Sayısız badirelerden kurtulmuş antika saatlerin, artık güvenli ellere ulaşmış olmanın huzuruyla çıkardıkları kendilerine has tıkırtılar eşliğinde Recep Gürgen ve Dolmabahçe Saat Müzesi sorumlusu Şule Gürbüz ile antika saat tamirciliği üzerine bir söyleşi yaptık.
Bu söyleşiyi okuyacaklara önerim, onu yaşamın kalp vuruşlarını aktaran mekanik bir saatin tik taklarını dinleyerek, geçen her saniyenin hakkını vererek okumaları.
16. yüzyılın sonlarından itibaren Topkapı Sarayı'nın has odasındaki Osmanlı ve Avrupalı saatçilerin saraydaki saatleri onardığını, bakımını yaptığını biliyoruz.
Hatta sonrasında "saatçibaşı" diye bir unvanın oluştuğunu, saatçibaşıların sultana kendi yaptıkları saatleri sunduklarını ve karşılığında altınlarla ödüllendirildiklerini günümüze ulaşan kayıtlar gösteriyor.
II. Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı'ndaki saatlerin bakımını yapmak üzere gelen Johann Meyer, alaturka ve alafranga saatleri tek kadranda toplar. Bu çalışma ona sultanın başsaatçisi unvanını kazandırır; yaptığı saat de "Hamidiye saati" olarak anılır.
Meyer ailesinin, Osmanlı'dan cumhuriyete saatçilik tarihinde özel bir yeri var. Saatçilik mesleğini sürdüren oğul Meyer'in ve ardından Türkiye'deki ilk saat fabrikasının kurucusu torun Wolfgang Meyer'in saatçilik uğraşları, yüzyıllar süren bir geleneğin uzantısı.
Hatta Wolfgang Meyer'in 1970'li yılların başlarında hazırladığı Topkapı Sarayı'ndaki Saatlerin Kataloğu, bugün bile saatçilik tarihiyle ilgilenenlerin başvuru kitabıdır.
Recep Gürgen: Meyer o kitabı kendi matbaasında, kendi parasıyla bastırıp Topkapı Sarayı'na vermişti. O da ortada yok şu anda...
Osmanlı'nın son günlerine dek var olan saray saatlerinin onarımı ve bakımı geleneğinin uzantısı bugün sizlersiniz, çünkü aynı işi yapıyorsunuz, aynı saatlere dokunuyorsunuz, onları onarıyorsunuz, bakımlarını yapıyorsunuz. Sizin açınızdan bu süreç nasıl başladı?
R. G.: Ben de saatçi bir aileden geliyorum. Çocukluğumdan beri çarşıdaki saatçilere bakarak saatçi olmayı umut ediyordum ki, bir gün dayım geldi, babamdan istedi beni. Ben de severek gittim ve 1960'ta saatçi dayımın yanında çırak olarak başladım işe.
Tabii Sirkeci'deki saatçilik başka bir işti o günün şartlarında. 1966 yılına kadar dayımla ve başka yerde başka insanlarla çalıştım. Atölyede çalışırken o zaman dahi farklı bir saatçilik merakı gösterdiğimden, bir gün bir dostum, "Seni daha da geliştirecek, uzman yapacak bir yer var; Meyerler. Müracaat etsene" dedi.
1966 yılında Meyer'e müracaat ettim. Tünel'de, Billur Sokak'ta büyük bir atölyeydi. İşe başladığımda, saray saatçiliği geleneği Meyer'de her şeyiyle sürüyordu. Burası herhangi bir mağaza gibi yol üstü değildi; gizli saklı bir yerdi.
Orada başka bir dünyanın içine girmiş oldum ve edinmiş olduğum pratik bilgiyi ve el melekesini daha detaylı, daha planlı bir şekilde geliştirmeye başladım.
Meyer'in çırağı olmak, o ortamda çıraklık yapmak nasıldı?
R. G.: Bizim meslekte bire bir ilişki çok önemlidir. Ancak bazı çıraklarla da bütün gününüzü geçiremezsiniz, söylediklerinize cevap alamazsınız. Yani usta da karşısındaki çıraktan, eğer ondan yeterli bir şey alamıyorsa sıkılabilir.
