"Kimi sonunda özgürleşse de, birçoğu köle olarak bu dünyadan göçenlerin ruhları da artık hürleşebilir, Beyaz Kölelerin sesleri duyulmuştur…"
Elbruz Aksoy "Beyaz Köleler/ Son Sesler" kitabını "kölelik yüzünden ailesinden koparılmış, kaçırılmış, satılmış, gururu kırılmış, zorla emeğinden faydalanılmış, her tür tacize, tecavüze uğramış ya da öldürülmüş yüzbinlerce isimsiz mazlumun aziz hatırasına" ithaf etmiş.
"Hayatımda Beyaz Köleler ile ilk karşılaşmamdan, tezi ve ardından ‘Beyaz Köleler Son Sesler’ kitabını yazıncaya kadar geçen 33 yıllık süreçte şahit olduğu ne varsa aktaran, çoğunluğun hatırlamak ve konuşmak istemediği mahrem bir konuda görüşme yapmayı kabul edip hatıralarını paylaşan, tanıklıklarıyla da puslu bir dönemi aydınlatan, geçmişle yüzleşerek bizi o ‘Son Seslerle’ buluşturan yüzlerce güzel ve cesur insana da bu vesile ile teşekkürlerimi sunmak isterim."
2018’de yüksek lisans tezi olarak yapılan çalışma 19. yüzyılın başında dünya üzerinde son Beyaz Köle edinim bölgeleri olarak kalan Doğu Avrupa ve Kafkasya’dan Ortadoğu ve Akdeniz coğrafyasına akan insan ticaretini Beyaz Köleler özelinde ele alıyor. Sayıları yüzbinlerle ifade edilen son Beyaz Kölelerin yaşam tecrübeleri, hayata tutunma pratikleri ve hürleşme süreçleri de kitapta tanıklıklar üzerinden etraflıca tartışılıyor.
Elbruz Aksoy ile kitabı üzerine konuştuk.
Kitabın kahramanları kimler ve Beyaz Köleler bizi nasıl bir yolculuğa çıkarıyor?
Kahramanlar her tür köksüzleştirmeye ve ötekileştirmeye rağmen hayatta kalma becerisi gösteren, başkaldırılarıyla da hayranlığımızı hak eden Doğu Avrupalı, Kafkasyalı ve karışımlarından oluşan mağdur insan topluluğudur.
Köleleştirildikten sonra, etnik olarak ne olduklarının pek de bir önemi kalmadığı, ait oldukları etnisiteden çok daha fazlasıyla, bir büyük Beyaz Köle mirasının temsilcileri olarak hayatımızda yer eden ailelerimizin parçası oldukları görülüyor.
Kitapta Rus, Kozak, Ukraynalı, Gürcü, Abaza ve Çerkeslerin tarihi geçmişleri, toplumsal yapıları, kölelik uygulamaları, gelenek ve görenekleri ele alınıp, Beyaz Kölelerin parçası olduğu bir yapı olarak Rus, Çerkes ve Osmanlı kölelik sistemi ayrıntılı bir şekilde açıklanmaya çalışılıyor.
Beyaz Kölelerin gizli kalmış yaşamlarına dokunmak ve susturulmuş seslerini duymak isteyen okurlar bu kitapta 200 yıllık bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuğu daha da anlamlandırmak için sahip olduğumuz tüm kimliklerimizden arınarak kısa bir süreliğine de olsa bir ‘köle’ olduğumuzu hayal ederek bu kitabı bitirmek ve tüm bu anlatılanları yeniden düşünmek durumundayız.
Kölelik anlatıları neden Kafkasyalı halklar ile özdeşleştiriliyor, özellikle Çerkesler neden bu anlatılarda başrollerde?
Kafkasya ve Çerkeslere dair bu algıların kökleri çok daha derinlere gidiyor aslında. Beyaz Kölelik uygulamaları Akdeniz coğrafyasında köklü bir gelenek olmanın yanı sıra, bu ticaret Kırım ve Kafkasya’nın da en büyük gelir kaynaklarından birini oluşturuyor.
