Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (Özgür-Der) Genel Başkanı Hülya Şekerci, "Özgürlükler kamusal alan-özel alan ayrımıyla sınırlanamaz" derken, İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Başkanı Nazan Moroğlu, "Türban, siyasi bir simge olarak kullanılıyor. Başörtüsü ile karıştırılmaması için de, bunu takanlar zaten adını türban olarak koymuşlar," değerlendirmesi yapıyor.
Avukat Fethiye Çetin, "Türkiye'de giderek kapsam genişletiliyor ve bir çatışmaya doğru yol alınıyor. Tehlikeli buluyorum" sözleriyle endişesini dile getirirken, Kadının İnsan Hakları Projesinden Pınar İlkkaracan, "Türkiye'de ve Fransa'da türbanlı bir kızın okula alınmaması, insan hakları ihlali. Beklenenin aksinde sonuçlar verir" diyerek bu konudaki yaklaşımları eleştiriyor.
Helsinki Yurttaşlar Derneği'nden Emel Kurma, ise "Birlikte yaşama prensibinin en iyi savaşımının verilebileceği ülke Türkiye. Batıya da örnek olurdu" diyerek hem bu konudaki siyasi yaklaşımları hem de medyayı eleştiriyor.
Fransa ve Almanya'daki son gelişmeler üzerine kadınlar Bianet'in sorsu üzerine görüşlerini açıkladılar.
Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği ( Özgür-Der) Genel Başkanı Hülya Şekerci: Herkesin kamusal alanı farklı
Kamusal alanı herkes farklı bir şekilde belirliyor; bu nedenle de belirsizlik içeriyor. Geçtiğimiz günlerde sanık konumunda, türban takan bir kadının bu nedenle mahkeme salonundan çıkartıldığını göz önüne alırsak, her yer kamusal alan olabilir. Özgürlükler kamusal alan-özel alan ayrımıyla sınırlanamaz.
Başörtüsü bizim evlerimizin içinde değil, dışarı çıktığımızda örtmekle yükümlü olduğumuz bir vecibe. Bu nedenle de, bizler, bu tartışmalardan bağımsız olarak başörtüsünü kimliğimizin ve dini inancımızın bir gereği olarak görüyoruz.
Fransa'da başörtüsünü yasaklanması, "dini sembollerin yasaklanması" olarak söyleniyor. Ancak herkes biliyor ki, hedefte başörtüsü var. Üstelik, Hıristiyanların ya da Yahudilerin dini sembolleriyle bizim başörtümüz arasında bir temel fark var; çünkü bizim için başörtüsü bir dini emirdir. Buna rağmen, bütün dinlerin mensuplarının bu yasağa birlikte karşı çıkmaları, çok önemliydi.
Dünyada bir terör havası estiriliyor ve terörün gerçek kaynağı gizleniyor. Terörün gerçek kaynağı Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve İsrail'dir. Bu gizlenip, 11 Eylül olayları ile patlamalar konusunda spekülasyonlar yapılarak İslami kavramlar ve değerlere saldırılıyor. Müslümanlar olarak, bizler terörist değiliz. İnancımızı yaşamak istiyoruz, inancımızın gereğini yapmak istiyoruz.
Türkiye ve Fransa arasında çok önemli bir fark var: Fransa'da başörtüsü sadece devlet okullarında yasaklandı. Üniversitelerde ve özel okullarda ise serbest. Türkiye, yasakçılık bağlamında Fransa'dan çok önde.
Bir kadın kendi ifadesiyle örtünmek istiyorsa, bunun yasaklanması kadının özgürleştirilmesi değil, haklarının ihlal edilmesidir. Kadınların da haklarını kazanmak için bununla mücadele etmesi gerekir.
İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Başkanı Nazan Moroğlu: Yine kadın ayrımcılığa uğruyor
Türban, siyasi bir simge olarak kullanılıyor ve ne yazık ki, kadınların kamusal alanda haklarını kullanmasının önünde bir engel teşkil ediyor. Başörtüsü ile karıştırılmaması için de, bunu takanlar zaten adını türban olarak koymuşlar.
Belli bir ideolojinin dışavurumunun kadınlar aracılığıyla yapılması ayrıca üzücü. Aynı zihniyeti taşıyan erkekler, her haktan yararlanabildiği halde, kadınlar başlarına taktıkları türban dolayısıyla ayrımcılığa uğruyorlar.
Çağdaş hiçbir ülke, kendi laik düzeninden taviz vermek istemiyor. Eğitim hakkı için farklı görüşler öne sürülebilir. Ama, dış giyimiyle kendi inancını kamusal alanda göstermek, kul ile Allah arasında olan inanç sistemini de zedeler.
