Özerk, Demokratik Üniversite, Özgür Bilim İstiyoruz
Doç. Dr. Hayri KOZANOĞLU
Bakanlar Kurulu tarafından Başbakan Bülent Ecevit imzasıyla TBMM'ne görüşülmek üzere gönderilen, "Yükseköğretim Kanunu" üniversite eğitiminin ticarileşmesi yolunda atılan adımların en ileri aşamasını oluşturmaktadır. Bu tasarıyla üniversitelerin öğrencilerine ve topluma kamusal hizmet üretmek sorumluluğundan tam olarak vazgeçilmekte, üniversite bir işletme, öğrenciler ise müşteri olarak tanımlanmaktadır. Artık üniversiteler fırsat eşitliği temelinde gençlerin bilgi ve yeteneklerini geliştirip, kendilerini gerçekleştirdikleri bir meslek edindikleri kamusal kuruluşlar olma kimliğini terk etmekte, üniversite eğitimi neredeyse varlıklı ailelerin çocuklarının bir ayrıcalığı haline gelmektedir.
Yasa tasarısının gerekçesinde tasarının amacı devlet üniversitelerinin "vakıf" adı altında faaliyet gösteren özel üniversitelerin sahip olduğu idari ve mali yetkilerle teçhiz edilmesi şeklinde belirtilmektedir. Halbuki özel üniversitelerin bütçelerinin yarıya yakınının devlet tarafından finanse edildiği bilinmektedir. Özel üniversitelere akıtılan kaynakların kamu üniversitelerine aktarılması yerine, tam tersine kamu üniversitelerinin yetersiz bütçesi veri kabul edilmekte, öğrencinin cebine saldırarak üniversiteleri büyük sermayenin arka bahçesi olarak tanımlayarak "mali kaynak" sorunu çözümlenmeye çalışılmaktadır. Özgür bilim üretiminin dinden, devletten, sermayeden bağımsız olması gerektiği ilkesine gölge düşürülmektedir.
Öğrenci katkı paylarının üniversiteler tarafından belirlenmesi uygulaması, üniversitelere öğrenci başına cari hizmet ödeneğinin yarısına kadar harç koyma yetkisi vermekte, üniversite eğitimini fiilen paralı hale getirme tehlikesi taşımaktadır. Örneğin, 2001 yılı itibariyle öğrenci başına ortalama fiili harcamanın 1200 dolar olduğu düşünülürse yeni tasarının yürürlüğe girmesi halinde bunun öğrenci cebinden çıkacak miktarı 600 doları budur ki, bu da çok büyük bir yük anlamına gelir. Harç belirleme yetkisinin üniversitelere bırakılması üniversiteler arasında bir hiyerarşi doğurma tehlikesi de taşımaktadır. Büyük şehirlerdeki elit üniversiteler yüksek harçlar belirleyecek, bu uygulama yoksul ailelerin yetenekli gençleri için üniversite kapısına kadar karşılaştıkları ayrımcılık bir yana, yeni bir engel oluşturacaktır.
Kanunun 58. maddesi bir işletme hesabı oluşturarak üniversiteyi bir işletme olarak tanımlamamaktadır. Bunun arkasında yatan mantık, üniversiteyi yönetme anlayışının karını maksimize eden bir işletmeyle aynılaşması, bilimsel üretimin ikinci plana atılmasıdır. Üniversitelerin hizmet ve mal üretiminden elde edecekleri tüm gelirler bu hesapta toplanmaktadır. Bu uygulama üniversitelerin otopark, market ve lokanta işletmecisi rolünü, paralı kurs düzenleme fonksiyonunu iyice meşrulaştırmaktadır. Artık üniversiteler sadece öğrencilere değil, tüm toplumun hizmetine açık bilgi üretimi yapılan, yetişkin eğitimine katkıda bulunan, tüm yurttaşların kütüphane ve alt yapısından ücretsiz yararlandıkları bilim merkezleri değil, birer ticarethanedir.
Aynı işletme hesabından öğretim elemanlarının ek ders ve sınav ücretlerinin ödeneceği vurgulanarak öğrencinin cebinden öğretim elemanlarının mali durumlarının düzeltilmesi beklenmekte, üniversitenin iki ana bileşenini karşı karşıya getirme planı sezilmektedir. Ayrıca araştırma profesörlüğü uygulaması getirilerek "holding profesörlüğü" kurumlaştırılmaktadır. Bu vesileyle sermaye ideolojisinin bezirganlığını yapanlar, tüm zamanını sermayenin hizmetine verenler ödüllendirilmektedir. Bir yandan öğretim üyelerine sermaye ideolojisi önünde diz çökmekten başka seçenek olmadığı mesajı verilirken, öte yandan tıp, eczacılık, iktisat, işletme vb. gibi büyük sermayenin araştırma profesörü istihdam etmekte "cömert" davranacağı disiplinlerle, sosyoloji, felsefe gibi itibar etmeyeceği sosyal bilim dalları arasında ayrımcılık oluşacak, öğretim üyelerinin ortak bir iradeyle özgür ve demokratik üniversiteye sahip çıkması engellenecektir.
Eğitim-Sen üniversite eğitimini kamu tarafından parasız, eşit, kaliteli olarak sunulması gereken bir yurttaşlık hakkı olarak görmekte, paralı eğitimin son aşaması anlamına gelen bu yasaya ve yasanın hazırlayıcısı, savunucusu YÖK'ün varlığına tümden karşı çıkmaktadır. Bu çerçevede öğretim elemanları, öğrenciler ve aileleri, üniversite çalışanları gibi tüm üniversite bileşenleriyle birlikte bu yasaya direnmeye, "özerk, demokratik üniversite, özgür bilim" mücadelesini sürdürmeye kararlıdır.
YÖK ve İlgili Kanunlarda Değişiklik Öngören Kanun Tasarısı Neler Getiriyor?
Dr. Ramazan Günlü
Kanun tasarısının genel gerekçesi altında yüksek öğretimin rekabet gücü ve toplumsal gelişmeye itici güç sağladığı varsayılarak, evrensel kalite düzeyine ulaşmak için devlet üniversiteleri ile vakıf üniversitelerinin birbirleriyle, uluslar arası ve ideal üniversite kavramı ile rekabet edebilir olması ifade edilmektedir.