Ben Meyer'den bir an olsun ayrılmadım; o da benden sıkılmadı. Öyle bir şeydir ki bu, bire bir öğretmek istediğiniz şeyin öğrenilmekte olduğunu fark edersiniz, emeğinizin boşa gitmediğini görürsünüz; o zaman siz de hiçbir şeyi eksik bırakmaksızın aktarmaya çalışırsınız.
İşte zannediyorum ki ben de öyle bir haldeydim; işten bıkmak, yorulmak nedir bilmezdim. O anlamda çok mutluydum; Meyer de ne var ne yok önüme dökmeye başladı.
Şule Gürbüz: Düşünme, içe kapanma, insanda sadece iş dünyasının değil daha bir iç dünyasının bulunmasını gerektiren bir zanaat olduğundan, saatçilikte çalışkan, iyi iş çıkaran bir insandan ziyade, biraz başka türlü de düşünebilen, biraz derviş, incelikli, kavrayışlı, biraz daha kültürlü insanlara ihtiyaç oluyor.
Mesela bu atölyeye kimden el alacağının farkında olmayan ve "Buradan çıksam da bir dükkânda pil takıp kayış değiştirsem" diye düşünebilen çıraklar da gelebiliyor. Belli bir kültürde, görgüde olan insanlar ise zanaatçılık mesleğini seçmiyorlar.
Bu zanaat biraz da kalender olmayı, maddi şeylere çok fazla gönül vermemeyi, başka bir yaradılışta olmayı gerektiriyor. Yani kimseden bir şey beklemeksizin, kendi içinde mutlu, derya gibi bir insan olmayı... Ama bunu yapabilir güçte olmak az şey değildir.
Çıraklarda bu tarz bir durumla karşılaşmak da oldukça güç olduğundan, aktarımı da çok kolay olmuyor. Ya da şu dükkâna gelecek görgülü bir insanın taleplerine karşılık verecek söze, sohbete sahip olmuyorlar.
Tabii ki eli kırık, çalışkan çıraklar, kalfalar her zaman olmuştur. Ama insanın şöyle gözünün arkada kalmayacağı birini bulması maalesef epeyce güç.
Recep Usta yaratılış olarak sakin bir insan; zarif, aklı başında, müzikten, edebiyattan anlar, empati yeteneği var, çok ortaya koymadığı daha pek çok özelliği var.
Meyer tabii ki böyle birini bulduğuna ve bu çocuğun aynı zamanda da çalışkan ve becerikli olmasına sevinmiştir. Sevinir, çünkü bunun arkası gelmiyor ya da bu işlerden anlayan insanlar ellerini kirletmek istemiyorlar.
Bu da çok kolay baş edilir bir şey değil. O yüzden de soyu kuruyacağa benziyor.
R. G.: Bugün dahi bu mesleğin devam edebilmesi için dünyanın birçok ülkesinde mesleği sürdürenler himaye altındadır; muafiyetler var, teşvikler var. Bizde ise böyle bir şey yok. Hep kendimizden vererek, kendi sevgimizle, kendi gayretimizle yapıyoruz.
Eskiden saray saatçibaşılarının çırakları da saat yapıyorlarmış ve falanca ustanın çırağı diye ustasının gözetiminde sultana saat sunarak ustalıklarını kanıtlıyorlarmış. Dolmabahçe Sarayı'ndaki saatlerin tamiri sırasında sizin bir çırağınız vardı; Şule Gürbüz. O çırak şimdi usta oldu, diyebilir miyiz?
R. G.: Evet, ona usta diyebiliriz artık.
Ş. G.: Ustalığı çok rahat kabul edemem, çünkü bir usta, Recep Usta ya da başka saat ustaları gibi, hani "iyi bir saatçi olmazsa yaşayamayacak" bir anlayışla yetişmeli. Ustamın eski parçalara yaklaşımı yanında benimki çok kaba kalır; bir dişli çekerken dikkatimiz çok farklıdır; hurdalara benim bakışım çok acımasızdır, kendim bile uzaktan bakınca irkilirim.
