Avukat Fethiye Çetin, İletişim Yayınları'ndan 2020'de çıkan "40 Yıl 12 Eylül" isimli derleme kitapta "Kadın tutukluların, baskıya ve dayatılan askerî kurallara itiraz etmeleri, en çok da gülerek, işkencecilerle alay ederek direnmeleri cezaevi yönetimini çileden çıkarıyordu" diyordu.
Tolga Arvas, Kumru Başer, Murat Belge, Gaye Boralıoğlu, Fethiye Çetin, Ercan Kesal, Gültan Kışanak, Ümit Kıvanç, Ömer Laçiner, Göze Orhon, Merih Cemal Taymaz, Nilgün Toker'in yazılarıyla yer aldığı kitap Tanıl Bora'nın derlemesi ve Sunuş yazısıyla okurla buluşmuştu.
12 Eylül'ün 43. yıldönümünde Fethiye Çetin'in "Kırk Yıldır Bu Model İşliyor" başlığıyla kaleme aldığı 12 Eylül yazısını paylaşıyoruz.
****
I.
12 Eylül darbesi döneminde gözaltına alınan 650.000 kişiden biriydim ve ben Ankara’da alındığımda gözaltı süresi 90 güne çıkarılmıştı.[1]
Önce gözlerimi bağladılar. Bir süre araba içinde dolaştırdıktan sonra yerin dibinde karanlık, soğuk ve rutubetli bir yere götürüldüm. Buranın özel işkence mekânı olarak hazırlanan DAL[2] olduğunu sonradan öğrendim ancak o sırada kimler tarafından nereye götürüldüğümü bilmiyordum. Zira bu kişiler birbirlerine “komutanım”, “asker” diye hitap eden sivil kişilerdi.
İşkence yöntemlerinin hemen tamamının soğukkanlılıkla, pervasızca ve hatta çoğu zaman şevkle uygulandığı, çoğuna da maruz kaldığım bu ter, kan ve küf kokulu mekânda 63 gün tutuldum.
Bu süre zarfında yakınlarımla ve avukatımla görüşmeme asla izin verilmedi.
Her ne kadar insanlık dışı yöntemler kullanılsa da sonuçta, yürüttükleri sürecin adına soruşturma (tahkikat) deniyordu ancak 63 gün boyunca soruşturmayı yürüten savcıyı da hiç görmedim.
64. gün savcıya götürülürken yol boyunca iki polis tarafından, işkenceyi anlatmam ve ifademi reddetmem halinde DAL’a geri götürülmekle tehdit edildim. Bu iki polis, savcılık ifadem sırasında kapıda beklediler.
İfademi alan askerî savcı, işkenceden her söz ettiğimde ayağa kalkarak kapıya yöneliyor, işkence mekânına geri götürülme tehdidine bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde katkıda bulunuyor, anlattıklarımla hiç ilgilenmiyordu. Odaklandığı ve ilgilendiği tek husus, parti üyeliğini kabul anlamına gelecek bir sözün altına imza alabilmekti.
Hazırlık soruşturmasını yürüten bu savcı, dava açıldıktan sonra duruşma savcısı olarak duruşmalara girdi, mütalaa verdi, cezalandırılmamı istedi. Duruşmalar boyunca anlatılan ve hatta belgelenen cezaevindeki işkenceler de ilgisini hiç çekmedi.
Tutuklandığımda Ankara Hukuk Fakültesi dördüncü sınıf öğrencisiydim. Üç yıl tutuklu kaldım. Tahliye olduktan sonra okulu bitirip İstanbul’da avukatlığa başladım.
2002 yılında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi duruşma salonunun kapısında sanık avukatı olarak duruşma beklerken yukarıda sözünü ettiğim askerî savcıyla karşılaştım. Artık savcı değildi, emekli olmuş, avukatlığa başlamıştı. Kaderin cilvesine bakın ki bu defa aynı taraftaydık; savcı Nuh Mete Yüksel’in iddianamesine karşı sanıkları savunuyorduk.
Bana yönelmiş bakışları nedeniyle onu fark ettiğimde önce tanıyamadım. Kalabalığı yararak bana doğru yaklaşırken önce içimde tarifsiz bir huzursuzluk hissettim. Selam verdiğinde ise onu tanımıştım. Ayaküstü konuştuk. Tam;
“Ama siz bilmiyorsunuz, Sıkıyönetim komutanı Recep Ergun sizin dava için hazırladığımız iddianameyi suratımıza fırlattı. Bizi azarladı,” diyerek kendini savunurken kapı açıldı, duruşma salonuna girdik, mümkün olduğunca uzak bir yerde oturdum. Söylediklerini düşündüm.
Rahat görünüyordu ancak herhangi bir zorunluluk olmadığı halde gelip, “Beni yargılamayın, sizin için nelere katlandığımı bilmiyorsunuz,” yollu bir açıklama yapma gereği duymuştu. 12 Eylül döneminde üstlendiği görev hususunda bizi ya da belki daha çok kendisini rahatlatmak için yaptığı açıklamanın kendisi çok sayıda soruyu ve sorunu çağrıştırıyordu.
Söyledikleri bir bakıma 12 Eylül savcılarının askerî otoriteyle ilişkilerindeki hiyerarşinin, iddianamelerin mahkemeye sunulmadan önce komutanın icazetine sunulduğunun ilk ağızdan itirafı olarak kabul edilebilirdi – ki buna daha sonra geleceğim.
Sözünü ettiği iddianame, sıkıyönetim başsavcısı Nurettin Soyer’le birlikte hazırladıkları Türkiye Komünist Partisi davası iddianamesiydi. Benim de aralarında olduğum yüzlerce sanık hakkında, o zaman yürürlükte olan Türk Ceza Kanunu’nun ünlü 141 ve 142. maddeleri ve Sıkıyönetim Yasası uyarınca cezalandırılma isteniyordu.