Yurt dışında 50 bin öğrencinin olduğu tahminiyle üniversitelerin bu rekabetteki zayıflığı vurgulanmakta ve bu gelişmelere yüksek öğretim kurumlarının uyum sağlayabilmesi için devlet üniversitelerine yurt dışı ve vakıf üniversitelerin sahip olduğu idari ve mali özerkliğe kavuşturulması, yeni ve ileri uzaktan öğretim teknolojilerinden geniş ölçüde yaralanmaya imkan sağlanabilmesi şart sayılmaktadır. Ayrıca bu kanunla ÖSYM'nin yeni işlevlere paralel düzenlemeler getirilmesi amaçlanmaktadır.
Kanun tasarısının madde gerekçelerinde öğretim üyesi açığını "gezici" öğretim üyeleri ile karşılama; üniversite öğrenim harçlarının her yıl Yüksek Öğretim Kurulunca(YÖK) kurumların özelliklerine göre farklı olarak tespit edecekleri, bu miktarın T.C. uyruklu öğrencilerce üniversitelerin bu miktarın yarısını geçmemek üzere belirleme yapabilecekleri, ödeme güçlüğünde olanların belgelendirme yoluyla rektör yardımcısının başkanlığında kredi ve burslar komitesince tespit edilmesi esasına dayandırılmaktadır. Üniversitelerin kendisine bırakılan belirleme alanı da ikici öğretim (lisans ve tezsiz yüksek lisans) ve yaz okulu öğretim ücretleridir.
Tasarının en özgün yanının paralı eğitimin açıkça ilan edilmesidir. Bu yolla yükseköğretimin finansmanının sağlanması hedeflenmektedir. Öğretim elemanlarının sıkıntı duyulan düzeydeki durumuna, üniversitenin (çeşitli muafiyetler yoluyla) iş yaparak sağlanacak kazanç mesai saatleri dışında yapılacak projelere ve öğrencilerin ödediği fiyatlara dayanmaktadır. "İşletme hesabı" adıyla üniversiteye paralel bir yapı oluşturularak, üniversitenin oluşturduğu mal ve hizmetlerin satışı, kiralanması, işletilmesi sonucu elde edilen kaynakların bunun sağlanmasına katılanlarca bölüşülmesi esası getirilmektedir.
Bu yeni işletme tipi üniversitenin yeni çalışanı sözleşmeli olarak çalışacak araştırma profesörü kadrosunda temsil edilmektedir. Tasarı tamamen akçalı işleri temel alarak, küresel rekabette varolabilecek üniversiteyi aramaktadır. Bu amaçla, toplumla üniversite arasındaki ilişki parasal düzeyde yapılandırılırken, onayı YÖK'e bırakılan konsorsiyumların kurulmasında, her türlü sermaye egemenliği altında çalışmaya açık karlı bir üniversite hedeflenmektedir. Bunun için temelde, müşterileştirilen öğrenci ve akademinin bir bütün olarak şirket mantığı içinde çalışan üyelerinin sağlayacağı ücret ve kar temel alınmaktadır.
İdari ve mali özerklik, bugüne kadar, eski ÖES ve bugünün Eğitim-sen üyelerinin savuna geldiği bir anlayış ve mücadeleyi oluşturmaktadır. Ancak, görünen o ki, yeni üniversite düzeni getirdiği sözleşmeli çalışma ve sözleşmeli profesyonel rektör yardımcısı ve sözleşmeli araştırma profesörü kadrolarıyla, üniversitenin bütün bileşenlerinden özerk olarak varolan bir yapıya işaret etmektedir. Her ne kadar, her konuda yetkili üniversite yönetim kurulu görünse de paranın belli bir alanda dolaşıma girdiği bir saha olarak işletme hesabı akademi dışı bir alan olarak, üniversitenin kurullarından uzak tutulmaktadır. Üniversitede rektörlük seçimleri adı altında yürütülen çalışmanın bundan sonra gerektirdiği hakem gereksinimi şimdiye kadar olandan daha şiddetli hale gelecektir.
Üniversiteye kaynak sağlanması adına meclis Plan ve Bütçe Komisyonu'nda bulunan söz konusu kanun tasarısı, bildiğimiz üniversitenin sonunu getirmeyi amaçladığı açıktır. Ancak kaynak sağlamanın tek yolu öğretim ücretleri ya da üniversite mal ve hizmetlerinin pazarlanması mı olmalıdır? Küreselleşmenin getirdiği rekabet ve mücadele elbette eğitimli nüfusun oluşturulması ile güçlenmektedir. Ancak bu durum, üniversiteyi tabakalaştırmaktan geçmez. Üniversite bugün hiçbir zaman olmadığı kadar parasal kaynaklara muhtaçtır. Ancak, Türk üniversitelerin sorunu sadece parasal değildir. Üniversite, kendi içinde kendini üretecek potansiyeli yitirmektedir. Paranın cazibesi, varolan bir kaynağın daha fazla harekete geçirilmesi olabilir. Oysa, bugün üniversitelerin bulunduğu durum, üniversiteleri tek tipleştirmeyle sonuçlanmış 19 yıllık YÖK uygulamalarıyla ilişkisiz mi sayılacaktır? Kendi raporlarıyla, üniversitelerin akademik durumunun açıkça olumsuz bir görünüm çizdiği ortadadır.
Elbette yeni yasa tasarısı, küresel rekabetle birlikte, üniversitenin 19 yıllık YÖK icraatının da iflasının ifadesi olmaktadır. YÖK'ün orkestrasyonuna bırakılmış hantal bir üniversite, kendini yenileme yeteneğini yeniden kazanma sürecinde paralı eğitime geçerek sağlamaya çalışmaktadır. Üstelik üniversite kamuoyu da buna o kadar açık hale getirilmiştir ki, üniversite çalışanlarının maaşları bir bütün olarak "görevin gerektirdiği" düzeyin çok altında, bulunmaktadır. Bu sebeple, zaten üniversitede mesai içi ya da mesai dışı çalışma yaygın bir özellik göstermektedir. Söz konusu olan bunun yasa ile tanınması ve üniversite dışında yürütülen kısmının üniversite aracılığıyla yürütülmesidir.