Mesleğe duyduğum saygı ve sevgi yüksek boyutlarda da olsa kendisininkiyle kıyaslanamaz. Ben belli bir yaştan ve çok başka alanlarda çalıştıktan sonra, hiç hayal edemeyeceğim bir şekilde bu noktaya geldim. Ama çok başka konularla uğraşmam da saatçiliğe meyletmeme sebep olmuş olabilir.
Müzikle uğraştım, felsefe, sanat tarihi okudum, edebiyatla, şiirle çocukluğumdan beri haşır neşirdim. Belki de saatçiliği bütün bunlardan sonra çok güzel ve değerli buldum.
Ama çok iyi bir ustalık, büyük bir beceri, elinden hiçbir işin kurtulmaması gibi kavramlar bana yakın değil; hiçbir zaman da olmayacak. Ustam her saate yakınlık duyar; ben ise güzel saatleri severim, öyle her şeyi elime almam. Ama şurası kesin ki, hiçbir zaman da bu işi ayağa düşürmem.
R. G: Ancak şu var ki, kesinlikle kimseye kötü bir iş yaptırmaz. Kendisi yapmasa dahi, "Bu böyle olmaz, buna böyle davranamazsın, benim ustam böyle yapardı" diye en azından yapılmasını sağlayacaktır. Şimdi biraz mütevazı davranıyor.
Ş. G.: Bir çırak işe başlar, iki sene ortalığı süpürür, çay getirir, Karaköy'e gider parça alır -onu da yanlış alır-, sonra ufak tefek tesviye, eğe yapar. Sorsanız "On senelik saatçiyim" der, halbuki daha saate elini sürmemiştir.
Bense işe daha geç bir yaşta girmeme rağmen, elli senelik bir saatçinin görmediği, hayal bile edemeyeceği çok kıymetli bir saate elimi sürerek ve en iyi ustayla başladım.
O nedenle de benim yedi-sekiz senelik saatçiliğim, başka birinin otuz-kırk senesinden daha ötedir. Saati yapan ustanın duygusuna, düşüncesine ve tekniğine sadık kalarak restorasyon yaparım.
Yine de dediğim gibi, akşam saat altı olunca saraydaki atölyeyi kapatıp eve gidiyorum. Recep Usta ise, gece saat bir, iki oluyor, burada çalışıyor; seneler boyu böyle olmuş bu. O yüzden şimdi bana usta dersek, ona ne diyeceğiz?
Ustaların ustası diyeceğiz ona da. Aslında konumuz antika saatçilik olduğunda, ustalık dediğimiz şeyde mutlaka gönül var. Avrupa'da saatlerin seri üretiminin başladığı 18. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Osmanlı'ya gelen Avrupa saatlerinin sayısı iyice arttığı halde, çok kısıtlı olanaklarla çok iyi ürünler ortaya koyan Osmanlı saat ustaları var.
Hem de Avrupa'dan gelen saatleri daha ucuza, zahmetsizce satın almak varken... İşin içinde gönülden bağlılık, merak olmasa, ustalık olmazdı diye düşünüyorum.
Ş. G.: Saray saatçiliğinin güzel yanı, müşteri ilişkisinin, "şu işi şu kadar zamanda bitireceğim" koşuşturmasının olmaması. Çok iyi bir saati -usta olmasanız bile- tam bir usta tavrıyla açıp, ona gerektirdiği kadar zamanı, ilgiyi, özeni gösterip, her türlü ayrıntısını güzelce inceleyip, sükûnetle üstünde çalışıp, sükûnetle kapatabiliyorsunuz.
Müşteriyle temasın olduğu bu tarz atölyelerde ise, bazen o kadar sıkışılıyor ki, gündelik bir para sirkülasyonu da olması gerektiği için, üzerinde daha fazla durmak istendiği halde daha hızlı çalışmak zorunda kalınabiliyor.
Recep Usta, 1966'da Meyer'in yanında çalışmaya başladıktan yaklaşık on yıl sonra atölye şefi oldunuz. Buradaki şeflik, bildiğim kadarıyla tek başına teknik bilgilerin aktarılması ya da çalışanların kontrol edilmesinden ibaret değil; kültürel bir geleneğin, genel bir davranış biçimin, alışkanlıkların, sosyal durumun aktarılması da söz konusu.