Sınıf esaslı örgütlenmeyi ve propagandayı yasaklayan bu maddeler, 12 Eylül öncesi dönemde son derece canlı olan ve giderek yaygınlaşan sol hareketlerin, sol örgütlenmelerin yayıncılık faaliyetlerinin, sisteme muhalefet edenlerin cezalandırılması amacıyla kullanılıyordu.[3]
Savcılar komutanın icazetine sundukları iddianameyle, TCK’nin 141 ve 142. maddelerinde yazılı suçlardan cezalandırma istedikleri gibi Sıkıyönetim Yasası’nda 12 Eylül’den sonra yapılan değişiklik uyarınca uygulanacak cezaların yarı oranında arttırılmasını da istemişlerdi. Haliyle iddianame, kanunilik ilkesinin bir sonucu olarak suç ve cezaların geriye yürütülemeyeceği ilkesine aykırıydı. Savaş ve olağanüstü hallerde dahi askıya alınamayacak, dokunulmaz haklardan olan, “işlendiği zaman suç sayılmayan bir fiilden dolayı cezalandırılmama” hakkına aykırı bir iddianameyle sanıklar hakkında hayli yüksek cezalar talep etmişler ancak buna rağmen sıkıyönetim komutanının hışmına uğramaktan kurtulamamışlardı.
Sıkıyönetim Komutanı neden fırlatmıştı iddianameyi ve bu fırlatma olayı niçin önemliydi?
İstenen cezaları az mı bulmuştu komutan?
Hiç de az değildi esasında cezalar. Mesela benim hakkımda TKP’ye üye olmak suçu için, yani sadece bir siyasi partiye üyelik için istenen ceza, 10 yıldan 22 yıla kadar hapis cezasıydı. Bu cezalardan tatmin olmayan komutan idam cezası mı istiyordu?
Yoksa savcı, kendini yasayla bağlı saymayan komutana karşı o anda yürürlükte olan normu savunduğunu ve bu yaptığı nedeniyle takdirimizi hak ettiğini mi anlatmak istiyordu?
Savcıya göre ceza hukukunun çok önemli ilkelerinin ihlal edilmesinin, dokunulmaz hakların yok sayılmasının ve aynı zamanda hukuka aykırı biçimde elde edilen delillere dayanılmış olmasının bir önemi yoktur. Önemli olan yasada o anda, hukuka aykırı da olsa ne yazdığıdır.
Ne olursa olsun, yeter ki bir yasa metni, yazılı bir belge olsun, yoksa hemen bir yasa çıkarılsın anlayışı, Ankara Sıkıyönetim savcılarının direniş hattıydı anlaşılan. Zira Ankara Sıkıyönetim Başsavcısı Nurettin Soyer’in, “12 Eylül Adaleti” başlıklı yazı dizisinde Uğur Mumcu’ya anlattıkları da benzer nitelikteydi.[4]
Soyer, MHP binasında birden fazla silah bulunması üzerine soruşturmaya komutanın şifahi emriyle başladıklarını ancak savcı yardımcılarının şifahi emirle bir siyasi parti soruşturmasının yürütülmesinden duydukları rahatsızlıkları ve sonrasını şöyle aktarır:
“Biz bu soruşturmaya devam ediyoruz. Ancak şifahi emirle bu iş yürüyor. Bu parti merkezi, üç sene, beş sene sonra “siz hangi emre dayanarak bu işe kalkıştınız” diye sorarlar. Lütfen komutandan bir emir alın, biz de rahat çalışalım.
Ağabey yarın biz böyle bir emir vermedik derlerse ne yaparız? Bu olacak iş değil... Üç gün sonra, 10 gün sonra bize bu konuda “yanlış yaptınız” diyebilirler.”
Bunun üzerine Sıkıyönetim Komutanı’na yazı yazılır, cevap verilmeyince tekrar yazılır ve sonuçta bu mesele Milli Güvenlik Konseyi toplantısına gider. Bundan sonrasını şöyle anlatıyor Soyer:
“Evren, soruşturma yapılması için oylama yaptı. Konsey üyeleri, soruşturma yapılması yönünde oy kullandı. Ben atıldım. ‘Siz soruşturma yapın diyorsunuz ama benim tutanağım yok. Bana yazılı soruşturma emri verilmedi.’ Evren, ‘Verilecekti yazılı soruşturma emri’ dedi. Ben bu oylamanın yasadaki soruşturma emrinin yerine geçemeyeceğini sadece bir izin anlamına geleceğini söyledim. “Yasalara göre Siyasi Partiler hakkında soruşturmalar savcılıkça yapılır. Görevli mahkeme de Anayasa Mahkemesi’dir. Oylamanın bir yasal dayanağı yok. Ancak kanun çıkarırsanız olur’ dedim. Evren, ‘Peki, kanun çıkacak’ dedi. Bunun üzerine ‘İlgili şahısları sorgulamam gerekir her şeyden evvel’ dedim. ‘Tamam’ dedi, ‘onları da getireceğiz. Bana sivil savcı verin, aramalar savcı denetiminde olsun. Askerî tim dışında ayrıca bir polis timi de verirseniz MHP’deki soruşturmaları hızlandırırım’ deyince, ‘Nereden bulacağız sana sivil savcı?’ diye sordular. ‘Şu anda yasal dayanak yok bunun için... Yasa çıkaracaksınız,’ dedim. ’Tamam, bir gün içinde yaparız,’ dediler.
Sivil savcı verildi.”
Soyer’in istediği yasa bir günde çıkar ve emrine 20-25 sivil savcı da verilir.
Bu anlatımlardan, 12 Eylül’de yargısal ve yasal sürecin askerî otorite tarafından nasıl ve ne şekilde kurgulandığı ve yapılandırıldığı hakkında bir fikir ediniyoruz.
Bu anlatımlardan ayrıca, savcıların yasa ve belge titizliğinin, biraz da ileride hesap sorulması halinde kendilerini koruma refleksinden kaynaklandığını anlıyoruz. Ama aynı zamanda savcıların bir komutan (Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergun) hariç olmak üzere otoriteyle uyum içinde çalıştıklarını ve böylece darbe hukukunun üretimine, darbenin olağanlaştırılmasına, normalleştirilmesine katkı sunduklarını ama bundan zinhar rahatsızlık duymadıklarını da anlıyoruz.
Otoriteyle kurulan ilişkide uyum yeteneği ve hiyerarşinin gönüllü parçası olma arzusu sadece örnek olarak verdiğim savcılara özgü değil elbette.
İnsanı asıl hayrete düşüren, sıkıyönetim mahkemelerine atanan sivil savcı ve yargıçların askerî otoriteyle kurdukları emir-komuta ilişkisindeki kusursuz uyumlarıydı.