Üniversite eğitimi artık sadece paralı değil aynı zamanda da pahalı hale getirilmektedir. Öne çıkan şey, öğretim ücreti maliyetinin yarı yarıya karşılanmasıdır. Bu öğretim ücretinin ölçüsü olarak, yaz okulu ve ikinci öğretimde en az üç katına ulaşmaktadır. Kamusal eğitim, YÖK'ün değil hükümetin sorunudur. Her alanda olduğu gibi, ulusal perspektifte kaynak yaratmak yerine geniş toplum kesimlerinin aleyhine uygulamaları sistemlileştirmek üniversitede paralı eğitimin yürütülmesi, elbette toplumun kaynaklarının denetlenmesi ve planlanması sürecinde olumsuz bir etkiye sahip olacaktır.
Eğitim ya da bilgi sürecinin metalaştırılması ulusal bir bütün içinde düşünülen yurttaşın müşterileştirilmesi olacaktır. Hiçbir özveri temeli kalmayan toplumu bir arada tutan şey paranın gücü değil, bu gücün toplu içinde adil dağıtılmasıdır. Paralı eğitimden yaralanan elbette parası olanlar olacaktır. Burs ve kredi sistemi, üniversiteye gelebilmiş başarılı olanlara ve "muhtaçlara" uygulanacak destek olarak ne kadar başarılı olabilir. Yoksulluk ve bağımlılığı yaygınlaştığı ülkemizde, eğitim yoluyla toplumsal hareketlilik ortadan kaldırılmak mı istenmektedir?
Tasarının madde (5) f ve g bentlerinde hangi lisans üstü alanlarda katkı payı alınacağı, bilim ve teknolojideki gelişmelere göre üç yılda bir YÖK tarafından belirlenir ve araştırma görevlilerinden katkı payı alınmaz, denilmektedir. Ayrıca hangi alanlarda lisansla birleştirilmiş tezsiz yüksek lisans açılacağı YÖK'e bırakılmaktadır.
Tasarının en temel yeniliği olan (madde 6) işletme hesabı üniversitenin geçmişle bağını tamamen kopararak kamu ya da devlet üniversitesi anlayışını kökten değiştirmek ve adı üstünde üniversiteyi özel muafiyetler tanıyan bir işletmeye dönüştürmektedir.
Yol Ayrımındaki Türkiye: Kurumsallaşan Sermaye Egemenliği ve Yeni YÖK Yasa Taslağı Üzerine
Doç.Dr.Fuat Ercan
"Yüksek öğretimde piyasanın belirleyiciliği neo-liberal ekonomi ve piyasa kapitalizmin ilkeleri doğrultusunda dünya ölçeğinde artıyor"
Dünya Bankası Raporu (Johnstone et al., 1998).
Mecliste bekleyen Yüksek Öğretim Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik yapılmasına Dair Kanun Tasarısı yüksek öğretimde önemli yapısal değişiklikler içerecek bir dizi düzenlemeleri öneriyor. Yasa Taslağının yazım dilini de belirleyen bu değişiklikler eğitimi toplumsal olanla bireyin kesiştiği bütünlüklü bir çerçevede analiz etme yerine, eğitim piyasa ve dolayısıyla bireysel etkinlik ve çıkar ilişkileri dolayında tanımlamakta. Hiç kuşkusuz eğitimin temel işlevlerini piyasa ve bireysel motifler dolayında tanımlama yeni bir olgu değil, belki de daha da önemlisi son yıllarda özellikle neo-liberal yönelimli sermaye merkezli yapılanma eğilimleri eğitimin fiili olarak piyasa ve bireysel çıkar ilişkileri dolayında belirlenmesine yol açmıştır. Üniversiteler ve öğretim elemanları kaynak kısıtı karşısında ayakta kalma mücadelesine girdikleri ölçüde, bir dizi mekanizma geliştirmek zorunda kalmışlardır. Eşzamanlı uygulanan bu mekanizmalar genellikle eğitim sisteminin önemli ölçüde olumsuz yönde etkilemiştir. Eğitim sistemini olumsuz yönde etkileyen tüm piyasa yönelimli gelişmeler, diğer yandan sistematik bir hale getirilerek yasal bir zemine taşınmak istenmekte. Farklı zamanlarda TBMM'ne sunulan YÖK Yasa Taslakları bu yöndeki eğilimleri ifade etmekte, fakat son yasa taslağı tüm bu yasa taslaklarına içkin olan temel espriyi oldukça derli toplu bir şekilde ifade edecek şekilde hazırlandığını kabul etmemiz gerekiyor. Eğitim sistemini özellikle yüksek öğretimin temel işleyişini önemli ölçüde etkileyecek değişiklikleri içeren yasa taslağının sahip olduğu içeriğin sağlıklı bir analizinin yapılması için, daha bütünlüklü bir çerçeveden soruna bakılması gerekiyor.
Bütünlüklü çerçeve derken;
-bir yandan genel olarak içinde yaşadığımız sisteme ilişkin yani kapitalizme ilişkin özelliklerde ne gibi değişiklikler oluyor,
-sisteme içkin yapısal özeliklerde gözlemlenen değişim eğilimlerinin eğitim sistemi üzerindeki etkileri nelerdir ve bu etkiler farklı ülkelerde, farklı ülkelerin özelikleri dolayında nasıl biçimleniyor,
-ve son olarak yukarıda işaret edilen dinamiklerin Türkiye'nin kendine özgü koşullarında nasıl biçimlendiğini, özellikle bu biçimlenmenin yasal zeminini oluşturan Yüksek Öğrenimin Kanunu'na ilişkin düzenlemeleri analizi edilmesi anlamına geliyor. Çalışmamızda tüm bu değişkenleri detaylı analiz etmemiz hiç kuşkusuz mümkün değil. Özellikle yasa Taslağını anlamamızı kolaylaştıracak değişkenler hakkında kısa bilgiler vermeye çalışacağız.