R. G.: Bizde saat sahibiyle ilişki kurmak önemlidir. Ömrünüzde tek bir saate sahipsiniz. İkinci bir saate sahip olabilirsiniz ama ilkine verdiğiniz önem, anısıyla, maddi değeriyle, size ikinci bir saat düşündürmeyecek kadar büyüktür. Ona karşı bir sadakatiniz vardır; onu saatçiye götürmek, bir yakınınızı hastaneye götürüp tedavi ettirmek gibidir.
"Saatim bozuldu, atayım yenisini alayım" gibi bir düşünce asla yoktur. Zaten eskiden saat tamire gönderilmezdi, getirilirdi. Düşünün ki en üst seviyede devlet memuru olan bir beyefendi, kendi saatini bizzat kendisi getirirdi Meyer'e.
Önce güncel konular üzerine bir sohbet veya hal hatırın sorulduğu bir görüşme yapılır, sonra özür dileyerek saatini çıkartır der ki, "Özür dilerim ama saatimi düşürdüm, kırdım". Müşteriyle böyle bir diyalog ve ilişkiye girerseniz, siz de onun üzüntülerini gidermeye çalışırsınız.
Düşünebiliyor musunuz, o insana, "Üzgünüm ama bu saatin tamiri olmaz" demek ne demek?
Ölüm haberi vermek gibi bir şey. Şimdi bir başka noktaya değinmek istiyorum. David Landes'in Revolution in Time (Zamanda Devrim) adında, 1983 baskısı, henüz Türkçe'ye çevrilmemiş bir kitabı var.
Saatçilikteki gelişmelerin hem teknik hem de sosyal açıdan toplumu etkilemesine dair iyi bir çalışma. Landes, Topkapı Sarayı'nı örnek göstererek diyor ki: "Bazı yerlerde paha biçilmez değerde saatler var. Ancak bunlarla ilgilenecek nitelikli personel olmadığı için bu saatler dolaplarda, hazinelerde son günlerini geçiriyor."
Genel olarak baktığımızda, İsviçre'de, Fransa'da, İngiltere'de -ki bunlar saat üretim merkezleridir-, Japonya'da, Amerika'da, daha birçok ülkede saat müzeleri var. Sergiler var, kataloglar hazırlanıyor...
Bu konuda o kadar çok yayın var ki... Topkapı Saat Koleksiyonu'nda nadide parçalar bulunmasına rağmen, az önce konuştuk, Meyer Usta kendi cebinden para koyarak katalog bastırıyor.
Böylesine zengin ve saatçilik tarihinin, dolayısıyla teknoloji tarihinin şaheserlerini barındıran bu koleksiyon hakkında yok denecek kadar az sayıda çalışma olması, ilgisizlikten kaynaklanan bu vurdumduymazlık çok üzücü.
Bunun yanında sevindirici bir gelişme olarak gördüğüm, yeni açılan Dolmabahçe Saat Müzesi var. Tıkırtısını kaybetmiş, sessizliğe gönülmüş, bir zamanlar ölçtüğü zamanın yıpratmasına boyun eğmiş birçok saat geçtiğimiz yıl günyüzüne çıktı ve şimdi sergileniyorlar. Nasıl oldu bu?
Ş. G.: Dolmabahçe'de 193 saat var. Bütün Milli Saraylar Koleksiyonu'nda; Beylerbeyi Sarayı, Yıldız Şale, Ihlamur, Florya, Aynalıkavak'ta toplam 284 saat var. Biz Recep Usta'yla 1997 yılından beri çalışıyoruz. Daha önce bir saat atölyesi yoktu Dolmabahçe'de.
Ben heves edince, Recep Usta'yı bana bu işi öğretsin diye danışman olarak aldılar. Saraydaki bir odada teorik olarak söküp takarak bu işi yapmaya başladık. Sonra haftada bir gün buraya, Recep Usta'nın atölyesine gelmeye ve torna, freze, alet edevat vb. öğrenmeye başladım.
Derken bize Dolmabahçe'de bir atölye kuruldu, İsviçre'den saatçi tornası getirildi, alet edevat açısından güzel bir atölyemiz oldu. Ve biz, saraydaki saatleri, bu sefer öğrenim amaçlı söküp takmanın ötesinde tamire giriştik; depolardaki, teşrife açık olmayan odalardaki saatleri alıp onarmaya başladık.