Hatırlayacak olursak; 12 Eylül 1980 günü yönetime el koyduğunu açıklayan Milli Güvenlik Konseyi, 1 numaralı bildirisiyle, ülkenin tamamında sıkıyönetim ilan etmişti.[5]
Mevcut sıkıyönetim mahkemeleri ile askerî savcı ve yargıç sayısı ihtiyaca cevap vermediğinden, yasa çıkartılarak askerî mahkemelere sivil hâkim ve savcı atanmıştı. Yasayı çıkaran da hâkim ve savcıları atayan da MGK idi.
Mahkemeyi kuran da bu mahkemelere istediği hâkim ve savcıları atayan da, kararlarını beğenmediğinde görevden alan da, hâkim ve savcıların sicillerini tutan da aynı otoriteydi. Genel mahkemelere güvenmeyen askerî otorite, kendine doğrudan bağımlı mahkemeler oluşturmuştu.[6]
Mahkemelerin adları bile hiyerarşik yapı içinde belirlenmişti. “4. Kolordu ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No.lu Sıkıyönetim Askerî Mahkemesi” gibi.
II.
Darbeden önce yargılama faaliyetinin bir süjesi olmaya hazırlanan, ezilenin ve hakkı yenen tarafın savunmanı olmayı hedefleyen, heyecanlı bir adaydım. Katılmayı hevesle arzuladığım yargı camiası ile ilk karşılaşmam ise benim için acı bir deney, derin bir hayal kırıklığıdır.
Aynı okullarda okumuş, aynı derslerden sınavlara girmiş ve belki de aynı hocalardan geçer not almıştık ama benim öğrendiklerimle sıkıyönetim savcısının, yargıcının uygulamaları arasında dağlar kadar fark vardı.
Anayasaya göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletiydi ve bize hukuk devletinin, eylem ve işlemlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olduğu; vatandaşlarının, bireylerin hukuki güvenlik içinde bulundukları devlet biçimi olduğu öğretilmişti.
Devlet kudretinin keyfilikten arındırılması ve yargısal denetime tabi kılınmasının, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve bireysel hak ve özgürlüklerin hukuk devletinin asli bileşenleri olduğunu öğrenmiştik.
Gerçi, hukuku ve burjuva hukuk ilkelerini, sınıf karakterinden soyutlayarak ele almamak gerektiğini savunuyordum, ancak kapitalist devletin başta yargısal olmak üzere insan hak ve özgürlükleri temelinde denetimini de önemsiyordum. Burjuva hukuku kapsamında olsa dahi devletin uymak zorunda olduğu birtakım ilkeler ve değerler olduğuna inanmıştım.
Bu nedenle, ilk işimiz darbecilerin icraatları ile Kenan Evren’in darbe günü yaptığı açıklamayı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak oldu. Faşizmdi bu... Burjuvazinin kriz dönemlerinde başvurduğu sistemin adıydı.
Öte yandan bazı istisnalar dışında 1961 Anayasası ve değişikliklerinin yürürlükte olduğu belirtilmiş olduğundan hâlâ ve safça yargısal denetimden umut kesilmemesi gerektiğine, yargının faşist generallere tamamen teslim olmayacağına, hukuk alanında ve yargısal pratikte bir sınır, kırmızı bir hat belirleyeceğine inanıyordum.[7]
İlk hayal kırıklığını gözaltına alındığımda yaşadım.
Gözaltında iken kırılan sadece hayallerim değildi, onurumuzu kırdılar...
12 Eylül savcılarının, gözaltı koşullarını, gözaltı mekânını, buralarda uygulananları, işkence yöntemlerini bilmediklerini kimse savunmasın. Adına o zaman tahkikat denilen işkenceli sorgular, savcıların bilgileri dâhilinde yürütülmekteydi çünkü yasaya göre tahkikatı yürüten savcıdır. Gözaltı süresinin ne kadar olacağına da savcı karar verir.
Bu savcılar, işkenceli sorgulardan çıkıp karşılarına gelen insanlara neler yapıldığını biliyorlardı. Sorgu hâkimleri de. Kimileri sakat çıkarıldılar karşılarına, kimileri işkence izlerini üzerlerinde taşıyarak, kimileri işkence mekânının kokusuyla serseme dönmüş halde, perişan...
Kimileri gözaltında işkenceli sorgularda öldü. Acaba ölüm haberini aldıklarında ne yaptılar, tahkikat evrakına ne yazdılar? Gözaltına alınanlar listesinden hangi kaydı düşerek çıkardılar?
Üstelik savcı gözetim ve denetiminde yapılan işkenceler, sadece sorguya alınanlara yönelmiş bir uygulama da değildi. Gözaltına alınanların yakınlarına bilgi verilmedi. Onlar kaygı, korku, belirsizlik ve endişe içinde yakınlarını ararken başvurdukları her kapı yüzlerine kapandı. Günlerce, aylarca sürdü bu eziyet.
Avukatlarla da görüştürülmedik. Ceza Usul Kanunu’nda, avukat yardımı öngörülmesine rağmen avukat yardımından yararlandırılmadık. Savcılık sorgusu için kapıda beklerken bir avukat arkadaşımla karşılaşmıştım. Sorguda bulunmak istemesine rağmen arkadaşımın içeri girmesine izin verilmedi.[8]
12 Eylül yargısının karakteristik özelliği, her ne pahasına olursa olsun, hedef gösterileni, hayatı değersiz kılınanı cezalandırmaktır. Zira o, düşmandır. Bu yolda, işkence, insanlık dışı ve aşağılayıcı davranışlar görmezden gelinecek, ortaya çıktığında ise inkâr edilecektir (bugün açıktan savunulan, görüntüleri sosyal medyada paylaşılan ve övünç duyulan, övgü alan işkence o zaman inkâr ediliyordu).
Muhataplarının onurunu kırmak, insanlıktan çıkarmak, boyun eğdirmek, yılgınlık yaratmak için yapılan yaygın ve sistematik işkencenin önemli bir gayesi de açılacak davalarda kullanılacak maddi delil elde etmekti. 12 Eylül yargısı, ne olursa olsun, nasıl elde edilirse edilsin maddi delil (!) sayacakları bir belgeye ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle gözaltı süresi 90 güne çıkarılmıştı, dozu her seferinde arttırılan işkenceye rağmen 90 günde maddi delil elde edilememiş ise hâkim kararıyla bu süre de arttırılıyordu (bugün yargı bu maddi delil işini nasıl çözüyor diye soracak olursanız, bugün maddi delile ihtiyaç duyulmuyor. Çok gerek duyulursa gizli bir tanık [!] ifadesi konuyor dosyaya).