II-Kapitalizmin Krizleri: Eğitimin Sermayenin Yapısal Belirlemeleri Dolayında Yeniden Biçimlenmesi
Kapitalizmi kendini önceleyen sistemlerden farklı kılan temel özelliği, sistemi tanımlayan temel mekanizmanın oldukça dinamik olmasıdır. Bu dinamik mekanizma bir yandan sistemin çok daha güçlü olmasına yol açarken diğer yandan aynı güçlülük sistemi güçsüz kılan dinamiklerin varlığına neden oluyor. Fakat süreç içinde birbiri üzerinde etkili olan bu çifte dinamik, günlük yaşam pratiklerinin çok daha fazla sistemi tanımlayan temel mekanizma içine çekmekte. Günlük yaşamın kapitalizmin temel mekanizmaları dolayında biçimlenmesi, değişim değerinin egemenliğinin artması ve dolayısıyla metalaşma-ticarileşme ve yabancılaşmanın yoğunlaşması anlamına geliyor. Kapitalizm başarılı olduğu dönemlerde yeni sermaye birikim sürecinin belirli bir düzeyde artışının sağlandığı dönemlerde, bu değişkenler yoğunluk kazanmakla birlikte, aynı süreç sistemin bir çok açıdan çıkmaza girmesine neden olmakta, sistemi çıkmaza sokan bizzat metalaşma ve ticarileşme süreci iken, krizden çıkmak için aktörler bu mekanizmalara daha bir yoğun başvurmakta. Sonuçta sermaye birikim süreci metalaşma ve ticarileşme olgularını eş zamanlı olarak hem daha farklı mekanlara taşımakta (kapitalizmin dünya ölçeğinde belirleyici olması-sermayenin genişlemesi), hem de yaşamın farklı alanların da (ki özellikle son yıllarda eğitim ve sağlık, toplu taşıma gibi alanları sermeyenin yoğunlaşması ya da derinleşmesi) daha bir belirleyici olmakta.
Kapitalizme içkin olan bu oldukça genel eğilimler, tarihsel gelişmeler dolayında özel biçimler almakta, bir dizi değişkenin daha da önem kazanmasına yol açmakta. Eğitim sistemi ve ilişkilerinde gözlemlenen genel eğilimlerin anlaşılması için 1970'lerden itibaren kapitalizmin içine girdiği yeni süreç ve açılımların sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyor.
Burada çok fazla detaya giremeyeceğimiz 1970'ler sonrası kapitalizmine ilişkin temel özellik, kapitalizmin 1940'lı yıllarda başlayan ve altın yıllar olarak kabul edilen yılların sona ermesidir. Özellikle erken kapitalist ülkelerde gözlemlenen kriz yönelimli dinamikler, bireysel sermayelerin bir dizi ayakta kalma stratejileri geliştirmesine yol açmış, bu stratejiler sonuçta sermayeler arası rekabetin yoğunlaşarak artmasına neden olmuştur. Aşırı sermaye birikim sürecinde açığa çıkan krizin temel belirleyeni aşırı biriken sermayenin değer yitirmesidir, buna karşılık geliştirilen temel savunma mekanizması sermayenin hareket alanını genişletecek uygulamalara olanak sağlamaktır. Tüm bu uygulamalar içinde eğitim sistemi üzerinde etkileri yoğun olan en önemli değişkenler, rekabet süreci içinde bilgi ve iletişimin öneminin muazzam ölçüde artmasıdır. Özellikle nitelikli girdi olarak bilginin rekabet süreci içindeki bireysel sermayeler için öneminin artması aynı zamanda işgücü piyasasında nitelikli bilgi donanımına sahip olmayı da öne çıkarmıştır. Her iki değişimin uğrak noktası, sistematik bilgi üreten okullar /üniversiteler olmuştur.
Okullar bu anlamda bir yandan işgücü piyasasında nitelikli yerler edinmek isteyen öğrenciler için belirleyici bir önem kazanırken, sermaye için ise iki anlamda önem kazanmıştır.
-İlk olarak değer yitiren sermayeler için yeni yatırım alanı olması yani sermayenin bu alana yatırım yapması{eğitimin ticarileşmesi},
-İkinci olarak aşırı rekabet koşulları içinde araştırma-geliştirme faaliyetlerinin yaptırılacağı yerler olarak okullar {proje yönelimli ya da girişimci üniversite modeli) önem kazanmıştır. Kapitalizmin yada sermayenin yapısal dinamiklerinin açığa çıkardığı bu sonuçlar hiç kuşkusuz farklı ülke ve mekanlarda farklı tarzlarda açığa çıkmaya başlamıştır. Eğitim sisteminin kapitalizmin temel dinamikleri dolayında biçimlenmesi yine kapitalizme özgü rekabet mekanizmasını okullar/ülkeler arasında yoğunluk kazanmasına neden olmuştur. Genel olarak eğitim sistemi özel olarak da üniversitelerin son yıllardaki dönüşümünün temelinde yatan yukarıdaki mekanizmalar, eğitime ilişkin temel referansların önemli ölçüde farklılaşmasına neden olmuştur. Toplumsal ve etik bir dizi özellik dolayında biçimlenen eğitim sistemi, eğitimin genel olarak tasarlanmasından, içeriğine oldukça önemli değişim eğilimleri geçirmeye başlamıştır. Bu değişim eğilimlerinin Türkiye ve benzeri gelişmekte olan ülkelerde açığa çıkış tarzı ve sonuçları çok daha önemli ve vahim sonuçlar yaratmıştır/ yaratacaktır. Tüm bu sonuçları işaret eden Les Levidow son gelişmeleri akademik kapitalizm olarak tanımlamıştır. Akademik kapitalizm nitelemesinde ilginç olan özellik ise üniversite çalışanları yada kadroları genellikle kamu çalışanı olmalarına rağmen, üniversite ve çalışanları dışsal kaynaklar ya da piyasa olanaklarına ulaşmak üzere artan ölçüde rekabet ilişkilerine girmekte/çekilmekteler. T. Veblen'in erken dönem eğilimlerden hareketle işaret ettiği gibi "Farklı üniversiteler ticari eğitim trafiğinde birbirlerinin rakibi" konumuna düşmekteler. Piyasanın rekabetçi mantığı içine çekilen üniversiteler için eğitim, artık toplumsal amaç ve adalet ve eşitlik gibi kavramlarla tanımlanmayıp piyasadan referans alınan ve gündemimizde