Kitabında azınlıklar, Rumlar, solcular, devrimciler ve ölüm orucuna yatanlara yer veren Baydar, "Marjinal ya da aykırı görülen o kişilikler, aslında bu ülkede yaşanan çeşitli travmaların taşıyıcılarıdır. Aslında, yetmiş milyonun kendi kimliğini aradığı bir ülke burası; kimileri için daha yoğun, daha acılı, kimimiz içinse kendi doğal akışını izleyen bir arayış..." diyor.
Şimdi romanı kategorize etmek moda oldu ya; polisiye roman, aşk romanı, tarihi roman, siyasal roman... Erguvan Kapısı'nı nasıl tanımlıyorsunuz?
Fazla iddialı bulmazsanız, "roman gibi roman" diyorum ben. Evet; romanın sonunda çözülen bir düğüm, açığa çıkan bir gizem var, ama polisiye roman değil; bu türü beceremem zaten. Bizans var, ama günümüzde yaşayan bir Bizans uzmanının araştırmalarının parçası olarak, yani tarihi roman hiç değil; zaten tarihi romanın ne olup ne olmadığı konusunda, son yıllarda gözlediğimiz tarihimsi romanımsı yayın bolluğu karşısında hem okurun hem de yazarın kafası epeyce karıştı.
Erguvan Kapısı'nı yazarken, iki yılı aşkın süre Bizans ve Konstantinopolis tarihiyle ilgilendim, Bizans uzmanı arkadaşlarıma danıştım, çok şey öğrendim, öğrenirken çok keyiflendim. Kitabın dört ana kahramanından biri, İstanbullu bir Rum antikacı ailenin Bizans uzmanı oğlu; Konstantinopolis surlarında Erguvan Kapısını arıyor.
Politik roman?... Buna da hayır diyeceğim. Bir önceki romanım Sıcak Külleri Kaldı böyle nitelendiğinde de, "hayır" demiştim. Aşk ve iktidarı anlatmak istiyordum, bu da ancak romanın toplumsal-siyasal bir fonda geçmesiyle mümkündü. Mutlaka bir kutuya koymak gerekirse, Erguvan Kapısı, kimilerince modası geçmiş sayılan klasik romana yakın bir roman...
Roman gerçeğin üstüne kurulmak zorunda mı sizce?
Ne yazdığınıza, ne anlattığınıza, neyi amaçladığınıza bağlı. Fantastik roman yazıyorsanız, bilimkurgu yazıyorsanız, şu anda aklıma geliveren Buz türünden, ne zaman, nerede geçtiği belli olmayan, yaratılmış bir dünyada, kurgusal bir zamanda geçen bir şey, yani zaten gerçek dışını yazıyorsanız böyle bir zorunluluktan söz edemeyiz. Ama belli bir yerde, belli bir zamanda geçen bir hikâye anlatıyorsanız, bence zamanın ve mekânın ruhunu çarpıtmamak gerekir.
Zaten o ruhtur romanınıza rengini, soluğunu, veren. 1930'larda Türkiye'de geçmiş bir hikâyeyi 2000'lerin Fransa'sında ya da Afganistan'ında yaşayan birinin hikâyesi olarak anlatamazsınız, yani elinizi kolunuzu bağlayan yok, tabii anlatırsınız da, olmaz. Bazen, hazmedilmemiş bir postmodern edebiyat anlayışı adına savunulan, "Yazardır, romancıdır, ne isterse yapar, istediği gibi kurgular, metin her şeydir" anlayışının, ilginç ama edebi değeri, hatta amacı olmayan, daha da ötesi ruhsuz, kalıpçı, laf ebeliğine dayalı bir metne yol açtığını düşünüyorum. Başka türlü yazanlara, neden böyle yazmış, zamanı, mekânı neden deforme etmiş filan demiyorum. Ama okur olarak beğenme, beğenmeme hakkımı kullanınca, bundan hoşlanmadığımı anlıyorum.
Kitabın adı Erguvan Kapısı, ilk sayfada bir şiir var; Kurtarmak için kayıp ruhunu şehrin/ Gizli, viran bir kapıdan giriyor/ Erguvan kapısından...