Avrupa Birliği ülkeleri gerçekten çağdaş ülkeler. Bu çağdaş ülkeler de kamusal alanda dini simgelerin kullanılmamasını öngördüğüne göre, Türkiye'de türban takanların "ayrımcılığa uğradıklarını" öne sürmeleri, sadece yapay bir savunmadır. AİHM de bunun bir simge olduğu yönünde bir çok karar verdiğine göre, türban takanların artık böyle bir savunmaya geçmemesi gerekir.
Avukat Fethiye Çetin: Yasakçı yaklaşımın 11 Eylül'le ilgisi var
Fransa'nın yaklaşımı, AİHM'nin daha önce Türkiye'den bir başvuru üzerine aldığı karara uygun. Kararda, "Devlet okullarında bu tür simgeler takılmaz" deniyordu. Ancak, başvurucu başvurusunda Türkiye'de türban takmanın sadece devlet okullarında değil, tüm üniversiteler ve okullarda yasak olduğunu vurgulamayı unutmuş.
Dini simgelere ve özellikle türbana yönelik yasakçı yaklaşımın, dünyadaki konjonktürle, 11 Eylül'le başlayan süreçle çok ilgisi var.
Türkiye'de daha önce kamu görevlilerinin görevlerini yerine getirmeleri sırasında dinsel simgeler kullanmaması şeklinde bir yaklaşım vardı. Giderek bu kapsam genişletiliyor ve bir çatışmaya doğru yol alınıyor. Bunu çok tehlikeli buluyorum.
Pınar İlkkaracan (Kadının İnsan Hakları Projesi): Kadın bedeni üzerinden politika yapılıyor
Türkiye'de ve Fransa'da türbanlı bir kızın okula alınmaması, bir insan hakları ihlalidir ve beklenenin aksinde sonuçlar verir. Kadınlar, mini etek giymek ya da türban takmak konusunda kendileri karar vermeliler. Giyim nedeniyle eğitim özgürlüğü engellenemez.
Ancak şunu da söylemek gerekir: Türban, İslamın politik bir sembolü haline geldi. Kadınların bedeni üzerinden politika yapılıyor. Böyle bir siyasi akım var ve çok tehlikeli. Bunu yapanlar daha çok erkek egemen toplum. Buna rağmen, kadınların bu nedenle eğitim özgürlükleri hakları ellerinden alınmamalı.
Örneği, hakim, öğretmen gibi kamu görevinde olup da tarafsız olması gereken mesleklerde, hiçbir dini sembolün olmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu haç da olabilir, İtalya'da sınıflarda haç var. O haccın da kaldırılması gerekiyor. Hakimin hac da taşımaması, türban da takmaması gerekiyor. Burada da bir tartışma yürüyor. Bu insanlar bu demokrasinin ve laikliğin gereğidir.
Bence yakın zamanda Fransa'da bu karar çıkarsa, henüz çıkmadı, bu eninde sonunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidecek diye düşünüyorum. O zaman göreceğiz sonucunu. AİHM'nin bu konuda daha önce kararları oldu, kamusal alanda çalışıp da bağımsız, tarafsız olması gerekenler konusunda kararları olumsuz, türban taşımaması gerekiyor.
Burada ilginç olan şey şu; Türkiye'de böyle bir tartışma olurken AB ve diğerleri Türkiye'ye karşıydı. Üniversite olayında bunun bir insan hakları ihlali olduğunu savunuyorduk. Bana ilginç gelen, ne insan hakları örgütlerinden ne de Avrupa'dan ses duymuyoruz. Bu gerçekten çok ilginç. Oradan bir anti ses çıkmaması.
Alman kamuoyunda Fransa'nın kararı çok az tartışıldı. Bir çifte standart var. Türkiye'de olan bir şey çok ilgi çekiyor, Fransa konusunda bir sessizlik hakim.
Avrupa'nın ne olduğunu ve bu konudaki tavrını bundan sonra göreceğiz, Fransa içindeki gruplardan da çok az ses çıkıyor; AİHM'nin sesini duyacağız. Bir iki entelektüel yazar karşı çıkıyor ama gruplardan, sivil toplum kuruluşlarından ses duymadık.
Olay AB değil bence, olay uluslar arası insan hakları standartları. Bu açıdan bakarsak, öğrenme özgürlüğünün engellenmesi. Bir tek okullarda değil, hakimlerin de öğretmenlerin de taşıması isteniyor. Böyle talepler var. Türban için değil, herhangi bir dini sembol ya da siyasi sembolün taşınmaması gerektiğini düşündüğümüz için.
Helsinki Yurttaşlar Derneği'nden Emel Kurma: AB'nin Özgürlük eşiği
Avrupa Birliği'nin yeni çelişkili durumu, 11 Eylül'den önce başlayagelen küreselleşen modern dünya ve bunun tek ötekisi haline gelen İslami toplumla ilgili.