Kefe, Azak, Taman, Anapa, Gelendjik, Sohumkale ve Batum başlıca Beyaz Köle ihracat limanlarıydı. Rusya, Kırım ve Kafkasya kaynaklı Beyaz Köle ticareti, 15. yüzyıla kadar Bizans’ın kontrolünde olmakla birlikte, aslında Venedikliler ile Cenevizlilerin yürüttüğü bir ticaretti.
Bir Kölemen hanedanı olarak 1250-1517 arasında Mısır, Suriye ve Hicaz’da hüküm sürmüş Memlukler döneminde Kafkasya’dan getirilen Kıpçak Türkleri ve Kafkasyalı halkların ağırlıkla erkekler olmak üzere Ortadoğu’ya götürüldüğü ve bu asker köle sınıfının daha sonra bölgenin hâkim ‘Beyaz Elit’ sınıfını oluşturduğunu unutmamak gerek.
Memlukleri yöneten ikinci hanedanın Çerkeslerden oluşmasından dolayı ‘Devletü’l-Çerâkise’ olarak da adlandırılan güçlü ve müreffeh bir ‘Altın çağ’ anlatısı bölgede Çerkeslere ve Çerkes olan her şeye karşı hayranlığın oluşmasına katkı sağlamış. Savaşçı sert karakteriyle Çerkes erkeği ve sadakatle süslenmiş güzelliğiyle Çerkes kadını o dönemden beri Akdeniz havzasında aranan, kıymetli bir masalsı imgeye dönüşmüş.
Kafkasya ve Rusya’da köleliğe giden yol hangi kaynaklardan besleniyor?
Çerkesya ve Gürcistan’da köleleliğe genel olarak savaş esirleri ve asker kaçakları, yağma ve kaçırma yoluyla edinilenler, adi suçluların cezalandırılması olarak köleleştirilenler, köleliğe zorunlu-gönüllü olarak dahil olanlar ve özel olarak üretilenler. kaynaklık ediyor. En büyük kaynak olarak; savaş esiri ve asker kaçağı olarak elde edilmiş Rus, Kozak, Ukraynalı ve diğer Kafkasyalı halklar Beyaz Köleleri oluşturuyor.
Bunların bir kısmı Kafkasya’da kalsa da büyük bir çoğunluğu Osmanlı coğrafyasına getiriliyor, köle olarak beş yedi yıl hizmet ettikten sonra da ‘hür’ Müslüman Osmanlı vatandaşlarına dönüşüyorlar.
Rusya’nın Çerkesya’yı işgali ve 1864 Çerkes Soykırımı Beyaz Kölelik mekanizmasını nasıl etkiledi?
Rus emperyalizmi ateş ve kılıçla yürütülen seferberlikler, ürünlerin yok edilmesi, köylerin yağmalanması, erkeklerin kılıçtan geçirilmesi ve kadınlara tecavüz edilmesiyle devam ediyordu. Bazı görüşmeciler tecavüz sonucu doğan çocukların çoğunun Beyaz Köle hükmünde Osmanlı coğrafyasına satıldığını dile getirdiler. Rus ordularının Çerkesya’da gerçekleştirdiği etnik temizliğe dair askeri raporlar ve yazışmalar Tiflis’teki Rus Çarlık arşivinde mevcut.
1864’e kadar Rus karşıtlığı noktasında Kafkasya’daki halklar bir araya gelse de kendi aralarında da çatışmaya devam ediyorlardı. Ruslar Gürcistan’da ve çevresinde yaşayan halkların Gürcülere saldırılarını ve insan kaçırmalarına müdahale etmemeyi tercih ediyordu, zira Rus sömürgeciliği için yerli Kafkas halkları arasındaki çatışmalar müdahaleye meşruiyet sağlıyordu.