Oysa savaş hâlinde, seferberlikte, sıkıyönetimde ve olağanüstü hallerde dahi, kişinin yaşam hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz. İşkence ve insanlık dışı, aşağılayıcı davranışlara, cezalara maruz bırakılmama hakkı, savaş hali ya da sıkıyönetim ilanından etkilenmez, güvence altındadır.[9]
Evrensel hukuk kurallarına, altı imzalanmış ve onaylanmış uluslararası sözleşmelere rağmen dokunulamaz denen haklara dokunuldu. Yüzlerce insanın yaşam hakkı ihlal edildi. Gözaltına alınanların istisnasız hepsi işkence gördü, aşağılayıcı davranışlara ve cezalara maruz bırakıldı.
Üzücü olan, olağanüstü hallerde, savaş halinde bile dokunulamayacak, taviz verilemeyecek bu ilkeler, ne yazık ki koruyucusu ve hamisi olması gerekenler tarafından, bizzat yargı mensupları tarafından ihlal edildi.
Aşağıda yer vereceğim metin, bir 12 Eylül mahkemesi kararından alınmıştır:
“... Bir an için işkence yapıldığı kabul edilse bile, işkence; sanıktan (doğru cevap almak) için yapılmaktadır. Eğer doğru olmayan, uydurma cevaplar verilirse, işkencenin gayesi (doğru cevap almak) olduğuna göre, işkence daha da arttırılacaktır. O halde, bu durumun sanıklarca da bilinmesi tabii olduğuna göre, bu önermenin mantıki sonucu, işkenceye maruz kalanın doğru cevap vermesidir. Aksi takdirde, işkenceye, arttırılarak devam edilecektir. Öyleyse, ifadelerin işkence altında alındığı sabit bile görülse, bu, ifadenin gerçek dışı olduğunu, itibar edilemeyeceğini ortaya koymaz. Şu halde, işkence ayrı, işkence sonucu verilen ifadenin doğruluğu ayrı şeylerdir.”[10]
Askerî Yargıtay’ın işkenceli sorgu zabıtları konusundaki değerlendirmesi de şöyle:
“... Buna karşı bir ikrarın elde edilişinde, işkence yapıldığı veya başka türlü hileli yollara başvurulduğu gerçekleşse dahi, bu tür davranışlar görevlilerin sorumluluğunu gerektiren ayrı bir husus olacağından, eğer, ikrar, başka yan deliller ve maddi olaylarla teyit ediliyorsa, bunun değerlendirilip hükme dayanak yapılmasında hukuki bir sakınca bulunmamaktadır.”[11]
Ülkenin yargısı, “işkence meşrudur, hukuka uygundur diyor. İşkence yapıldığını gözümüzle görsek bile işkenceli ifadeye itibar ederiz. Bir ifade alınıncaya kadar işkencenin arttırılması da meşrudur. İşkence ayrı, işkence sonucu verilen ifadenin doğruluğu ayrı şeylerdir” diyor.
Yüzbinlerce sanığın kaderini belirleyen son makam olan Askerî Yargıtay’ın işkenceyle elde edilen delile yaklaşımına bakar mısınız? İşkence yapıldığı ortaya çıksa bile bu tür davranışlar ayrı bir husustur, bizi ilgilendirmez diyor.
Yani sonuçta anlı şanlı yargımız, işkence yapıldığını, ifadelerin işkence sonucu elde edildiğini biliyor ancak işkence kısmıyla ilgilenmeyip işkenceli ifadenin kendisini hükme dayanak yapıyor. Askerî Yargıtay Dairesi’nin aradığı yan delil ise çoğunlukla işkence sonucu alınmış ve atfı cürüm (suç isnadı) içeren bir başka işkenceli sorgu zaptı oluyor.
İşkenceyle imzalatılan sorgu tutanakları maddi delil, yan delil sayılarak ölüm, ömür boyu hapis ya da yıllar sürecek hapis cezaları veriliyor, insanlar asılarak idam ediliyordu.
12 Eylül yargısının hal-i pür melali buydu. Gerçi sayıları az da olsa hukuka uygun karar veren hâkim ve savcılar çıkıyor ama bunlar görev yerleri değiştirilerek, erken emekli edilerek cezalandırılıyor, böylece kontrol altına alınan mekanizmanın sorunsuz çalışması sağlanıyordu.
5 general bir karar veriyor, bu karar bir Anayasa hükmü oluyordu. Bildiri yayımlıyorlar, buna da yasa değişikliği diyorlardı. Bu yaptıklarıyla en çok hukukçuları aşağılıyor, en çok onlarla dalga geçiyorlardı. Ama ne yazık ki bu ülkenin hukukçuları, yüksek yargıçları, cüppelerinin önünü kapatarak askerî otoriteye saygılarını sunmaya devam ediyorlardı.[12]
İktidara göbekten bağımlı sıkıyönetim mahkemelerinde, savaşta olmadığımız halde “savaş hali” hükümleri uygulandı. Savunma hakları kısıtlandı. Hâkimin tarafsızlığından kuşku duyulması halinde taraflara tanınan redd-i hâkim hakkı ortadan kaldırıldı. Kişiler, işlendiği sırada suç olmayan fiillerden dolayı suçlandı, cezalandırıldı, kanunlar geriye yürütüldü.
Yeni kurulan mahkemelere atanmaları, doğal hâkim ilkesinin temelden ihlali anlamına gelmesine rağmen, yargı mensupları bu durumdan da hiç rahatsızlık duymadılar.
Ve sonra bu hâkim ve savcılardan “sivil” olanları, sıkıyönetim mahkemelerinin görevi sona erdiğinde “sivil” mahkemelere atandılar ve yeni görev yerlerinde “adalet” dağıtmaya devam ettiler. Asker olanları ise emekli olduklarında bulundukları ilin barolarına müracaat ederek avukat oldular. Sıkıyönetim mahkemelerinin yerine kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde açılan davalarda insan hak ve özgürlüklerini savunup, müvekkilleri adına adil yargılanma hakkı talep ettiler.
III.