"Bu şiir kimin, gerçekten Bizans dönemine mi ait" falan diye sordukları için söylemem gerekiyor: O birkaç dizeyi ben yazmıştım, oysa hiç şiir yazmam, en son sekiz yaşındayken denemiştim. Beş altı yıl önceydi, İstanbul tarihiyle ilgili bir redaksiyon vardı elimde. Tam erguvan mevsimiydi, Boğaz tepeleri, hele de Beylerbeyi korusu erguvanlarla doluydu. Hani bazen insanın diline bir cümle, bir dize takılır: "Şehre viran bir kapıdan giriyor/ Erguvan kapısından" diye tekrarlayıp duruyordum kendi kendime. Bu kadar... Başka da bir şey yok. Ondan sonra birkaç dize daha ekledim; dilimde, belleğimde öylece kaldı.
Sonra, inanç-kimlik-ötekilik ekseninde bir romana başladım; Sıcak Külleri Kaldı'ya bıraktığım yerden. Ve garip bir şey oldu, epeyce yazdıktan sonra, yüz yirmi sayfa kadar, yazdıklarım bana soğuk geldi, beğenmedim, tekrar yazdım... Yine ısınamadım, hepsini çöpe attım, yani bilgisayarın belleğinden sildim. İki yıl önce, o dizeleri kafamda evirip çevirirken birden, inanç-kimlik-arayış temasına nasıl gireceğimi, nasıl işleyeceğimi buldum. Yani iki dizeye bir roman yazdım sonunda. O dizeler beni farklı açılımlara, farklı ufuklara sürükledi, ben de kendi kapımı bulmuş oldum.
Çok hoş... Peki neden erguvan?
Neden böyle olduğunu bilmiyorum. Erguvana takıntım var. Daha önce yurtdışındayken her türlü ağaç vardı Orta Avrupa'da, Almanya'da. Bir tek erguvan yoktu... İstanbul erguvanla özdeşleşmişti, şehrinden ayrı kalmanın simgesi olmuştu erguvan. İnsanların böyle takıntıları oluyor işte! Bir de kedi ve ada takıntım var. Bu defa kedisiz, adasız, erguvansız olsun desem de, kurtulamadığım takıntılar.
Bir de tabii, "erguvan" sembolizme ve metaforik anlatımlara çok açık... Erguvan takıntım olmasaydı Bizantolog kahramanım Teo da olmayacaktı romanda. Oysa aktarmak istediğimi Teo ile başarabildiğimi düşünüyorum. Yazmak istediğim inanan ve kimliğini arayan insandı... Bir inancın parçası olarak -ister dinsel ister ideolojik inanç olsun-kimliğini aramak, kimliğini cemaat içinde büyük bütünün parçası olarak bulmak... Bu arayışı düşünürken birden Bizansçı Teo çıkageldi, çünkü o da...
Şimdi onu diyecektim. Kitapta yakın dönemde, günümüzde bu ülkede yaşamış ve yaşamakta olan, aslında "marjinal" ya da "aykırı" diyebileceğimiz kişilikler de var... Azınlıklar, özellikle de Rumlar, solcular, devrimciler, ölüm orucuna yatanlar...
Biliyor musunuz? Marjinal ya da aykırı görülen o kişilikler, aslında bu ülkede yaşanan çeşitli travmaların taşıyıcılarıdır. Aslında yetmiş milyonun kendi kimliğini aradığı bir ülke burası; kimileri için daha yoğun, daha acılı, kimimiz içinse kendi doğal akışını izleyen bir arayış...
Yani bunların ortak noktası bir kimlik arayışı gibi. Bir başka ortak nokta ise olayın zemini olan İstanbul...
Evet... Romanın kahramanları arayışlarını ancak İstanbul'da sürdürebilirlerdi. Teo'nun araştırma alanı olan Bizans Konstantinopolis'i, Kerem Ali'nin ve ölüm oruçlarının öfkeli ve isyankâr gecekondu tepeleri, Ülkü'nün gençliği ve Derin'in geleceği İstanbul'daydı. Herhangi bir yerde geçebilecek hikâyeler vardır, Erguvan Kapısı'nın mekânı ise İstanbul'dan başka bir yer olamazdı. İstanbul'un insanın hayatını çok etkilediğini düşünüyorum, her kesimden, her toplumsal sınıftan ve kültürden insanın... Tabii ki yaşanan şehir insanı etkiler, ama İstanbul bir başkadır, neredeyse insanı biçimlendirir.