AB gibi nispeten homojenleşmiş bir sosyo kültürel bir coğrafyada ilk kez kamu alanında bu özgürlüklerin kullanılacağına ilişkin eşiğe gelindi. Deneyimler nasıl hukuki yapıya yansıyacak. Öteki ile ilk kez gerçek anlamda yüzleşildiği için "bununla nasıl baş edeceğini bilememe" durumu var.
Bu mevzu çığır açıcı örnek, deneyim olurdu, Türkiye hukuki ve sosyal açıdan özgün, örnek olacak deneyim oluşturabilir ama bunu üretecek çabaya ihtiyacı var. Keşke böyle bir şey olabilse.
Meşhur doğu ile batı arasındaki söylemin ilk kez gerçekten sınandığı bir yer olabilir. Buna bulunacak hiçbir birlikte yaşama formülü statik olamaz. Keza başka coğrafyalardan ama, önemli olan buna barışçı bir biçimde, diyalog çerçevesinde yaklaşabilmek...
Buna kadınların özgürlüğü açısından bakarsak, bu etkileşimi, başı açık hayat kampı ile başı kapalı hayat kampı arasındaki etkileşimi asgariye indirdiğin ölçüde, iki grupta modern dünya ile hesaplaşma ve kendileri ile hesaplaşma, buna kendileri açısından anlam verme imkanına sahip olamayacaklar.
Şunu demek istiyorum: Üniversiteye bunları sokmuyorsun, başı bağlı kızların jazz müziği ile ilgilenmesini, voleybola heves etmesini, diğerleri ile kürtaj meselesini tartışmasını, diğerleri ile kendilerine benzemez düşünce kampı ile bir araya gelmesini engelliyorsun.
İki kampı ayırıp izole edersen, kültürel olarak birbirleriyle etkileşime girmelerini, anlamalarını, geliştirmelerini engellemiş olacağız. Gerçek dünya ile hesaplaşma ve karar verme fırsatları ve zorunluluklarını engellemiş oluyoruz.
Kadınların özgürlüğü açısından manalı gelmiyor. Sosyal bir transformasyon süreci. Bunu kısıtlamış, kesintiye uğratmış oluyoruz. Kadınların özgürlüğü sorunsalının Müslümanlarca içselleştirilmesini engellemiş oluyoruz. Bu sorunsalın içselleştirilmesinin önünü açmış olmuyoruz, tam tersine başı açık kesim olarak onları bundan azad ediyoruz.
Diyalektik bir şey varsa, özgürlükçü değil, birbirinden korunaklı, izole kampların devamı olur. Bu ne Avrupa'da ne Türkiye'de ne de Müslüman coğrafyasında bir arada yaşama pratiklerinin gelişmesine yaramaz.
Türkiye'deki durum iyi değil. 'Fransa da yasakladı bak' derken medya kötü davranıyor. Kasıtlı davranıyor iki tarafın medyası da. Çünkü, bir üniversitelerde bu söz konusu bile değil. Bunun altını her yerde çizmek lazım.
İkincisi, devlet okullarındaki uygulamayı özel okullara hiçbir şekilde dayatmıyorlar, dayatamayacaklar.
Üçüncüsü, bunun yaratacağı tepkileri gelişmeleri henüz bilmiyoruz. Bu köşeye sıkıştırmanın sonuçları neler olacak?
Doktor başı bağlı olamaz mı, çünkü bu sadece kadınlarla ilgili görünür olduğundan erkeklerle ilgili bir derdimiz de kalmıyor. Bana sorarsan, ben bir erkek gitti, kadın doktora, bakmadı. Bu dava konusudur. Hukuki mücadele sürdürülür, meslek kurallarına uymadı, yeminini çiğnedi. Avukatsın, başı açık birisinin davasını almıyorsun. Kanunla değil içtihatla ulaşılacak bir şey olduğunu düşünüyorum. Birlikte yaşamanın ortak kurallarını çiğneyen de onun hesaplarını verir. Onu, o veliler, o çocuklar, o insanlar onun mücadelesini verir. Her olayın vaka vaka değerlendirilmesi lazım. Ortak kesen kanunla olacak bir şey değil.
Vergi dairesinde vergimi yazan kadının başı bağlı olması, beni zerrece enterese etmiyor. Bilinçli ve demokratik bir çerçevede mücadelesi yürüyecekse, vaka vaka olaylar kamusal belleğin vicdanına bırakılacak şekilde, hukuk yoluyla mücadelesi verilebilir.
Kimse başörtüsü takmasın dediğimizde, şunu teslim etmiş oluyoruz: Siyasi otorite yarın herkes başına örtü takacak görünüşünü savunan bir hükümet geldiğinde, ona karşı söyleyecek bir şeyimiz olmaz.
Birlikte yaşama prensibinin en iyi savaşımının verilebileceği ülke Türkiye. Batıya da örnek olurdu. Kanada ABD gibi örneklere de bakmak lazım bence. Başka kültürel ve siyasi hakların kullanımında orada farklı yollar izlendiği için. (BB/EÖ)