Artık kadın hareketi içinde "çok şey değişti" devrini yaşıyoruz. Bu dünyada hala her iki dakikada bir en az bir kadın tecavüze uğruyor, cinsel saldırıların sadece %30'u kanuni makamlara bildiriliyor, cinsel saldırıya uğrayanların %70'i saldırganları kişisel olarak tanıyor... Ama "çok şey değişti". En azından bütün bu olanlara normal ya da kaderimiz gözüyle bakmıyoruz. Artık yavaş yavaş kadınlar olarak yenemediğimiz tek şeyin "erkeklerden kaynaklanan" erkek egemenliği olmadığının da farkındayız. Kapitalist düzenin çarkları içinde kadının da pekala kadının kurdu olabileceğini görebiliyoruz. Karşımızdaki koskoca bir düzen sorunudur ve biz bu dev, köklü, dişli sorun içinde çoğu zaman kör dövüşü yapıyoruz. Erkekler kendi iktidarları içinde kadınları dövüşür görmekten çok hoşlanıyorlar. Kadını onlar tanımladığı sürece tehlike yok. Dünyanın en "modern" kentlerinden birinde, en "modern" (modern ne demekse) yaşanan ilişkilerin birinde bile bir kadın ile sevgilisinin annesi karşı karşıya gelebiliyor, örneğin. Bir kadın, evlilik ortada olsun olmasın, bir başka kadına, kendisinden çok daha genç bir kadına karşı kaynanalık rolüne soyunabiliyor, örneğin. Bu kadar basit ve anlaşılır durumlarda bile biz kadınlar birbirimize kıymaktan çekinmiyoruz. Oğlumuz, sevgilimiz, kocamız, erkek kardeşimiz, babamız... Erkekler o kadar değerli ve bulunmaz şeyler ki, onlar için kavga ediyoruz, onların beğenisi, sevgisi, sadakati için. Kadınların her iç kavgası da erkeklere yarayıp duruyor.
"Çok şey değişti", devrini yaşıyoruz yaşamasına. Şimdi bir takım yazarlar ortaya çıkıp kadınlardan bilmiş bilmiş söz ettikçe şaşırmıyoruz. Murathan Mungan'ın Yüksek Topukları'nı düşünün. Murathan Mungan zekası ve yeteneğini yansıtmaktan uzak, ön yargılı, hatta çoğu kez kadın düşmanı bir kitap, Yüksek Topuklar. Ama çok satıyor ve en çok da kadınlara satıyor. "Aa, tam benim düşündüğüm gibi", nidalarıyla Yüksek Topuklar'ı okuyor kadınlar. Oysa, bu kabullenişin aynı zamanda neleri kaybettirdiğini de göremiyorlar. Bu kabulleniş, bir yanılsamadan farksız. Size sizin kendinizi sandığınız şeyi gösteriyor birileri, aslında sevimsiz, kimliksiz, tadı bozuk çorba gibi bir şey bu. İnsan değil, nesnesiniz hala. Eril dünyanın önyargılarının nesnesi. Ahmet Altan örneğinde de, durum farklı değil. Yazarlar kendi düşüncelerini estetize ederken, bunun gerçeğin ta kendisi olduğunu da ısrarla belirtiyorlar ki, o zaman onların "tanrısal" olduklarına gerçekten inanalım. Onlar öyle yazdıysa doğru mudur, tartışılmaya değer midir, onlar yazdı diye gündemimiz öyle mi olacak?
Türkiye'de bir kadın yazarın gündem oluşturması, haftalık dergilere kapak olması pek de kolay değil. Göbek atarak, Çankaya Köşkü'nün önünde soyunarak filan kapaklara çıkabilirsiniz ama roman yazarak çok zor. Kadınlara akıl, yetenek, yaratıcılık kadar az yakıştırılan şey yok ki. Kadınlara bir ürünü satarken de bu gerçeği aklınızda tutmalısınız. Örneğin, kadınlara diyet bisküvisi mi satacaksınız, onların kendilerinden nefret etmelerini sağlayın. Son aylar şöyle bir reklam var: Büyük, plazamsı bir ofisin büyük bir asansörü var. Başrolde şık, siyahlar içinde, zapzayıf bir kadın asansöre doğru ilerliyor. Asansöre yönelen kodoman kalabalığı gerçeğe uygun, erkek kafalarından oluşuyor. Zayıf kadınımız diyet bisküvisini yiyor. Bu sırada etli butlu, kırmızı giysi bir kadın gelip onun asansör sırasını kapıyor. Tabii, asansör fazla ağırlık yüzünden hareket edemiyor. İçerde dolu insan var ama sanki bu ağırlık sadece etli butlu kadının suçu. Zaten o, hem şişman, hem de başkasının, zayıf ve zarif bir kadının sırasını kapacak kadar terbiyesiz bir kadındır. Utanarak asansörden iniyor, yerine başrol kahramanı zayıf kadın biniyor. Asansör bu kez hareket ediyor. Reklam sizin kırmızılı kadından nefret etmenizi, onun şişmanlığından tiksinmenizi istiyor. Öyle ki kendi fazla kilolarınızdan da tiksinecek ve koşup o tatsız tutsuz bisküvilere boğulacaksınız. Bu tür bir reklam, böyle cinayet gibi, insanı ürperten bir reklam yapılıyor, gösteriliyor, ve en çarpıcısı da şu: Bu reklam işe yarıyor. Biz kadınlar, kendimizi değiştirmeye çok kolay ikna oluyoruz, kendimizden nefret etmeye çok hazırız.
"Kadınları tanıyan erkek yazar" da aslında böyle bir bataklıkta yaşıyor. Ne söylerse söylesin, aslında kendi gerçeğini sayıklıyor. Kadınlar ikna oluyor, müşteri oluyor. Yazar olmamıza aslında hala pek izin vermiyorsa dünya, okur olmamıza izin vereceğini mi zannediyoruz?