olan Yasa Taslağında da sıkça işaret edilen "rekabet edilebilirlik", "etkinlik", "kendi kaynaklarını yaratma" maliyet "nedeni olarak öğrencilik gibi" ifadeler içinde tanımlanmakta. Üniversiteler sundukları eğitim hizmeti dolayında tanımlanma yerine piyasaya proje üretme önem verilen ve öne çıkarılan temel olmakta. Bu anlamda üniversiteler kendi içinde uzmanlaşmaya ve dolayısıyla işbölümü içinde farklılaşmaya başlamışlardır. Bûna göre bazı üniversiteler öğrencilere eğitim pazarlamayı temel almakta ve öğrencileri de bu anlamda müşteri olarak görürken, bazı üniversiteler ise tam anlamıyla piyasanın istekleri dolayında proje üreten ve bu anlamda nitelikli bilgi pazarlanması konusunda uzmanlaşma eğilimi içine girmişlerdir. Böylece öğrenci -öğretmen ilişkisi önemli ölçüde değişirken, aynı zamanda öğrenciler, özellikle proje yönelimli girişimci üniversitelerde işgüçlerinden yararlanılan işçiler olarak sürece eklemlenmekte. Diğer yandan özellikle son yıllarda bilgisayar da gözlemlenen değişim eğilimleri uzaktan eğitim, İnternet ortamında eğitimin hızla gündeme alınmasına neden olduğu ölçüde bir çok sermaye kesiminin ilgisini çekmekte. Özellikle Avrupa Topluluğu içinde etkinliği çalışmalarını sürdüren işverenler Masası/birimi bireysel esnekleştirilmiş eğitim modeli kavramlaştırması dolayında uzaktan eğitimin gerekliliği yine rekabet ve etkinlik adına savunurken, eğitim konusunun değişen içerik ve çehresi ile bu değişimin sermaye dünyası ile olan ilişkilerini daha bir gözler önüne sermekte.
II-Temel Değişim Eğilimlerinin Eğitim Sistemi Açısından Sonuçları
Kapitalizmin dünya ölçeğinde yeniden yapılanma sürecinde eğitimin genel olarak etkilendiğini söylemek önemli bir vurgu olmakla birlikte, bu etkilenmenin ülke pratiklerine göre farklılaştığını yada bazı uygulamalar aynı olsa bile ülke pratiklerinde farklılaştığı çok daha önemlisi ülkelerin eğitime ilişkin uygulamalarının farklı zamanlarda gerçekleştiğinin işaret edilmesi sürecin anlaşılması ve sürece müdahale olanaklarının zenginleşmesini sağlaması açısından özel önem taşımakta. Bu aşamada bir kaç örnek vermek anlamlı olacaktır.
Merill Lynch & Co Eğitime ilişkin Yıllık Raporu'nda "1970'li yıllarından itibaren eğitim endüstrisinin özel sektör için en fazla piyasa olanakları sunan sektör olduğu belirtilirken," Massachusetts Eğitim Birliği'nin raporunda ise ABD'de Eğitimin '737milyar dolarlık bir piyasası olduğunu ve bu piyasanın multi-milyarderler için yeni ve çok kârlı olanaklar sunduğu' ifade edilmekte. Buna benzer örnekler çoğaltılabilir ama genel bir kabul olarak eğitimin ticarileşmesi diğer bir deyimle sermayenin etkinlik alanına çekilmesinin artık dünya ölçeğinde boşlayan bir süreç olduğunu belirtmek bu aşamada önemli olacaktır. Diğer yandan bu öneme atfen farklı ülkelerde eğitimin ticarileşmesini sağlayacak mekanizmalarında yoğun olarak devreye girdiğini işaret etmemiz gerekiyor.
2001 yılında George. W Bush No Child Left Behind adlı eğitime ilişkin reform paketini "zengin ile yoksul kesim çocukları arasındaki eşitsizliği kapatmak, ve okullara daha fazla finanssal kaynak sağlama amacına yönelik değişiklikler" olduğunu açıklarken, Tony Blair 1999 yılında yaptığı bir konuşmasında
" Yapmak istediğim önemli işlerden biri, eğitimde gelişmeyi sağlayacak şekilde özel sektörün bu alana girmesini sağlamak olacaktır." Bir başka konuşmasında ise ısrarlı bir şekilde "Eğitim, Eğitim, Eğitim, bizim temel önceliğimiz bu alan olacaktır" yönünde bir açıklamada bulunuyor. Bu eğilimi tamamlayan değişim eğilimleri ilk elden Eğitim Eylemlilik Alanları (Education Action Zones) oluşturma için sermayenin hareket alanını genişletecek düzenekler gerçekleştiriliyor. Bu konuda Özel Finans Eylemliliği adı altında başlatılan program daha bir genişletilirken, son Yeşil Rapor 'da 2001 yılı ve devamında özel kesimin eğitim konusunda etkinliğini arttıracak yeni destek programları geliştiriliyor.
Diğer yandan Avrupa Topluluğu kapsamında sıkça gündeme getirilen bilgi toplumu kavramlaştırması ve uluslararası rekabette etkinlik, çok daha önemlisi işgücü piyasasına uygun donanımlı emek istihdamı beraberinde eğitim sistemi için yeni vurguların yapılmasına neden olmuştur. Bu konuda yukarıda da işaret etmiş olduğumuz ve Avrupa Topluluğu'nda etkin bir konumu olan Avrupa İş Adamları Masası'nın (AIM) etkinlikleri özel bir önem kazanmakta. AIM'e göre eğitim ve meslek içi eğitim endüstrinin başarısı ve geleceği için oldukça önemli bir yatırım olarak tanımlanmakta. Küreselleşme ve bilgisayarın sağladığı olanakları işaret eden bu gruba göre eğitimin esnek yapısı ile işgücü piyasasının talepleri kolayca birleşebilir. Bu anlamda yerel işverenler ile okullar arasında yapılacak bir işbirliği Avrupa Topluluğunun küresel bir ekonomide yerel olanakları harekete geçireceği gibi, bu işbirliğine aracılık edecek bilgisayar alt yapısının gelişimi bu sektörün ivme kazanmasına olanak sağlayacaktır. Özellikle uzaktan eğitimin önemi üzerinde duran bu anlayış genel olarak kurumsal bir yapı olarak okulların işlevlerini önemli ölçüde etkilemekle birlikte, özellikle öğretim elemanlarının konumunun ve sahip oldukları donanımının olumsuz yönde etkilenmesine yol açacaktır.