Romandaki mekânlar gerçek ve insanların o mekanlardaki yolculukları bir yerde kesişmekte. Aslında yaşadığımız şehir üst üste gelen tarihsel katmanlardan oluşuyor: Geriye doğru gidecek olursak Cumhuriyet, Osmanlı ve Bizans... Romanın kahramanları da farklı katmanlardan, çok farklı çevrelerden. Her biri farklı mecralardan akan bu kimliklerin hikâyeleri bir büyük hikâyede buluşuyor. Ya da başka bir okumayla, çok yakın tarihe, yaşadığımız günlere tanık olan bir İstanbullunun hikâyesi, Bizans'a uzanabiliyor...
Evet, çok katmanlı. Bugüne kadar yazdıklarım arasında farklı okumalara en elverişli olanı... Bu ülkede, varoşlarda, cezaevlerinde yaşayan, ölüm oruçlarında hayatını kaybeden insanların yaşadıklarının sorgulanması, irdelenmesi gibi de okunabilir. Ölüme, öldürmeye kanıksamış bir toplumun, kurtuluşu fedada bulanların hikâyesi olarak da okunabilir; ya da erguvan metaforu üzerinden çok daha derin, çok daha açılımlı bir okuma da mümkün...
Romanı bir tarafa bırakarak soruyorum, ölüm oruçları konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ne düşünüyorum? Önce bunu yazmaktan korktum... tam düşündüğüm gibi yazarsam alacağım tepkilerden... Ama sonra, otosansürsüz, düşündüğüm gibi yazmaya. karar verdim. O da şu; bu ülkede olup bitenler içimi acıtıyor. Ulucanlar'ı hatırlayın; müdahale sırasında, iş makineleriyle koparılan kolun köpekler tarafından hapishanenin çöplüğünde bulunmasını hatırlayın, 19 Aralık'ı, sözde Hayata Dönüş'ü hatırlayın.
Bu arada Türkiye'de düzene hükmedenlerin "barış" dediklerinde savaş ve kan, "hayat" dediklerinde ölümü kastetmelerinin insanı acıtan ironisini hatırlayın. Ölüm oruçlarında, geçtiğimiz günlerde 111. kurban da öldü, kimin umurunda!.. Acıtıyor beni. Hele de o gencecik çocuklar, o analar... Bir yanlışın kurbanı olup gittiler diyemiyorum... Ta içimden diyemiyorum, anlamaya çalışıyorum. Ama yöntem olarak ölüm oruçlarının, örgüt şeflerinin karar verdiği insanın kendini yok etme eyleminin bütünüyle yanlış olduğunu düşünüyorum.
Herkesin doğrusu, yanlışı kendinedir, ama bu olayda iktidarın doğrusu, yanlışı, aslında bireyin özgür iradesinin önüne geçiyor. İradesini tarikata, cemaate ya da örgüte terk etmiş olan kişi, özgür olduğunu sansa da, aslında özgür iradesiyle davranmıyor. Benzer duygusal durumları hepimiz yaşamışızdır, aşkta da böyledir, bir başka boyutta duyarız ve yaşarız. İnanç bunun en yüksek noktasıdır. Çok insanca bir şey...
Ama madalyonun öteki yüzüne bakarsak, ölüm oruçlarının, iktidar odakları açısından, yani örgütler için bir eylem modeli, devlet içinse güç gösterisi ve yaptırım olarak, cesetler üzerinde yükselerek politika yapmak olduğunu düşünüyorum. Bunu yazdım romanda.