Ankara TKP davası, ikisi sivil biri asker olmak üzere üç kişilik heyetle yürütülüyordu. Kararlar, hukukçu olmayan, kürsüde üniformasıyla oturan asker üyenin de katılımıyla alınıyordu. Heyetin ahengi ve uyumu dikkat çekiciydi zira bütün kararlar oy birliğiyle alındı.
Onlar yaptıklarının adına yargılama faaliyeti diyorlardı ama bize göre sonu önceden belli rezil bir oyundu bu. Heyet kürsüdeki yerini alıyor, duruşmalar açılıyor, zabıtlar tutuluyor, avukatların sözü kesiliyor, tahliye talepleri reddediliyor, ara kararlar veriliyor ve duruşma ileri bir tarihe erteleniyordu.
Spor salonunda yapılan duruşmalar bizim için, birlikte yargılandığımız arkadaşlarımızı görme, salonun en uzak köşesinde dahi olsalar duruşmayı izlemeye gelen yakınlarımızla, dostlarımızla selamlaşma için bir fırsattı. Bir de ciddi bir edayla adil bir yargılama yapıyorlar(mış), usul kurallarını harfiyen uyguluyorlar(mış) gibi yapmaları o kadar gülünç gelirdi ki bize komik bir film seyrediyormuş gibi çok gülerdik. Sürekli uyarırdı başkan “gülmeyin, atarım!” diye.
Avukatlarımızla heyet arasında sık sık yaşanan gerilimli zamanlarda dahi gülmek için komik bir şeyler bulur, yapılanları dalga geçerdik.
Duruşmayı izlemeye gelen basın mensuplarına, kamuoyuna duyurabilmek amacıyla; emniyette ve cezaevinde uygulanan işkenceleri anlatmak, izlerini göstermek için her fırsatı kullanır, başkanın “bizi ilgilendirmez,” diye sözümüzü kesme çabasına rağmen derdimizi bir biçimde anlatırdık.
Sonra duruşma biter, koğuşlarımıza dönerdik. Mustafa Yalçın’ın ve İlhan Erdost’un dövülerek, coplanarak öldürüldüğü, şiddetin, vahşetin, eziyetin mekânı, Mamak Askerî Cezaevi’ndeki koğuşlarımıza.
Albay Raci Tetik komutasındaki esir kampına...
Adımınızı attığınız andan itibaren sizi içine soktukları o korku, tehdit, işkence, kafes, ölüm hücresi, asker komutu, asker copu sarmalının günlük pratik olarak yaşandığı Albay Raci Tetik komutasındaki toplama kampına. Düşmandık biz, iç düşman...
Devletin bekasını tehdit eden, anarşi ve terörle bağlantılı, bölücü, dış düşmanla birlikte devletin temellerine dinamit koyan, ezilmesi gereken, gözden çıkarılabilir tehlikeli kişilerdik.[13]
Cezaevi Komutanı Albay Raci Tetik, sayısını unuttuğum hücre cezalarından birinde aynen şunları söylemişti: “Bana izin verseler hepinizi öldürürüm, hepinizi ipte sallandırırım, gözünü seveyim Humeyni’nin, nasıl da sallandırıyor.” Yanındaki genç istihbarat subayını göstererek “bunlar engelliyorlar beni, yoksa isyan ettiler, kaçmaya çalıştılar diye vururum sizi,” demişti. Ben safça “ama biz isyan etmiyoruz, size bu fırsatı vermeyiz,” dediğimde bu defa istihbarat subayı, “isyan koşullarını biz yaratır sonra da isyanı bastırmak için yaptık deriz,” diye söze girmişti.
Çok arzu etmesine rağmen kurşuna dizemediği, ipte sallandıramadığı tutukluları akla hayale gelmeyecek işkence yöntemleriyle hayatlarından bezdirmeye çalışan Raci Tetik, özellikle kadın tutukluların itirazı, direnişi karşısında geri adım atmak zorunda kalıyordu.
Bu ağır ve zor koşullarda bile baskıya boyun eğmeyen kadın tutukluların, baskıya ve dayatılan askerî kurallara itiraz etmeleri, en çok da gülerek, işkencecilerle alay ederek direnmeleri cezaevi yönetimini çileden çıkarıyordu.
İlk zamanlarda koğuşta yaşanan bazı sekter tutumlara ve DAL’ın yarattığı dehşet duygusunun üzerimizdeki etkilerine rağmen kısa sürede toparlandık ve cezaevi otoritesine hep birlikte “Biz buradayız ve sizden korkmuyoruz”, “Kendi hayatlarımızın öznesiyiz ve kurban kimliğini reddediyoruz,” dedik ve bunu yüksek sesle söyledik. Bu sözleri aynı zamanda biz kadınları, devrimin yedek gücü olarak gören yoldaşlarımıza karşı da söylemiş olduk.
Kadın tutuklular olarak bu süreçten yenilmişlik duygusuna, umutsuzluğa prim vermeden ilerleyebilme yetisi kazanarak ve aynı zamanda ortak hareket ettiğimizde ne kadar güçlü olduğumuzu fark ederek çıktık.
IV.
Bir gün koğuşun kapısı açıldı ve beni çağırdılar. Mevsim yazdı. Üzerimde ince bir gömlek vardı. Komutan seninle görüşecek dediler ama koğuş kapısının açıldığı koridordan çıkar çıkmaz ellerimi kelepçeleyip askerî bir araçla C Blok bodrumundaki tecrit hücrelerine götürüp karanlık bir hücreye kapattılar. Yol boyunca, nereye götürüldüğüm ve neden götürüldüğüm sorularını cevapsız bıraktılar. Tuvaletsiz, susuz, her türlü böceğin ve haşerenin cirit attığı bu pis ve lağım kokulu hücrelere ilk konuluşum değildi ancak diğerlerinde hücreye atılma sebebini biliyordum. Bu defa neden getirildiğim benim için tam bir muammaydı ve yalnızdım.
Sayım için geldiklerinde sordum, cevap alamayınca kızdım, bağırdım ama hiçbir açıklama yapılmadan hücre kapısı üstüme kapatıldı. Yalnızdım, böceklere karşı savunmasızdım, her yanım yara bere içindeydi. Günlerce her an zehirli bir böcek tarafından sokulma korkusuyla yaşadım.
O koşullarda insanın düşünmek dışında elinden bir şey gelmiyor, zamanı düşünmek için kullanıyor.
Bütün aşamalarıyla bu süreçte bize reva görülenleri düşündüm.