Tüm bu gelişmelerin yanı sıra eğitimde değişimin önemli ipuçlarından biri IMF ve Dünya Bankası'nın azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerle girdikleri ilişkide ileri sürdükleri şartlar içinde eğitimin ticarileşmesi özel bir yer tutmakta. Özellikle yüksek öğretimin bireysel getirisinin sosyal getirisinden fazla olduğu yönündeki vuruyu izleyen öneri, kamu harcamalarında yüksek öğrenime ayrılan kaynakların aşağıya -çekilmesi yönünde olmuştur. Piyasanın yaşamın tüm alanları için en uygun çözümleri, en etkin çözümleri bulacağı yönündeki inanç beraberinde yüksek eğitim için de ısrarla dile getirilmiştir. Özellikle soruna kamusal olarak eğitim hizmetinin yeterli miktarda sunulamaması yönünde bakılması ve beraberinde bireylerin tercih özgürlüğü yönünde yapılan vurgular eğitimde ticarileşmenin önünü açmıştır. Özellikle akademik özgürlüğü üniversitelerin piyasa koşullarında kendi olanak yada kaynaklarını yaratması olarak tanımlanması, ve kamusal kaynakların hızla kısıtlanması ister istemez üniversiteleri piyasa koşullarına uyum yapmaya zorlamıştır. Yapısal Uyum Programlan ve Uyum Kredileri için önemli değişkenlerden biri olan yüksek öğretimin ticarileşmesi yönündeki vurgu Latin Amerika özellikle de Afrika ülkeleri için önemli değişkenlerden biri olmuştur. Eğitimin ticarileşmesi bu anlamda gelişmekte olan ülkeler için bir yandan IMF ve Dünya Bankası'nın belirlemeleri dolayında belirlenirken, diğer yandan bu belirlemeler bu ülkelerin kendi içindeki sermaye kesimi için özel bir dizi mekanizmanın da varlığına neden olmuştur.
Tüm bu ticarileşme eğilimleri için eğitim tarihçisi David Labaree'nin ifade ettiği gibi kamu okullarının müdahalelere maruz kalmasının temel nedeni "etkin olmamaları değil, kamusal olmalarıdır."
III-Yol Ayrımındaki Türkiye: Yüksek Öğretim Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik yapılmasına Dair Kanun Tasarısı
Son zamanlarda bir dizi yasa taslağını onaylayan meclis "Yüksek Öğretime yüksek Öğretim Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Konun Tasarısı" hakkında nasıl karar alacağını bilmiyoruz, ama baştan şunu ifade etmek gerekiyor ; son çıkan yasalarla birlikte düşünüldüğünde Türkiye önemli bir değişim ama şimdiye kadar olan değişimlerden farklı olarak yasal düzenekleri ile biçimlenen bir değişim sürecine girmiş bulunmakta. Son yasaları teker teker ele alıp analiz ettiğimizde, her bir yasanın diğer yasa/yasalarla bir dizi ilişkisi olduğunu görüyoruz. yüksek Öğretim Kanun Tasarısı bu anlamda diğer yasalarla birlikte ele alındığında, TBMM tarafından bazı değişiklikler olsa bile genel kabul göreceğini şimdiden ifade etmek yanlış olmayacaktır. Verili ilişkilerin genel çerçevesini belirleyen yasal/hukuksal düzenlemeler, Türkiye açısından ulaşılan bir aşamayı işaret ettiğini düşünüyoruz. Özellikle dünya ekonomisi ile bütünleşmenin açığa çıkardığı bütünlüklü kriz eğilimleri, aynı zamanda surece egemen olan güç ilişkilerinin daha bir rahat hareket etmesine olanak sağlamıştır. Diğer bir değişle ülke içinde egemen olan güç ilişkilerinin de içine girdiği bunalım koşulları, uluslararası sermayeler ve kurumların da destek ve müdahalesiyle yasal çerçevesi belirlenen yeni bir düzenlemenin olabilirliği doğrultusunda yasal düzenekler oluşturulmaya başlamıştır. Özellikle sermayenin, sermaye içinde de belirli işlevleri üstlenen egemen grup/sınıfların tercih ve stratejileri dolayında biçimlenen süreci, sermayenin gerçek anlamda toplumsal ilişkilerde egemenliğini inşa ettiği bir süreç olarak tanımlayabiliriz. Böyle bir süreç için eğitim sistemi özellikle yüksek öğrenim bir yandan metalaşma ve ticarileşmenin alanı olurken, diğer yandan ideolojik/meşrulaştırma sürecinin temel değişkeni olma işlevini üstlenmekte. Bu anlamda sürece bütünlüklü bakıldığında bu Yasa Taslağı'nın bir yandan yeni çıkan/çıkartılmak istenen diğer yasalarla bağlantısı ve diğer yandan kendi içinde ne anlama geldiğinin deşifre edilmesi gerekiyor. Bir bütün olarak ulusal ve uluslararası sermayenin hareket alanını genişletme amacına yönelik ve devletin açık bir biçimde sermayenin devleti olacak şekilde yeniden kurgulandığı bu aşamada Yüksek Öğretim Konunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı özenle analiz edilmesi gerekiyor.