Moskova, Kafkas halkları arasında düşmanlık tohumları ekiyor, bir halka ait topraklara komşu bir halkı iskân edip çatışmaları körüklüyor, bu sayede de birbirlerini yok eden Kafkas halklarının topraklarında daha kolay hüküm sürebiliyordu. Ruslar, Gürcülere karşı Oset milliyetçiliğini körüklüyor, Oset çeteler de kaçırdıkları Gürcüleri Kafkasya’da köle olarak satıyorlardı. Oset köyleri de İnguş ve diğer komşuların baskınlarına uğruyor, bu süreçte de onbinlerce kişiden oluşan mağdur büyük kitle de köleliğe dahil olup ya Rusya içlerine ya da Osmanlı’ya satılıyordu.
1567’den itibaren Rusya’nın kontrolüne giren ve Ruslaştırılan arazi de Çerkeslerin ve Kafkasyalı halkların aleyhine genişlemişti. Bu işgaller öncesinde Çerkesler topraklarından çıkarılıyor, karşı çıkanlar katlediliyor, hayatta kalabilenlerse diğer kabilelerin yanlarına sığınıyordu. Bunca şiddete maruz kalmış, toprakları işgal edilmiş bir halk da kendine has yöntemleri ve binlerce yıllık savaş teknikleri ile bu saldırılara karşılık vermeye çalışıyordu.
Bu savaşlar sırasında onbinlerce kişi ailesini kaybediyor, açlık ve sefalet içinde ölmektense, hayatta kalmanın bir şartı olarak “köleleştirme” süreci de hızla işliyordu. 17. ve 18. yüzyılda Slav halkları aleyhine işleyen ve işgalcilerin savaş esiri hükmünde köle olarak Osmanlı limanlarına satılmasıyla neticelenen süreç; 19. yüzyılın başlarında tersine dönerek çoğunluğu Çerkeslerden oluşan savaş mağdurlarının köle olarak Rusya içlerine ve Sibirya’ya satılmasına sebep oldu: “sadece 1863’te 10 bin civarında Çerkes, savaş esiri hükmünde Sibirya’ya sürüldü.”
On binlerce hür doğmuş Çerkes yetim ve dul da işgallerin yıkıcı neticeleri sonucunda köleleştirilerek Osmanlı topraklarına satılmak durumunda kaldı.
2015'te kaybettiğimiz feminist sosyolog, demograf Prof. Dr. Ferhunde Özbay köleler, evlatlıklar ve beslemeler üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle ilk akla gelen isimdir. Prof. Dr. Özbay'la görüşme fırsatınız olmuş muydu? Köleler ve evlatlıklar arasındaki ilişkiden bahseder misiniz?
Ferhunda Hocam ile vefatından yaklaşık bir ay önce görüşme imkanımız olmuştu, üç saate yakın bir süre görüşmüş ve kölelik bağları ile evlatlıklar ve beslemeler üzerine sohbet etme imkanı bulmuştuk. Hocamız, aile üzerine yapılan çalışmalarda, akraba olmayan üyelerin genellikle ihmal edildiğinden bahsetmişti.
‘Ben bu üyelerin ailelere ve aileler içinde tek tek bireylere etkileri veya karşılıklı etkileşimleri bilinmeden aile kavramının doğru açıklanamayacağını düşünüyorum. Çalışmamda esas başlangıç noktam da buydu. Ama özellikle evlatlıklar üzerinde durmamın nedeni, evlatlıkların bu akraba olmayan üyeler içinde çok önemli bir temsil niteliği olması ve akraba olmayan üyelerin başından geçen hikâyelerin evlatlıklar üzerinden anlatılabilmesi.