Saat de tabii çok albenili bir obje; bir kere çalışmaya başladıktan sonra bakana tepki de veriyor, çalıyor, görüntü sunuyor vs. Tabii biz bu saatleri yaptıktan, bunlar çok da şahane görünmeye başladıktan sonra, onları aynı karanlık odalara geri koymak içimize sinmedi.
Bunlar zaman içerisinde birikti; bir sürü işleyen, çok şık, özellikli saatimiz oldu. Yurtdışında da bildiğimiz, gördüğümüz kadarıyla, müzelerde sergilenen en önemli obje ya mücevher ya müzik aleti ya da saattir her zaman. Dolmabahçe gibi çok ağır teşrifli bir sarayda saatler çok göze batmıyor. Saat, iki şamdanın arasında ya da kristallerin, vazoların, avizelerin yanında, koca perdelerin arasındaki nesne olarak çok sönük kalıyor...
Biz de bunlar bir ortaya çıksın, hem bir yerde bizim yaptıklarımız da görünsün istedik. Sonuçta bu saatleri hiç kurmayınca, çalıştırmayınca, koyduğunuz yerde bir süre sonra bir atalete gömülüyorlar; hiç değilse ayda bir olsun kurmak, çalıştırmak, müziğini dinlemek gerekli. Saatler biriktikçe, teşrifattaki saatlerden değil de bu bizim bahsettiğimiz saatlerden bir seçme oluşturduk kendimizce.
Bizim bu saatleri tamirimiz sekiz senemizi aldı. Bunların içinde tamamen hurdaya dönmüş saatler de vardı, çok ağır tamiri olan da. Bir saatin özelliği ne kadar çoksa, tamiri de o kadar zor. Yani sadece zamanı gösteren bir saate göre bir otomatın, çeyrek çalarlı, müzikli, bin türlü özelliği olan bir saatin tamiri çok daha zordur.
R. G.: Bu arada saray saatçilik geleneğindeki boşluğun ne yaptığını söyleyeyim; bütün çalar tertibatını, bütün mekanik ekipmanını...
Ş. G.:. tamiri zor olduğu için kaldırıp atmışlar. Çünkü o bölümler daha komplikedir. Biz onların tamamını tekrardan yaptık.
R. G.: Bir gelenek bir yerde biter, onun yerine de alakasız insanlar getirilirse olacağı budur. O tertibatta ne var ne yok bilmiyor, bildiği kadarıyla devam ediyor. Diyelim ki mesela bir saatin çok güzel, komplike bir saat çaları var, mekanizması fevkalade ama "Saat nedir ki canım, çalışsın yeter, çalmasa da olur" deyip, insanoğlunun esas daha fazla kafa yorduğu, üretmek için daha çok çaba verdiği şeyi gereksiz bulup iptal etmişler.
Ş. G.: Hep kendi yetersizliğinden. Maalesef bizde bir aktarım, bir görgü, bir kültür olmadığı için işler kişisel parıltıyla yürüyor. Mesela Ahmet Eflakî Dede kendinden parıltılı bir adam. Kendiyle başlayıp kendiyle biten işler yapıyor.
Saray saatçisi olma niteliğinde olan insan var, olmayan insan var. Saray saatçisi var ama şu anda sarayda böyle saatçilere sahip olmayı hak eden kim var, bir de bunu düşünmek lazım. O zaman sultan vardı, saatçi iltimas görüyordu.
Bugün dünyada bu tarz ağır mekanik saati yapan kimselerin önünde insanlar önlerini ilikliyorlar. Bizde ise sadece kendi gayretimizle yaptıklarımızın karşılığında karşı taraflardan kabalıktan, hoyratlıktan başka bir şey gelmiyor ve biz de bunları görmemek için atölyemizin kapılarını kapatıyoruz.
R. G.: Biz de dahil, bir gün duyarsınız ki saatçiler yok ve buna karar veren kişi, neye karar verdiğini dahi bilmeden saat atölyesini de, müzeyi de kapatabilir. Biz o müzeyi birçok kişinin istememesine rağmen bir mücadeleyle kurabildik.