Ölüm orucuna yatanları, onları, oraları yakından izlediğimde, tanıdığımda, açık, somut bir örgüt baskısı olmadığını gördüm, ama çok daha güçlü ve acımasız bir şey vardı: Cemaatin dışına atılma, dışlanma, ötekileşme korkusu... Örgüt, "öleceksin" demiyor. İşte inanç-kimlik-ötekilik sorunsalı burada karşımıza çıkıyor; kişi kimliğini örgütte buluyor, cemaatte bulunuyor, ve neredeyse vecit hali diyebileceğimiz özel bir atmosfere sürükleniyor.
İnanç girdiği zaman işin içine; bir dünya görüşü, iman haline, inanç haline geldiği zaman, ister istemez dini örgütlenmenin biçimleri de işin içine giriyor.
Bir şey söyleyeyim, yanıldığımı sanmıyorum, iddia ile söylemiyorum, ama ölüm oruçlarında, en azından benim bildiğim, izlediğim çevrelerde Alevi kültürünün büyük payı olduğunu düşünüyorum. Yani dinsel inanç tortuları ideolojik bakışa karışıyor. Yazdıkları mektupları okudum, içeriden gazetecilere, ailelere, arkadaşlara yollanan binlerce mektup okudum... Pek çoğunda Hz. Hüseyin'e, Ali'ye atıflar vardı... O kızıl bantlar, İran'da, Müslümanlık için savaşanların yeşil şahadet bantlarının, rengi farklı inanç özü bir olan benzerleriydi.
Sonra, ölüm orucuna yatacaklar için düzenlenen kına geceleri aynı dinsel ritüelleri barındırıyordu. Ama ben romanda işin bu yanlarından çok inancın ne olduğu sorusuna yanıt aradım. Kimlik arayışının peşinden gittim. Beni ilgilendiren o inancın, nasıl diyeyim, doruğa ulaştığı noktalardı... Bu yüzden ölüm oruçları... O mahalleler, o gecekondular ve oradaki yaşam... Eskiden oraları bilirdim ama...
Ama şimdi çok farklı değil mi?
Çok farklı olduğunu gördüm. Mesela yoksulluk deyince, oralarda bildiğimizden farklı bir yoksulluk kültürü var, bir yoksulluk dili var. Maddi anlamda, eskiden gecekondu çalışmaları yaptığımız dönemlerden tanıdığımız yoksulluk değil bu, işçi yaşamının bilinen yoksunlukları değil. Hatta sınıfsal bir sorun bile diyemem; tepelerin, varoşların bir bölümü, gelir düzeyi gibi salt maddi ölçülere vurulursa Türkiye ölçüsünde en alt düzeyde değiller.
Hani artık dilimize yerleşmiş bir deyim var: "Öteki İstanbul"; sınıfsal olsa da bundan ibaret olmayan, değişime uğrayan kır kültürünün, dramatik göçlerin, çözülmenin ve isyanın İstanbul'u... Hani o varoşlar denilen ve şehri kuşatan semtler. Sosyolojik bakış açısıyla, ister koyu dinci Müslüman yerleşmeler, ister paradoksal biçimde "devrimci" denilen mahalleler olsun, oralarda birbirine çok yakın tepkiler ve süreçler yaşanıyor, isyan ediliyor, ölünüyor ve öldürülüyor.
Romana dönersek... İstanbul'da Bizans'ın günümüzdeki izlerinin peşine düşen Teo ve onun çocukluğuna ait anılarından başlayıp devam eden bir hikâye de çıkabilirdi.
Evet, ama çok daha yalınkat ve alışılmış bir şey olurdu, üstelik kafamı kurcalayan ve paylaşmaya çalıştığım sorunsalı daha derin boyutlarda anlatma olanağı vermezdi.
Doğru; diğer bir hikâye de ölüm oruçları ve "öbür İstanbul'un mahallerindeki yaşam... iki hikâyeyi birleştiren ne?
İlle de bir şeyler yazayım, yayınlayayım da gündemde kalayım endişesi ile hareket eden bir profesyonel değilim ben. Rastlantısal bir yazarım, sadece içim dolup da aktarmak, paylaşmak istediğimde, aktarmaya değer gördüğümde yazıyorum.