Evlatlıkları birkaç döneme ayırarak inceledim. Asıl projem özellikle 1940 ve sonrasındaki olaylardı; ama bu projeye başladıktan sonra, 40'tan önceye gitmek gerektiğini gördüm. 40'tan önce, 1911-22 savaş dönemi, hatta 19. yüzyıl çok önemliydi ve köleleri bilmeden evlatlıkları öğrenmek, araştırmak da mümkün değildi.’ İfadelerini de daha önceki bir söyleşisinde dile getirmişti.
Ferhunde hocamız; Osmanlı üst sınıf hanelerde köle ve evlatlıkların bir hayırlı iş ve sevap kazanılmak için çeyizlendirilip evlendirildiğini, evlatlık ve köle hikayelerinin birbirinden ayrılarak incelemenin zorluğundan bahsetmişti.
Onun "Türkiye'de evlatlık alma uygulaması tarihsel koşullar içinde köleciliğe benzer bir uygulama haline dönüşmüştür. Bir anlamda evlatlıklar kölecilikten ücretli hizmetçiliğe geçiş kurumu olarak değerlendirilebilir. Evlatlık uygulamasının dejenerasyonu belirtildiği gibi yeni bir olgu değildir. Bazı kültürlerde zaten hep 'köle gibi' olma özelliği vardır. Ancak, genel bir kategori olarak evde kölelerden daha aşağı bir konuma düşmelerinin ilk belirtileri 19. yüzyıla rastlamaktadır,’ İfadeleri beni Osmanlı hane içi ilişkiler ve bu hanelerdeki yabancıların hayatlarına odaklanırken onlardan biri olduğumu düşünerek çalışmalar yapmama yardımcı olmuştu.
Kitapta çokça Osmanlı üst sınıfından ve konak hayatından bahsediyorsunuz, Beyaz Köle satın alanlar kimler ve köleler hangi işler için satın alınıyorlardı?
Emperyal aileler olarak adlandırdığımız Osmanlı üst sınıfı Beyaz Köle ticaretinde en büyük müşteri kitlesini oluştuyordu ve asırlardır birçok nedenle köle ve cariye satın alıyorlardı. Hatta Osmanlı üst sınıfına ait olmanın en belirgin göstergelerinden biri Beyaz Köle sahibi olmaktı.
19. yüzyılda bile toplumsal algılar ve din anlayışı henüz yerli hür kadınların kendi evleri dışındaki yabancı hanelerde çalışmalarına iyi gözle bakmıyordu, hür kadınların kendi aileleri haricinde erkeklere hizmet etmesi ise düşünülemezdi. Ev içinde temizlikçilik, çamaşırcılık, aşçılık, çocuk ve yaşlı bakımı gibi konularda hür kadınların istihdamı ya hiç yok ya da çok az iken, odalık ve cariyelik gibi alanlarda hür kadınların olması hayal bile edilemezdi.
Emperyal aile geleneği köleleştirilmek suretiyle köklerinden koparılmış yabancıları, onlara istediği şekli kolayca verebileceği inancıyla tercih ediyordu. Bu geleneğin temsilcileri hür Osmanlı vatandaşlarını köklerinden, aile ve akrabalarından, toprağından, dilinden ve dininden koparıp Osmanlı tedrisatına uygun hale getiremediği için de kölelere yöneliyordu.
Gelenek ev içi istihdamdan, devletin ve askeriyenin en mahrem birimlerine kadar bu kölelere yerli vatandaşlar aleyhinde alan açıyordu. Üst sınıf haneler bu Beyaz Köle ihtiyacını kendi güvenilir eski köleleri üzerinden gidermeye çalışıyor, evdeki eski köleler de kendi etnisitesinden yeni köleler bularak bu ihtiyacı gideriyorlardı.
Haneye ilk alınan Beyaz Köle Gürcü ise ondan sonra gelecek olanların da Gürcü olma ihtimali yüksekti, şanslı köleler şehirdeki diğer hanelerde yaşayan kölelerle ve haliyle onlar üzerinden de ülkeleriyle ilişki halindeydi.
