"Bak İsmet, olmayacak bir şey oldu. Çocuklarımızı kaybettik. Artık onlar yok. :Ben de bu evliliği yürütemeyeceğim. Boşanmak istiyorum. Hiç itiraz etme. Mevlidin okunduğu sabah evi terk edeceğim."
On beş yıllık kocamdan boşanacaktım demek. Donup kalmıştım. Kader hala peşimi bırakmıyordu. "Beni bu durumda bırakamazsın dedim. Ben bir başkasıyla evlenip ondan çocuk sahibi olamam. Ama senden olursa belki üç çocuğuma benzeyen bir yönü olur onun. Acım bitmez ama belki avunurum. Bana bir çocuk ver. Yüzü, gözü, kulağı bir biçimde onlara benzeyebilecek bir çocuk ver bana. Bir yıl yanımda ol, bir yol sonra boşan benden," demiştim. Yalvarmıştım.
İsmet Palta, Müge İplikçi'nin deprem sonrası görüştüğü sekiz kadından biri. İplikçi'nin Yıkık Kentli Kadınlar isimli kitabında, eşlerini, çocuklarını, öğrencilerini ve umutlarını kaybeden kadınlar var.
Neden kadınlar?
Müge İplikçi bu sorunun yanıtını şöyle veriyor: "Kadın çalışmalarına her zaman ilgi duymuş biri olarak bu yaşamöykülerinin kadınlara ait olması benim özel tercihimdi. Ancak bir süre sonra gördüm ki deprem bölgesinde hemen her şeyin yükü kadınların sırtında; bu olgu, genelgeçer zamanın ve yaşadığımız çarpık modernleşmenin bir açmazı olarak karşımızda duruyor. Bu yüzden, bir aşamadan sonra kadın çalışmalarına duyduğum ilgiyi, yazarlığı ve hatta metodolojik kaygıları kapı önünde bırakıp içeri girdim ve sadece onları dinledim, mümkün olduğunca bitaraf olmaya çalışarak."
"En büyük kayıpları umutlarıydı"
-Depremi yaşamış kadınlarla görüştün. Senin için nasıl bir deneyimdi. Zorlandın mı?
Çok zor bir deneyimdi. Onlarla gidip konuşmak istedim. Elimden gelen, yapabileceğim tek şey buydu o ara. Oraya giderken başka duygularla gittim, dönerken ise bambaşka duygularla döndüm-her seferinde. Dönüş yolu hemen her şeye kızgınlık demekti benim için. Bir de şanslı olduğumu hissedişim karşısındaki ezikliğim. En kötü duygu buydu. Eve dönmek benim için barınağa dönmek, nerede kalmışsam oradan devam etmek, banyo yapabilmek, sıcak suyu kullanabilmek, televizyon seyredebilmek, yatağında uyuyabilmek demekti. Tüm bunları yaparken birçok şeye hakkım olmadığını düşünüyordum. Kitabın sonunda kendimi çok üzgün hissettim. Çaresizliğin altına vurgu yapan bir kitap oldu sanki. Ancak bir diğer yandan ölüm ve yaşam arasındaki o çizgiyi çok net görebildiğim bir çalışma özelliğine sahipti Yıkık Kentli Kadınlar. Bu gerçekten önemli bir tecrübeydi benim için. Okuyanlara da bu hissi sunabildiğiyse ne mutlu.
-Görüştüğün kadınları nasıl seçtin? Neden özellikle o sekiz kadın?
Bu işte birçok insanın emeği var. Bölgedeki kadınlarla Melek Gündoğan aracılığıyla ilişkiye geçtim. Onun katkısı inanılmazdı. O göz gözü görmez günlerde, deprem sonrasında bile öyleydi, taleplerime hep bir karşılık sundu Melek. Sekiz kadının bu kitap için yeterli olacağını düşündüm. Benzer sınıftan ancak farklı politik görüşlere sahip kadınlardı. Buna rağmen kadınlıkları ile ilgili sorunları ortaktı. Benim için önemli olan buydu. Kentte yaşayan kadının yüklendikleri sorular ve sorular, eviçi hayat, sokak, çocuklar, gelecek... Bunları konuştum onlarla daha çok. O kadar ortak yan vardı ki hayata bakışlarında...
-Depremden önce ve sonra diye baktığımızda, kadınların hayatlarındaki en belirgin değişiklik neydi?
En belirgin değişiklik yılgınlık ve umutsuzluktu, sanırım. Hayatı devam ettirmek için ailelerinin merkezinde duran o kadınlar, hayatı yüklenmiş olan o kadınların umutsuzluğuydu en önemli fark geçmişe göre. İlk baştaki yoğun öfkeleri zamanla böylesi bir bıkkınlığa dönüştü. O çok umut bağlamış oldukları devletin hiç de inandıkları gibi onları umursamadığını görmüşlerdi. En büyük yıkım buydu galiba. Bir diğer husus ise dine iyiden iyiye dönmek ya da ateist olmaktı. Böyle uçlara savrulanlar da vardı. Eşleriyle olan ilişkilerinde de benzeri uçlara savrulduklarını söyleyebilirim.
-Yakınlarını kaybetmenin acısı, ekonomik zorluklar vs. En önemli kayıpları neydi kadınların?
En önemli kayıpları umutlarıydı bence. Bu umutsuzluğu yeniden umuda taşıyabilecek tek gücün kendileri olduğunu fark etmeleri de ayrı bir umutsuzluktu. Kimileri bununla başa çıkabildi, kimileriyse eski inandıklarına ve inançlarına döndü.
-Ben de deprem bölgesine gidip haber yapmıştım ve en alttakilerin depremi diye vermiştim haberi. Evet, herkes çok etkilendi depremden ama en alttakiler, yani yoksullar, çocuklar, kadınlar daha çok etkilendi. Sen buna katılıyor musun?
Tabii. Tam da bu yüzden bu grupta ciddi bir dönüşüm umudunu içimde taşıyordum. Hani şöyle bir umut: Alttakiler artık konuşsun! Artık dibe vuruldu, bundan daha ötesi yok, diyordum ve ciddi bir değişim bekliyordum. Bu olmadı. Ama bu hiç olmayacağı anlamına da gelmiyor. Aralarında oluşturdukları ciddi örgütlenmeler var. Dilerim başarırlar...
-Kadınlar, feministler de deprem bölgesine gidip çalışmalara katıldılar. Kadın dayanışması depremzede kadınların hayatlarında bir değişikliğe yol açtı mı?
Zaman gerekiyor. Bu tip çalışmalarda gerçekten sabırlı olmak lazım. Yaşadıklarım bana bunu öğretti ve öğretmekte. Bir kere iyimser olmak şart. Birbirine saygı göstermek çok önemli. Dahası birbirine karşı anlayışlı olabilmek. Her birimiz çeşitli öfkelerin tuzakları içersindeyiz ama bunlardan arınmamız gerekiyor. Öfke ve hırsla bir yere gelinemeyeceğini biliyorum. Bölgede bu prensip etrafında çalışan insanların önünün çok açık olduğunu düşünüyorum. Feminizmin bir şehir oyunu ve masalı olmadığını bu insanlara iletmek bile çok önemli bir başlangıçtı.
-Umutsuzluğun umuda dönüşmesi mümkün mü?
Evet, kesinlikle evet.