Neden bireyin hayatı bu kadar önemsiz de devlet neden bu kadar kutsal?
Beka ne demek, devletin bekası vatandaşların mutluluğundan daha mı önemli? Neden beka denince her birimizin hayatı bu kadar değersiz ve haklarımız önemsiz hale geliyor?
Neden bunca eziyet, işkence ve hak ihlaline en başta karşı çıkması gereken hukukçular sessiz kalıyor? Sessiz kalmak da değil, bir kısmı hızla ve büyük bir istekle zalime uyum sağlıyor?
Neden hayata ilk adımlarımızı atarken korkuyla karşılaşıyor, zaman zaman dozu artan bir korku atmosferinde yaşıyoruz?
12 Eylül öncesini düşündüm.
Korkuyu yaratan, paramiliter örgütler eliyle şiddeti üreten, komando kamplarını açan, tetikçileri yetiştiren, suikastçılara arka çıkan bu devletin ta kendisiydi. Sonra günü geldiğinde “kurtarıcı devlet” olarak sahneye çıkan, tehdit, tehlike ve düşman olarak ilan ettiği vatandaşlarından bir bölümünü fiziksel ve duygusal anlamda yok eden de aynı devletti.
Bir devlet vatandaşlarının bir bölümünden neden bu kadar nefret eder ve neden onları yok etmek ister ki diye düşünürken birden anneannem düşüverdi aklıma. Anneannemin cezaevine girmeden öğrendiğim hikâyesi.
Ve bu defa onun acısını içimde, iliklerimde, hücrelerimde hissettim. Hikâyesini bana anlattığında öfkeydi ilk hissettiğim, ona ve ailesine yapılanlara duyduğum öfke.
1915 yılında dokuz yaşında bir kız çocuğuna, tarihin gördüğü en korkunç şiddeti, dehşeti ve vahşeti yaşatan, bu yetmiyormuş gibi annesinden, sevdiklerinden, güvendiği dünyadan zorla koparılmasına, hiç bilmediği, tanımadığı bir dünyanın ortasına bırakılmasına yol açan devlete duyduğum öfke. Oysa o, kendisine ve ailesine bunları yaşatan devletin vatandaşıydı.
Kabul etmek gerekir ki çok büyük bir korkuyla yaşadı ve elbette bana anlatmadığı, bizim asla bilemeyeceğimiz kim bilir neler oldu hayatında.
Siverek dağlarına bakarak günlerce ağladığını söylemişti. Bunu hatırladığımda içim parçalandı. Ve ben ilk defa dokuz yaşındaki Heranuş’un yanına çöküp onunla birlikte, sessizce ağladım.
Sorularımın cevabı yanı başımdaydı ve ben yıllarımı ondan kaçarak onu öfkemin içine gömerek geçirmiştim. İlk defa anneannemi anlıyordum ve şimdi bunu ona söylemek için şiddetli bir istek duyuyordum.
Sonra anneannemin hikâyesini arkadaşlarımla paylaştığım zaman seslerimizin nasıl kısıldığını, hemen hepimizin benzer hikâyeleri olduğu halde nasıl da fısıltıyla konuştuğumuzu hatırladım. Biz, cezaevi otoritesine yüksek sesle itiraz eden kadınlardık ama koğuşta, kimsenin bizi dinlemediği bu ortamda fısıltıyla konuşuyor, birbirimize benzer hikâyeler anlatıyorduk. Neden fısıltıyla konuşuyorduk, bu konu açıldığında fısıltıyla konuşmamız gerektiğini kimden ya da kimlerden nasıl öğrenmiştik? Bunu nasıl benimsemiş ve içselleştirmiştik?
Oysa biz, koca dünyanın sorumluluğunu sırtlamış, daha iyi bir dünya talebiyle yola çıkmıştık. Şili’de, Angola’da olan bitenle çok yakından ilgiliydik ama dünya kurulalı beri insanın gördüğü o en büyük adaletsizlik, en büyük kötülük burada, bu topraklarda burnumuzun dibinde yaşanmıştı ve biz buna dair soru dahi sormuyor, susuyor, konu açıldığında ise boynumuzu içimize çekip fısıldıyorduk.
İşte ilk sorum “neden bu suskunluk?” oldu.
Hemen herkesin bildiği bu “sır” neden yıllardır konuşulamıyordu?
Neden anlatılan sadece anneanne ve babaanne hikâyeleriydi, dedelerimiz o sıralarda ne yapmıştı, ne kadarı masumdu?
Hafızanın sabit olmadığı, yeni bir şeyler fark ettikçe yeniden şekillendiği söylenir. O gün o hücrede fark ettiklerimle anneannemin hikâyesini daha farklı yorumlamaya, artık her şeyi sorgulamaya başlamıştım.
Bu devletin kuruluşunu, kuruluş sürecindeki İttihatçı damarı, resmî tarih anlatısını, egemen ideolojiyi, kimliğimi, tabuları aynı anda sorguladığım büyük bir sorgulama sürecine girmiştim.
Sanırım Gülten Akın’ın, “kimi şiirler bekler kimi yaşları” dediği gibi, sorgulama ve üzerinde düşünme işi belli bir yaşa ve olgunluğa gelmemi beklemişti.
Geçmişte yaşanan hiçbir acı geçmemişti, hiçbir yara kabuk bağlamamıştı ama biz geçmiş bitmiş kötülüklermiş gibi bakmaya alıştırılıyorduk. Ya da bir an için aklımıza düşse de sonra can havliyle unutuyorduk. Hep acelemiz vardı, dünyayı değiştirecektik, devrim yapacaktık, durup düşünmeye vaktimiz yoktu. Ama böyle yaparak bir çemberin içinde dönüp durduğumuzu, oyunu kurallarına uygun oynadığımızı, kimi zaman ayrıntılarda bir ilerleme sağlasak da esasta hep yenildiğimizi fark edemiyorduk.
İki aya yakın kaldığım hücreden koğuşa getirildiğimde,[14] ASALA’nın Esenboğa saldırısını ve saldırının sanığı Levon Ekmekçiyan’ın bizim bloka getirildiğini öğrendim.