Yasa ve İşaret Ettikleri Üzerine
Yeni Yasa Taslağı'nı tanımlayan en önemli özellik, kriz döneminde hazırlanmasıdır. Daha önce bir kaç kez Meclis'e sunulan Taslaklardan temel ayrıldığı nokta, bu yeni Taslak diğer yasalara içkin olan finanssal yapıya ilişkin maddeleri oldukça açık bir şekilde işaret etmesidir. Finanssal yapıya ilişkin en önemli değişiklik üniversitelerde daha önce yer alan döner sermaye hesabı (2547 sayılı Yasanın 58.maddesi, yeni yasa taslağının madde 4'ü'ne göre) işletme hesabı olarak değiştirilmiştir. Aslında bu tek maddelik değişiklik ve bu değişikliği konu edinen 4.madde üniversitelerin ve Yüksek Teknoloji Enstitülerinin gerek idari gerekse mali yapısının bütünlüklü değişmesi/dönüşümü anlamına geliyor. Dönüşüm, üniversitelerin eğitim hizmeti yada sahip oldukları diğer nitelikli bilgilerin üretimini bir meta olarak algılanması anlamına geliyor. Bir ürünün pazarlaması mantığıyla hazırlanan yasa, bu mantığın açığa çıkış tarzı olarak genel olarak
a-) Ürünü/meta tanımlama(eğitim ve diğer nitelikli bilgiler),
b-) Ürünü pazarlayacak kesimleri/müşterileri tanımlama (ön lisans- lisans- yüksek lisans-tezsiz lisans, ve piyasaya proje üretme, ve sahip olunan sabit ve diğer olanakları piyasa koşullarında kullanma-Yeni Taslak'ta 2.3.5 maddeler).
c) Ürünün fiyatını belirleme (katkı payı adı altında alınan harçlar TBMM'nden alınarak YÖK'e ve YÖK'ün belirlediği oranın belirli miktarı olarak üniversitelere bırakılmıştır. 2547 sayılı Yasanın 58.maddesi, yeni yasa taslağının madde 2'de yeniden düzenlenmiştir).
ç-) Eğitimde etkinlik kriteri olarak rekabet edilebilirlik, maliyetleri azaltma ve karlılık koşullarını gözetleme (Yeni, Taslak'ta Madde 5).
d-) Piyasa da etkinlik ve rekabet edilebilirlik için ürün çeşitlemesine gidilmiştir(tezsiz yüksek
lisans, yaz okulları, sertifika programları, uzaktan eğitim ve proje alınması)
e-) Üniversite bileşenleri motive etmek ve piyasa surecinde etkinliklerini arttırmak için elden
edilen kaynaklardan yararlanma olanaklarının sağlanması (Yeni yasa Taslağında madde 5.) biçiminde özetleyebiliriz.
Yukarıda ifade edilen dönüşümlerin Yüksek Öğretim üzerindeki etkilerinin olası ifadelerini kısaca açıklamak anlamlı olacaktır.
-Yüksek öğretim özünde toplumsal olan ile özel olanın kesiştiği bir gerçekliktir, yeni düzenlenmeler eğitimi piyasa sürecinin etkilerine açtıkları ölçüde, eğitim bireylerin ekonomik donanımları dolayında tanımlanan bir gerçeklik olacaktır. Bu eğitim hakkının ortadan kalkmasına yol açtığı ölçüde, toplumsal adalet ve eşitlik ilkelerinin zedelenmesi anlamına gelecektir. Özellikle ekonomik donanım dolayında tanımlanan eğitim, ekonomik donanımı olmayan kesimlerin özellikle neo-liberal ekonomi politikalardan etkilenen kesimlerin bu süreçten daha kötü etkilenerek eğitim hakları ellerinden alınmış olacaktır. Diğer yandan özellikle eğitimin artan ölçüde parasallaşması, ailelerin ekonomik durumu iyi olan ama 17-18 yaşındaki gençlerin ailelerine bağımlı olmalarına yol açacaktır. Bu anlamda işletme hesabı eğitimin bir hak yada kamusal hizmet olma durumunu değiştiriyor. Neo-liberalizmin kullanan öder ilkesinin dile geliş tarzı olan bu düzenleme eğitimden yararlananların bu hizmete karşı bir katkı payı ödemeleri gerektiği belirtilmiştir (2547 sayılı Yasanın 46.maddesi, yeni yasa taslağının madde 4'ü'ne göre). Diğer yandan öğrenci katkı payını ödemeyen ya da ödeme sırasında bazı sorunları açığa çıkan öğrencilerin kayıtlarının silinmesi yönündeki vurgu yada öğrencilerin katkı payı kredisi borçlarını tam anlamıyla piyasa koşullarınca ödemesi yönündeki vurgular, piyasanın belirleyici olması yönündeki genel eğilimin yanı sıra, eğitim hakkının ortadan kaldırılmasını işaret ettiğinin belirtilmesi gerekiyor.
-İşletme hesabı dolayında öğrencilerin "katkı payı" ödemeleri ve ya ödemeyenlerin kredi borcu almalarına bağlı olarak işletme hesabında bir vergi numaraları almaları, artık eğitim etiği dolayında tanımlanan öğrencinin bir muhasebe kalemine dönüşmesi yasa Taslağı'nın eleştirilmesi gereken en önemli unsurlarından birini oluşturmakta.
-Her bir üniversitenin kendi öğrencilerinin katkı payını belirlemesi, üniversiteler arası rekabet ve rekabete bağlı olarak üniversitelerin elit yada depo üniversitesi olmalarına yol açacak bu hiyerarşik konumlanma ise verili konumların gerek üniversite gerekse üniversite bileşenleri açısından dengesizlikler ve belirsizliklerin artmasına neden olacaktır.
-Taslak sadece üniversiteler arasında rekabeti ve dolayısıyla belirsizliğin artmasına neden olamayacak, diğer yandan aynı üniversite içinde hem öğretim elemanları arasında hem de öğretim elamanları ile idari personel arasındaki eşitsizliklerin artmasına neden olacaktır. Eşitsizliği arttıracak düzenleme içinde piyasa ile kurulan ilişki ve proje geliştirme yönündeki vurgular yine piyasanın artan belirleyiciliğini göstermesi açısından özel bir önem taşımakta.
-Diğer yandan öğrencilerin üniversitelerde part-time çalışmalarına ilişkin düzenleme sadece öğrencilerin asli işlevleri olan öğrenciliğin etkin bir şekilde yerine getirilmesi yerine onların emeklerin kullanılmasına neden olmayacak üniversite içinde idari personelin azaltılması ve taşeronlaşma eğilimlerinin artması anlamına gelecektir. Yemekhaneden, kütüphaneye, temizlikten basım işlerine kadar bir çok alandaki idari personelin maliyetleri azaltma adına azaltılmasına yol açacağı gibi özellikle projelerde çalıştırılacak öğrenci, yada asistanların bir başka anlamda nitelikli emek sömürüsü ve bütünlüklü projenin getirisinden yararlanmamama gibi sonuçlara yol açacaktır.