Geniş mekânlara yayılmış çok odalı ve çok katlı konak hayatı, kalabalık ev halkı, yatılı akraba ve misafir akışı da hesaba katıldığında bu yoğunlukla evin kadınlarının baş etmesi mümkün değildi. Konak büyük ev anlamına gelse de büyükanne ve büyükbabayı, torunları, gelinleri, damatları ve belli bir sayıda hizmetçiyi de içeren, geniş ailenin oluşturduğu bir toplumsal sistemi niteliyor, küçük bir konağın on odası olabilirken, büyük bir konakta bu sayı kırktan fazla olabiliyordu.
Hanedana mensup haremleri bir kenara bırakırsak Beyaz Kölelerin esas istihdam olduğu yer bu üst sınıfa mensup hanelerdi, konak hayatı olarak da ifade edilen bu alan aynı zamanda emperyal aile geleneğinin halk içindeki temsilcilerinden oluşuyordu. Osmanoğlu hanedanı ve haremi Beyaz Köle edinmeye devam ettikçe üst sınıf haneler de onlar gibi köle istihdamına devam etti. O zaman saray adı verilen bu konaklarda sahibinin zenginliğine göre altmış, yetmiş, bazen yüz cariye ve köle ve bir o kadar da kapı halkı besleniyordu.
19. yüzyılda erkek kölelerin azalmasıyla gittikçe kadınlaşan bu üst sınıf hanelerde, vasıfsız köleler ağır işlerle uğraşırken gözde köleler hane içinde kalabalık hane halkına hizmet ediyorlardı, gözde kölelerin sayıca fazla olması efendilerinin statüsünü ifade ediyordu. Sadece gözde kölelerin sayısı değil, hanedeki kölelerin etnik kökeni de bir böbürlenme kaynağıydı; sıralamada Çerkesler önde yer alırken onları Gürcü ve Abaza olduğu iddiasıyla satılan köleler izliyordu. Geç Osmanlı döneminde üst sınıfa mensup ailelerin kışları şehirdeki konaklarında, yazları ise Boğaziçi’nde, deniz kenarındaki yalılarında geçirmeleri âdettendi. Bu mevsimlik taşınmalar, konak ve yalıların kışa ve yaza hazırlanması, temizlenmesi, bakımı, düğün, sünnet gibi merasimler ve bayram ağırlamaları da köle emeği ile gerçekleştiriliyordu.
Beyaz Köle sahibi olan Osmanlı üst sınıfı aile içi istihdam söz konusu olduğunda özellikle ‘Çerkes’ olanları tercih ediyordu. Bu o ailenin üst sınıf içinde de daha üst bir konumda olduğu şeklinde algılanıyordu. Oysa kitaptaki anlatılar bize gösteriyor ki, ne Beyaz Köleler Çerkes, ne de Siyahi Köleler Araptı! Kölelik ve sahtekârlık anlaşılan birlikte yürüyordu, sadece Beyaz Köleler konusunda değil, kendilerine aile içinde “Arap Bacı” denen ve Afrika’dan getirilen Siyahî köleler de aslında etnik olarak Arap değildi ve Arapça da bilmiyorlardı! Arap olmayan Siyahî köleler ve Çerkes olmayan Beyaz Köleler 19. yüzyılın başından 1940’lara kadar bu sahtekârlığın hem parçası hem de pazarlayıcıları olarak üst sınıf hanelerdeki yerlerini korudular.
Osmanlı devletinin sürgün ve göç dönemlerinde kölelere, dul ve yetimlere ve özellikle de çocuklara dair izlediği bir siyaset var mı?