Tecrit hücresinden çıkarıldığımda önce doğrudan Raci Tetik’in odasına götürüldüm. Hücreye atılmamın sebebini sorduğumda bana, “senin hakkında duyumlar aldık, tutukluları, cezaevi yönetimine isyan etmeleri için kışkırtıyormuşsun,” dedi. Koğuşa geldiğimde Raci Tetik’in söylediklerini de aktardım arkadaşlara. Görüşlerine önem verdiğim bir arkadaşım, hücreye götürülmemin sebebinin “anneannem” olabileceğini söyledi. Bu iddiayı doğrulatabilmem mümkün olmadı ve ben halâ bu uzun hücre cezasının nedenini bilmiyorum.
V.
Şimdi kime sorsanız 12 Eylül’e karşı. Neredeyse darbeci generaller dışında herkes karşı. Hatta bugün siyasi iktidarı destekleyenler de 12 Eylül’e karşı ama 12 Eylül zihniyetinin sürdürücüsü olarak karşı.
Hâsılı toplumu oluşturan bireylerin çoğu 12 Eylül’e karşı ama olmuş bitmiş bir şeye karşı olmak gibi bir karşı olma hali bu.
Peki, 12 Eylül olmuş bitmiş bir şey mi ve biz 12 Eylül’ün neresine, nesine karşıyız?
Zihniyetine mi, Anayasasına mı, yasalarına mı, yarattığı insan tipine mi, kurumlarına mı?
Darbeciler, 12 Eylül’ü geçici bir darbe, olup bitecek bir şey gibi tasarlamadılar. Daha darbe günü yaptıkları açıklamada niye darbe yaptıklarını, ne düşündüklerini ve ne yapacaklarını açıkça ilan etmişlerdi.
Devletin ve milletin bekasının tehlikeye düştüğünü, Türk Silahlı Kuvvetleri olarak devlet otoritesini yeniden tesis etmek ve idamesini sağlamak gayesiyle devlet yönetimine el koyduklarını açıklamışlardı.
Gayeleri, devlet otoritesini sadece tesis etmek değil, aynı zamanda idame ettirmekti. Bildiğiniz gibi idame kelimesinin sözlük anlamı; sürdürmek, sürüp gitmesini sağlamaktır. 12 Eylül ruhunu ilelebet yaşatmak gayesiyle kurdular sistemlerini.
Mesela şöyle demişlerdi:
“Ağızlarından düşürmedikleri hukuk devleti kavramı bir kısım anayasal kuruluşlarca devletin parçalanması pahasına da olsa yalnız kişilerin müdafaası olarak yorumlanmış, devletin ve milletin savunulması ise sahipsiz kalmıştır.”
Hukuk devletinden ne anladıklarına bakar mısınız?
Darbecilere göre, hukuk devletinin temeli, devleti savunmaktır, bu kavram böyle yorumlanmalıdır. Kişilerin müdafaası olarak yorumlayanlar, devletin parçalanmasına yol açacaklardır. Hukuk devleti kavramının tam anlamıyla ters yüz edilmesidir bu.
Oysa hukuk devleti, darbecilerin savunduklarının aksine, temelini bireysel özgürlüklerin oluşturduğu devlettir. Hukuk devletinde, devlet kudretine karşı gözetilen ve korunan bireysel özgürlüklerdir, insan haklarıdır.
Ama darbecilere göre korunması gereken devlettir. Kime karşı korunacak devlet? Kişilere karşı, yurttaşa karşı.
Hukuk devletini savunanlara karşı kullandıkları aşağılayıcı ton ve kullandıkları söz dikkatinizden kaçmamıştır. “Ağızlarından düşürmedikleri...”
Peki, devletin parçalanması pahasına hukuk devleti kavramını ağızlarından düşürmeyenler kimler? Anayasal kuruluşlar. Yani, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Üniversiteler...
Anayasal kuruluşlardan beklenen, kişilere karşı devletin müdafaasını yapmalarıdır. Kastedilen çok açık: Söz konusu devlet ve devletin bekası ise hukuk devleti kavramı ve kişi hakları teferruattır, bir kenara konulabilir.
Bu anlayış bitti mi sizce?
Daha geçenlerde Cumhurbaşkanı, “Bekamız söz konusu olduğunda gözümüz hiç kimseyi görmez, görmeyecektir,” diyorsa ve bu sözleri alkış alıyorsa 12 Eylül’e olmuş bitmiş bir şey gibi bakabilir miyiz?
Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, “Ben devletin menfaatlerini hukuk çerçevesinde korumakla görevli bir kurumun başkanıyım,” diyorsa, baroların, devletin menfaatlerini korumakla görevli olduğunu ilan ediyorsa sizce 12 Eylül zihniyeti bitmiş sayılır mı?
12 Eylül her şeyden önce bireyin derinlerine, korkuyu ve devlete koşulsuz itaati yerleştirdi. Devlete adanmış bedenler yaratarak “İnsanı devletleştirdi.”[15] Bunu yaparken zorlanmadı, devletin sınırsız gücünü içselleştirmiş ve uyum sağlamakta zorluk çekmeyen bireylerden oluşan bir zemin üzerine inşa etti modelini.
Kırk yıldır bu model işliyor, iktidarın yeni sahipleri bu model üzerinde tepiniyorlar. Bu modelin geleneğine göre, devlet kriz ve korku üretir; muhalifleri halleder ve sonra kendi yarattığı krizi çözerek, kendi yarattığı düşmanları ortadan kaldırarak “kurtarıcı devlet” mitini yeniden üretir.
İçinden geçmekte olduğumuz günlerde devlet bu geleneğe uygun olarak yine korku, tehdit, kriz üretiyor, ama bu defa ürettiği krizleri çözmekte çok zorlanıyor. Çözemeyince yeni krizlere ihtiyaç duyuyor ve sürekli yeni krizler yaratıyor. Yaşadığımız kriz bolluğu bundandır. Çözemeyince bir de devlet içinde ve devlet güdümlü sivil paramiliter örgütlenmelere daha çok ihtiyaç duyuyor.
Ancak ne yaparsa yapsın sonuçta hukukî meşruiyeti yeniden üretemiyor, aksine geri döndürülemez ölçüde her geçen gün biraz daha yitiriyor.
En karanlık zamanlarda bile bir ışığın bulunacağını ve bunun insanların eylemleriyle ortaya çıkacağını söylüyor Arendt. Ve şöyle devam ediyor: “Gerçekten de karanlığa direnmek ve ışığı bulmak zorundayız, çünkü dünyaya ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuz var.”[16]
Biz birlikte eylemenin ne kadar önemli, ne kadar umut verici olduğunu, Mamak Cezaevi kadınlarının direnişinde görmüştük.
