vitaminlerini alırsın.
Bir yardımcı tutar, ev işlerini ona havale edersin.
Arada kocana dünyanın en büyük hediyesini vermenin nazını eder, sana "kısır" diyen akrabalara inat, elini beline koyar büyümekte olan karnını sergileye sergileye dolaşırsın.
Ama hayır...Hamilelik ilerledikçe sorunları da başladı.
Şehirli kadının ya da kariyer kadınının en büyük düşmanı sayılan doğum öncesi ve sonrası sendromları başladı. Doktorlara göre doğaldı.
Hamileliğe hazır olmayan, sırf kocaları istiyor diye hamile kalan, çocuk doğuran şehirli, kariyerist kadınlar bu krizlere yakalanıyormuş. Adı da: Hamilelik sendromuymuş.
Bizim kız, şaşkın ördek gibi dolaştı ortalarda. "Ben ne yaptım?" diyerek.
Önce hızla büyüyen göbeğini bir kabahat, günah işlemişcesine tişörtle sakladı. Ardından her mide bulantısında içindeki cenine küfürler etti.
Karısının tüm hezeyanlarını, bebek sevinciyle sessiz ve sakin karşılayan koca da, bu tepkilerden nasibini aldı ve "Başıma bu belayı sen açtın" krizleri yaşandı. İki doktor, iki hastane değiştirildi. Psikolojik destek alındı.
Herkes hamile kalsın
Bu sorunlar bana yabancı.
Doğurmadığım iki çocuğa annelik ettiğim için, 20'li yaşlarımda çocuk sahibi olmaya veda etmiştim.
Arada çocuk isteğim depreşse de, gelir geçer bir duygu oldu hep. "Adam gibi adam" bir erkeğe rastladığımda, "Bundan çocuk doğrulur" ya da "Bu adam iyi baba olur" duygusuna kapılsam da, hamilelik duygusunu pek bilmem. Dolayısıyla arkadaşımın tüm hezeyanlarını kapris, naz ve dikkat çekme olarak algıladım. Ta ki bana, "Sen de hamile kal. Bak yaşın geçiyor" deyinceye kadar. "Etrafımda hamile olmayan kadın görmeye dayanamıyorum. Herkes hamile kalsın istiyorum" dediğinde durumun vahametini anladım.
Aslında ciddiye almamak değil, bilgisizliktendi benim tavrım.
Şehirli kadının doğum öncesi ve sonrası krizleri öyle noktaya geliyormuş ki boşanmalar, bebek reddetmeleri bile görülüyormuş.
Bizimki henüz boşanma sürecine girmese de, bebeği kucağına verildiğinde reddetmiş. "Bu çocuk benim değil" diye. Baba desen, anneden hiç farklı değil. 8 aylık doğan bebeği ne kendine, ne anneye ne de sülaleden birilerine benzetemediği için, "Çocukları mı karıştırdınız? Benim çocuğum bu olamaz!" şaşkınlığı geçirmiş.
Şişman çocuk sever
Her ikisinin de tepkisi doğal. Özellikle annenin.
Neden mi? Çünkü benim sevgili arkadaşım şişko, boğum boğum etli, köşe yastığı gibi çocukları sever.
Ne zaman Beyoğlu'nda şişko, obezite sınırında bir bebek görsek ya da bir fotoğrafçı vitrininde fotoğraf görsek, "Ayşe bak, ne güzel çocuk değil mi? Ben böyle kız istiyorum" der, karşılığında da "Saçlamama kızım. Bebeği, asansörsüz evinin 5. katına nasıl çıkaracaksın " ya da " Ne demezsin. Kızınla birlikte selülit kremleri, diyet reçeteleri peşinde mi koşacaksın?" yanıtını alırdı.
Sonunda, kocasını da "bıngıl bıngıl, et boğumu" bir bebeğe koşullandırdığı için, kucaklarına verilen el kadar, kara kuru Zeynep kızı kabullenmeleri tabii ki zor oldu.
Arkadaşımın hamileliği sırasında öğrendiğim yeni bir şeyse, 9 ay 10 günün bir tevatür olduğu. Bir kere kız çocukları 9 ayda, erkek çocukları 9 ay 10 günde doğarlarmış.
Erkeklerin yaşamında o yüzden 10 saniyeden, 10 yıla kadar uzayan bir algılama gecikmesi herhalde bundan. Geç yürürler, geç konuşurlar, geç ergenleşirler ve daha bilumum şeyi geç yaparlar. Akılları başlarına geldiğindeyse o kadar geç olur ki, büyükler "Kırkından sonra azanı teneşir paklar" sözünü boş yere etmemiştir.
O nedenle, "Hoşgeldin Zeynep bebek" diyorum.
Bu yazıyı annene okutmayacağım. Yoksa canıma okur. Okur-yazar olduğunda, anlayacak yaşa geldiğinde sana okutacağım. Önce kırmızı bir fırfırlı elbise alacağım sana. Sonra kulağını deldirip rengarenk küpeler takacağım. Ayşe teyzenin takılarıyla dalga geçen annene inat.
Tabii o günleri görürsem...
Yaşam sürprizlerle dolu. Tıpkı senin yaptığın sürpriz gibi Zeyno. (AD/YS)