Teo'yu mutlaka yazmak istedim, içimi acıtan, kendimi suçlu hissettiğim, yeterince tepki veremediğimi düşündüğüm ölüm oruçlarını da mutlaka yazmak istedim. Romanda bunları birleştirdim. Çünkü aynı yerden kaynaklanıyor, aynı yere odaklanıyorlardı: Kimlik ve inanç peşinde bir arayış... Fikir veya duygu aynıydı benim için. Bu romanı yazarken çok zorlandım ve ilk defa hayatımda -ben başlarım, yazarım, bitiririm-bıraktım, yazmadım. Galiba biraz kendimi denedim. Becerebilecek miyim, dedim. Burada dört ayrı hikâye anlatılıyor, ama parça parça değil, iç içe; aynı izlekte...
Dağılabilirdi...
Evet, ama galiba dağılmadı, gelen eleştiriler dağılmadığını gösteriyor. Bütünlüğü kurabildiğimi düşünüyorum, yine de başarıp başaramadığım konusunda iddialı değilim, okur değerlendirecek...
Peki, biraz da yayın dünyamızı konuşalım. Türk Edebiyatı özellikle son on yıl içinde çok sayıda yeni yazarla tanıştı. Ve değişen dünyaya paralel olarak yayın dünyamızda da değişimler oldu. Gerek yazarlar gerekse yayınevleri yeni duruşlarla gündeme geliyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Çok olumsuz düşünmüyorum. Sadece ülkemizde değil, bütün dünyada benzer bir süreç yaşanıyor. Eskiye göre çok daha fazla yazar çıkıyor, çeşitlilik var. Eskiden, hele de tanınmamış bir yazarın kitabını bastırması çok zordu, şimdi geçmişe oranla daha geniş olanaklar var; kitap, özellikle de roman "piyasası" hareketli, herkesin on dakika ünlü olma fırsatına kavuşacağı kehanetlerinin yapıldığı bir çağda, ilk kitabıyla çoksatar olan genç yazarlar çıkıyor. Bu bir avantaj, çünkü gerçekten değerli ve kalıcı olanlar aralarından süzülebilir.
Olumsuzluk ise şu: Dünyada da böyle, ama asıl Türkiye'de "piyasa," edebiyata hâkim oldu. Piyasa kuralları işliyor, yayınevleri arasında transfer pazarları kuruluyor. "Kadına kimse teklifte bulunmamış kıskanıyor" denmesin diye hemen söyleyeyim, epeyce "teklif" aldım. Serde dinozorluk var ya, itildim bundan, kendimi futbolcu gibi hissettim. Bütün ürünler gibi, kapitalist pazarda yoğun şekilde dolaşıma giren edebiyat ürünü de metalaşır, bunu biliyorum. Ama üründen ürüne fark vardır.
Edebi ürün soğan değildir; karpuz, otomobil, bilmem ne marka ayakkabı değildir. Bu ürün kitaptır, dağıtılmasından pazarlanmasına kadar, farklı, özel bir yanı vardır. Bu ayrım yok oldu... Değerli olanla değersiz olan bir arada. Edebi değer taşıyanla sıradan olan, hatta pespaye olan, karmakarışık sunuluyor piyasaya. Yayıncılık alanına holdinglerin, tekellerin el atması, bir yandan olanakları genişletme gibi olumlu bir işlev görürken, öte yandan haksız rekabet doğuruyor.
Alıcı kitlesi, büyük reklamla, tanıtımla sunulan kolayı, sıradanı, zorlamayanı, yüzeyseli tercih ediyor doğal olarak. Kolay, ucuz ve bol reklamlı olandan yana gelişen piyasa ayrımcılığı, iyi ürünü gölgede bırakıyor. Bütün bunları, çoksatar olmasam da "az satmayan" bir yazar olduğum için şimdi daha rahat söyleyebiliyorum elbette. Yine de büsbütün gamlı baykuş olmamak için bir olumlu noktaya daha işaret edeyim: Şu son günlerde, Türkiye'nin oldukça güçsüz ve piyasaya teslim olmuş edebiyat ortamında, edebiyata piyasanın hâkim oluşuna karşı bir kıpırdanma var gibi geliyor bana, bu bilmem benim iyimserliğim mi?" (YS/BB)
* Oya Baydar, Erguvan Kapısı, Can Yayınları, 2004, 424 s.