1983 yılında saatçilik literatürüne değerli saatlere sahip çıkamamamızla geçmişiz; umarım bu sefer de literatürde yeni bir olumsuzlukla, saat müzesi kapatanlara örnek olarak yer almayız.
Ş. G.: Recep Usta ile fahri olarak, hiçbir para pul karşılığı olmaksızın, malzeme de bizden olmak üzere, gidelim Topkapı Sarayı saatlerini onaralım istiyoruz; böyle bir şeye izin yok.
R. G.: Topkapı Sarayı'nda da müze olarak dönem dönem ilgisizlikler olmuştur ama Dolmabahçe Sarayı yaşayan bir yer olmasına rağmen, öyle zamanlar oldu ki, oradaki her şeyi koruyan, yapan eden insanlar birdenbire gittiler; saray geleneğini, adabını bilmez, obje kıymeti bilmez insanların elinde kaldı uzun zaman.
Ş. G.: Artık toplum öyle bir toplum oldu ki, belki eskiden en azından kültür kurumlarında, üniversitelerde, yayınevlerinde vs. daha ciddi insanlar vardı, şimdi o da yok. Ama bugün sarayda bir müze açtık. Hiç değilse atölyeye gitmeden şöyle bir müzeye uğruyorum, kuracağım saatlere bakıyorum, onlarla ilgileniyorum.
Bizim yerli turistler geliyor bakıyorlar, sarı gördükleri saate "Bunlar altın mı?", "Atalarımız da çok iyi yaşamış, vah vah vah" filan diyorlar. Oysa başka birisinin o saate dair içtihadı var, hayal kurması var, ona sahip olmayı hayal ediyor belki, rüyasında görüyor onu.
O da hayal ediyor ama şunu satsam da para kazansam diye başka türlü şeyler hayal ediyor. Bu öyle bir toplum ki, yöneticisi de böyle, halkı da böyle; hiçbirinin bu açılardan birbirinden çok da farkı yok.
R. G.: Topkapı Sarayı'nda şu anda, Meyer'in dışarıda yayımlamış olduğu bu kitabının dışında, Aysel (Tuzcular) Hanım'la birlikte çalışıp basıma hazır bıraktığı bir kitap daha var: Bütün saatlerin katalogu. Yayımlanmış kitap ise, sadece o dönemde vitrinlere konmuş saatler için hazırlanmış olan bir katalogdu.
Bunu bilmiyordum. Bu önemli kitabın bir şekilde yayımlanması gerek. Şöyle bir şey de var; özellikle antika saatlerin tekniğiyle ilgili bilgileri görmek amacıyla kayıtlara, arşiv belgelerine bakıyorsunuz, fakat saraya gelen saatlerin kayıtlarında, "İspanyol elçisinin getirdiği, şu kadar metre yüksekliğinde, şu kadar som gümüş ya da som altın, sağ tarafında 24 parça yakuttan ya da şu değerli taştan" şeklinde bilgiler yer alıyor.
O zamandan beri aslında saatlere bakış açısı, sadece taşıdığı metalin altın ya da üzerinde yer alan taşların değerli olmasıyla ilgili; tekniğine, çalışma sistemine ait tek bir bilgi bulunmuyor.
Recep Usta'nın atölyesinin cephesinde yer alan saatin kadranında "Tamiri imkânsız saat yoktur" sloganını gördüm. Aslında bütün saatler tamir edilmeli diye düşünüyorum; tamir edilmemiş saat kalmamalı.
Sarayların tozlu, karanlık odalarında değerbilmezlikten yıpranıp giden saatler dışında, herkesin gözünün önünde olduğu halde benzer bir akıbete doğru giden saatler de var: Şehirlerin kule saatleri. Şimdi, her türlü saat tamir edilebiliyor ama kule saatlerini zamanın acımazlığına ve yok oluşa terk eden anlayışı nasıl tamir edeceğiz?
Ş. G.: İstanbul'daki çeşitli kule saatleri belki son üç beş senesini yaşıyor. Kurtarılabilirler. Ama hiç kimse bir şey yapmıyor.
R. G.: Bu anlayışı tamir edemiyoruz maalesef. (DG/BA)
* Kaynak: Tarih Vakfı