Devlet, Kafkasya’dan gelen Beyaz Kölelerin erkeklerini bir an önce hürleştirip askere alma yoluna giden bir siyaset izledi. Böylece kırsalda köle sahibi beylerin askeri ve siyasi anlamda güçlenmesinin önüne geçmiş olacak hem de ihtiyaç duyduğu asker kaynağına kavuşmuş olacaktı. Kölelerin onları hürleştiren devlete karşı nasıl bir itaat ile bağlandıklarını da burada hatırlatmamız gerekiyor. Devletin Çerkes beylerinden bedelini ödeyerek aldığı kölelerin hürleşme yolunda ilk durakları Osmanlı ordusu ve jandarma birlikleriydi. Bu eski köleler onları hürleştiren devlete karşı da inanılmaz bir sadakat duygusu ile bağlanıyordu, bu devlet ve beyaz köleler arasında uzun yıllardır süren bir ittifakın devamını sağladı.
Devlet sadece köleleri değil, sürgünde kimsesiz kalan muhacir çocuklarının perişan olmalarına ve köle tüccarlarının eline geçmesine de sıcak bakmamış 'hüccet' harcını ödeyen kişilere onların evlatlık olarak verilmesini uygun bulmuştu. 1864 sürgünü ile başlayan bu durum, devlet eliyle toplu halde insanların evlatlık olarak dağıtılmasının ilk örneği olabilir. Devlet 1864 sonrasında bir elli altmış yıl boyunca daha savaşlar, sürgünler ve iç kargaşalar döneminde bu yola başvurarak, kimsesiz kalan çocukları ailelere evlatlık olarak dağıtacaktı. Zorlu süreç kimi evlatlıkların köleye benzer bir biçimde kullanımı da başlatmış oluyordu.
Kitapta 1876 Bulgar isyanları ve 1895-1915 Ermeni katliamları ve tehciri sürecinde yolda bulunan, askerden ve kafilelerden kaçırılan, askerden satın alınan ve bizzat aileler tarafından teslim edilen çocuk ve kadınlara dair onlarca farklı anlatıya yer verdim. Bu çocuk ve kadınların bir kısmının da Beyaz Köle olduğu iddiasıyla satılarak hayata tutunduklarına dair anlatılara sözlü tarih çalışmalarıyla ulaştım.
Beyaz Köle sesleri ve kitaptaki anlatılar nasıl bir mekanda geçiyor ve Osmanlı modernleşmesi ve Beyaz Köleler arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Bu hikâyeler, Beyaz Kölelerin tarihsel mirası içinde onların sahiplerine ve egemen kültüre rağmen korumaya çalıştığı özerk alanlarında binbir emekle inşa ettiği puslu bir mekânda geçiyor. Sadece köle emeğinden değil, köle sanatından, zerafetinden ama en çok da köle direnişinden beslenen bu puslu mekânlar, Osmanlı emperyal aile geleneğinin kan kaybettiği ve usulca evrilerek Batılılaştığı en görünmez ama en etkili hücrelerdi de.
Osmanlı modernleşmesinin İstanbul ve Kahire gibi şehirlerin üst sınıf hanelerinde yetişen ve direnişi başlatan bir nesil ile gerçekleştirilmiş olması bir tesadüf değildi. O direniş, üst sınıf haneler ve haremde Beyaz Kölelerin binbir emekle yüzyıllardır ülkelerinden taşıdıkları gelenekleriyle inşa ettiği tarihi köle mirasının da ta kendisiydi.
Beyaz Köleler kendilerine verilen uzun çiçek isimlerine alışamadan, takılıp düştükleri süslü kıyafetleri içinde, sahiplerini güldüren kırık Türkçeleriyle ve namaz kılarken mırıldandıkları bozuk Arapçalarıyla her geçen gün Osmanlılaşırken, ellerinde büyüttükleri bir nesli de sessizce kendilerine benzetiyorlardı.