7 Haziran seçimlerinde gördük. Gezi’de gördük. Dipten çağıldayarak gelen ve her geçen gün çoğalan kadın hareketinde gördük.
Umutlu olmak için sebebimiz de var ışığımız da.
[1] Darbeden önce azami 15 gün olan gözaltı süresi önce 30 güne daha sonra da 90 güne çıkarılmıştı. 90 günden fazla sürecek tutukluluk durumunda ise hâkimin izni alınıyordu.
[2] Resmî açılım: Derin Araştırma Laboratuvarı – ed.n.
[3] Bu maddelerin kaynağı, Mussolini döneminde faşist devleti koruma amacıyla çıkartılan 1930 İtalyan Ceza Yasası’dır. O yasanın 270 ve 272. maddelerinin gerekçesi şöyledir: “... Bu nedenle, söz konusu hükümler, faşist devletin şahsiyetinin korunması yönünden temel bir unsur teflkil etmektedir.” Halit Çelenk, Hukuksuz Demokrasi, Çağdaş Yayınları, 1994. Daha fazla bilgi için, bkz. Halit Çelenk, 141-142 Üzerine, Anka Yayınları, 1976; Çetin Özek, 141-142, Ararat Yayınevi, 1968; Cangül Örnek, “141 ve 142. Maddeler Tartışmasında Devlet ve Sınıflar”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, cilt 69, no. 1, s. 109.
[4] Uğur Mumcu, “12 Eylül Adaleti”, Cumhuriyet, 21 Eylül - 2 Ekim 1987.
[5] 12 Eylül 1980 günü Orgeneral Kenan Evren Milli Güvenlik Konseyi Baflkanı sıfatıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koyduğunu, yasama ve yürütme yetkilerinin, açıklamanın yapıldığı günden başlayarak, muvakkat bir zaman için MGK tarafından kullanılacağını ifade etmiştir. MGK’nın 1 numaralı bildirisi ile parlamento ve hükümet feshedilmiş, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. MGK’nın teşekkülü ise 4 numaralğ bildiriyle ilan edilmiştir.
[6] 12 Eylül 1980 günlü açıklamanın, mahkemelerin oluşumu, bu mahkemelerde görev yapacak kişilerde aranan nitelikler ve kararların içeriği ile ilgili paragrafı aynen şöyledir: “Kanun ve nizam hâkimiyetini sağlamada tecrübeli ve yetenekli kişilerden oluşan mahkemelerin süratle ve doğru kararlar vermelerini ve bunları korkusuzca uygulayabilmelerini sağlayacak yasal ve idari tedbirler alınacaktır.”
[7] Her ne kadar, bazı istisnalar dışında 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu belirtilmiş ise de 27.10.1980 tarihinde kabul edilen 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun’un 6. maddesi bu söyleneni tekzip eder niteliktedir. Kanunun 6. maddesine göre; “MGK’nın Bildiri ve Kararlarında yer alan ve alacak olan hükümlerle Konseyce kabul edilerek yayınlanan ve yayınlanacak olan kanunların 1961 Anayasasına uymayan hükümlerine uymayanları Anayasa değişikliği olarak ve yürürlükteki kanunlara uymayanları da kanun değişikliği olarak yayınlandıkları ya da gösterilen tarihlerde yürürlüğe girer.” Bkz. M. Zafer Üskül, Bildirileriyle 12 Eylül 1980 Dönemi Sıkıyönetimi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2018.
[8] Yürürlükteki Ceza Yargılaması Usulü Kanunu’na göre (m. 136) “maznun tahkikatın her hal ve derecesinde bir veya birden fazla müdafiin yardımına müracaat edebilir.” Bu yardım, görüşme, soruşturma kâğıtlarını inceleme, sanık adına adli işlemlerde hazır bulunma ve başvurular yapma biçiminde olacaktır.
[9] Yukarıda değinildiği gibi bu sayılanlar yanında kişilerin işlendiği sırada suç olmayan bir fiilden dolayı suçlanamayacağı ve cezalandırılamayacağı, kanunların geriye yürütülemeyeceği de dokunulamayacak, askıya alınamayacak haklardandır.
[10] Erzincan Sıkıyönetim Mahkemesi, 4.9.1984 984/107-375. Bkz. Halit Çelenk, 12 Eylül Hukuku, Onur Yayınları, 1988, s. 45.
[11] As.Y. 3. D. 4.9.1984 984/107-3. Bkz. Çelenk, 12 Eylül Hukuku, s. 46.
[12] Özellikle Anayasa Mahkemesi baflkan ve üyeleri tam kadro Evren’e saygılarını sundular. Kuruluşun temeli olan Anayasa generaller tarafından ilga edilmişti ama Mahkeme duruyordu ve hâkimleri de görev yapmadıkları halde maaşlarını almaya devam ettiler.
[13] Kenan Evren’in 12 Eylül 1980 günlü açıklamasında dış düşmanla ortak hareket eden iç düşmanı; anarşi ve terörle bağlantılı, bölücüler, devletin temeline dinamit koyanlar gibi sözcüklerle tanımlamıştı.
[14] Hücrede tutulduğum süre adli tatile denk geldiğinden avukatımla da uzun süre görüşememiştim. Avukatım Sevgili Halit Ağabey (Çelenk) geldiıinde ona, uzun süredir sebepsiz hücrede tutulduıumu anlatırken müdahale edip görüşümüzü sonlandırdılar. Halit Ağabey, tartışmalara tanık olan diğer avukatlarla birlikte tutanak tutup Sıkıyönetim Komutanlığı’na bildirmiş, ancak hakkında dava açılan ve sanık sandalyesine oturtulan Halit Çelenk olmuştu...
[15] Hitler, Alman politikacı Raischning’e, insanlarI tekrar çıkamayacaklarI sağlam bir disiplin içine sokma gayesini flu sözlerle açıklamıştı: “Biz insanları devletleştiriyoruz.” Sebastian Haffner, Hitler Üzerine Notlar, çev. Hulki Demirel, ‹letiflim Yay›nlar›, 2020, s. 61.
[16] Aktaran Gözde YIlmaz, “Düflün ile Eylemek”, Hannah Arendt, Gazete Duvar, 5 Aral›k 2018, https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/12/05/dusun-ile-eylemek/
(AÖ)