Baktıkları Osmanlı çocuklarından, hizmet ettikleri hanımlarına ve koynuna girdikleri sahiplerine varana kadar, tesir ettikleri cemaatlerini bu korunaklı alanlardan şehrin diğer hanelerine taşıyan ve sonunda moda haline getirdikleri; haremlik-selamlık uygulamasına riayet etmeyen kadın-erkek oturmaları, tesettürü hafifleten kıyafetleri, tek eşliliği esas alan evlilik âdetleri, kendilerine özgü dansları ve sofra kültürleriyle bir büyük Beyaz Köle mirası emperyal aile geleneğinin tam merkezinde ve onu zayıflatarak gelişiyordu.
Beyaz Köleler hayatımızdan nasıl çıktılar?
Yeni hayat tarzı sonunda gelip köle ve cariyeleri vurduğunda, bir devir de kapanmak üzereydi. Hanedan’ın İstanbul’dan ayrıldığı günlerde son Harem boşaltılırken Beyaz Köleler iktidarı da sona yaklaşmıştı. Devrin modası hızla üst sınıfa mensup hanelerdeki sosyal yaşantıyı, aile ve evlilik ilişkilerini de değiştirmeye başlamıştı. Köleler yerlerini, evlere gündüz gelip akşam ayrılan yatılı olmayan yerli hizmetçilere; cariyeler de Fransız madamlara, Alman mürebbiyelere, Rus hayat kadınlarına ve yerli fahişelere bırakacak, bu yeni moda hayat tarzı büyük şehirlerde Beyaz Köleler iktidarının sonunu getirecekti.
Zamanın değişen hayat tarzı tarafından yerlerinden edilen şehirli son Beyaz Köleler kimisi köyüne geri dönerek, kimi bulunduğu hanelerden ayrılmadan orada yaşlanarak, kimi evlendirilmek suretiyle gittiği yeni ailelerinde kendine köle geçmişinden uzakta ‘makbul’ hayatlar kurarak, kimi gençler de evlatlık ve besleme adı altında varlıklarını sürdürüp zamanla tarih sahnesinden çekilecekti.
‘Beyaz Köleler Son Sesler’ kitabı okurları ve yeni nesil tarihçileri nereye çağırıyor?
Beyaz Kölelerin, 19. yüzyılın başından günümüze kadar geçirmiş olduğu tarihi süreci anlatmaya çalıştığım bu kitabın geçmişle yüzleşme noktasında bir başlangıç olduğunu ifade edebilirim. Yeni nesil tarihçilerin arafta kalmış insan hikâyelerinin peşine düşerek, köle tüccarları ve hadımlar gibi köle hikâyelerinin tamamlayıcı figürleri hakkında çalışmalar yapması noktasında ben de bir kapı aralamak istedim. Kölelerin, seslerine kulak verenlere anlatacağı hikâyelerle yakın bir dönemin üzerindeki mahrem örtünün sıyrılacağı ve görünmezin içindeki öteki hayatların ortaya çıkacağı inancındayım. (APK)
HakkındaYazar. 19. yüzyıl Osmanlı toplumu, kölelik ve cariyelik, Osmanlı kadını, azınlıklar, erken Cumhuriyet dönemi politikaları ve Kafkasya üzerine çalışıyor. 1996’dan bugüne Türkiye’de ve Ortadoğu ülkelerinde ötekiler, hafıza, mekân, hatırlama ve yüzleşme ekseninde sözlü tarih çalışmaları yürüttü. Topladığı verileri edebi metinler halinde yayımlıyor. "Benim Adım 1864" de İletişim'den çıktı (2018). Lisansı Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden, yüksek lisansı Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünden. |
* Elbruz Aksoy, Adı Beyaz Köleler/ Son Sesler, editör: Tanıl Bora, yayına hazırlayan: Derviş Aydın Akkoç, kapak tasarımı: Ümit Kıvanç, kapak: Suat Aysu, kapak görseli: Elbruz Aksoy fotoğraf koleksiyonu, uygulama: Hüsnü Abbas, düzelti: Remzi Abbas, dizin: Berkay Üzüm, İletişim Yayınları, Araştırma-İnceleme, 2022, İstanbul, 320 s.