-Diğer yandan kamu üniversitelerinde eğitim hizmetinin maliyetinin öğrenciler için arttırılması aynı zamanda kamu okullarını tercih eden öğrencilerin sayısını azaltma ve dolayısıyla özel sermayeye ait üniversitelere yönelmelerine yol açacaktır.
-Üniversitelerin akademik özgürlükleri finansal açıdan doğrudan öğrenci katkı payları ile üniversitenin piyasadaki etkinliğine bağlanması yönündeki eğilim, finansal kısıt dolayısıyla piyasaya eklemlenme sürecini hızlandıracağı gibi paralı profesörlük vari uygulamalar sermayenin üniversite içi etkinliğini ve bilimsel özerkliği önemli ölçüde olumsuz yönde etkileyecektir.
Sonuç olarak yeni yasa taslağı sermayenin toplumsal ölçekteki artan belirleyiciliğinin yüksek öğretimde açığa çıkışını ifade etmektedir. Eğitim gibi toplumsal olanla bireysel olanın kesiştiği alanda biçimlenen bu olgunun piyasa koşuları içinde kısa erimli amaçlara bağlanması, bizim gibi eğitimin özellikle yüksek öğretimin yeteri kadar gelişemediği toplumlarda bu tür uygulamaların uzun erimli etkileri oldukça olumsuz olacaktır.
Yüksek Öğretim Kanunda Değişiklik Yapmak Üzere Hazırlanan Yasa Tasarısına İlişkin Görüşler
Bu metin, Prof. Dr. Işıl Ünal başkanlığında bir ekipçe Eğitim-Sen için, bir ön rapor olarak hazırlanmıştır.
"Yükseköğretim Kanunu île Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı", özü itibariyle, tüm ortadan kaldırma çabalarına rağmen bugüne dek üniversitelerin görevi olarak görülmeye devam edilen etkinlikleri (yani araştırma ve bilimsel bilgi üretme, bilgiyi yayma ve öğretimi), "girişimci üniversite"lerin "satmakla yükümlü oldukları hizmetler" olarak tanımlayan ve bunun mekanizmalarını en ince ayrıntısına kadar oluşturan bir yasa tasarısıdır.
Tasarı, böylece, yalnızca üniversitelerin parasal kaynak sorunlarını çözmek üzere hazırlanmış gibi gözükse de, gerçekte, yükseköğretim sisteminden üniversiteleri çıkartarak, çeşitli entelektüel ve fiziksel varlıklarını satarak kazanç elde eden, merkeziyetçi yükseköğretim kurumları oluşturmaktadır. Aslında bu tasarı, 1980'lerden başlayan bir serüvenin, gelinen en son aşamasıdır.
Bu tarihten itibaren Türkiye'de neo-liberal politikalar ağırlık kazanmış ve eğitim Yapısal Uyum Programları kapsamında düzenlenmeye başlanmıştır. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, yükseköğretim sistemi için bu çerçevede tasarlananların ilk aşamasıdır. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, hem ilk uygulama yıllarında hem de aradan geçen 20 yıl boyunca, TÜSİAD ve sermaye çevreleri ile üniversite bileşenleri ve kamuoyundan farklı tepkiler görmüştür. 2547 sayılı yasanın yükseköğretim sistemine getirdiği yapı ve işleyiş öğretim elemanları, öğrenciler ve çeşitli toplum kesimlerince 20 yıl boyunca sürekli olarak eleştirilmiş ve YÖK'ün çeşitli uygulamaları yine bu kesimlerce protesto edilmiştir.
Öğretim üyeleri YÖK sistemini eleştirmekle yetinmeyerek, demokratik bir çerçevede işleyen ve özgür bir üniversite oluşturmaya dönük bir Üniversiteler Kanun Taslağı (ÜÖÜD/ İstanbul 1992) bile hazırlamışlardır.
Diğer yandan, TÜSİAD, Kemal Gürüz'ün koordinatörlüğünde dört kişiden oluşan bir gruba, "Türkiye'de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji" (1994) adlı bir rapor hazırlatmıştır. Bu raporda yükseköğretim sistemi için getirilen çerçeve, Öğretim Elemanları Sendikası'nın Kasım 1994'te yayınladığı bültende, "sermaye ile iç içe geçmiş vakıf ve devlet üniversiteleri, paralı eğitim, mütevelli heyetleri ve meritokratik üniversiteler" olarak betimlenmişti. Aradan yaklaşık iki yıl geçtikten sonra, "2547 sayılı Yükseköğretim Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Taslağı" hazırlandı. Bu taslak da toplumun çeşitli kesimlerinden ve özellikle üniversite öğretim elemanları ve öğrencilerinden olumsuz tepkiler almıştır. Söz konusu taslağı incelemek üzere Öğretim Elemanları Sendikası'nın oluşturduğu bir komisyonun hazırladığı raporda (ÖES Bülten, Nisan 1996), taslağın "yükseköğretimde bilimsel özgürlüğü, özerkliği ve üniversitenin bileşenlerinin katılımını önleyen yapısına" dikkat çekilmiş ve üniversitelerin "toplumun beklentilerinden çok, sermayenin ve iş çevrelerinin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde" ele alındığı vurgulanmıştır.
Bu taslakta da üniversitelerin "mal ve hizmet üretim faaliyetleri" ile piyasa/sermaye ilişkileri dikkat çekmiştir. "Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı" ise, yukarıda sözü edilen rapor ve taslağın temelini oluşturan "girişimci üniversite" paradigmasının, tüm işleyiş mekanizmalarının oluşturulduğu bir yasa tasarısıdır. Daha önceki taslakta yer alan ve çok eleştirilen üniversitelerin fınansal yapıları dışında kalan pek çok değişiklik, örneğin "disiplin sorunları", atama ve yükseltme konuları, öğrenci örgütlenmesi gibi konular, bugüne dek YÖK ve üniversite yönetimlerince çıkarılan yönetmelikler ve yapılan düzenlemelerle, belli ölçüde de olsa, zamana yayılarak uygulamaya konulmuştur. Bu nedenle, gündemdeki tasarı yalnızca üniversitelerin finansal yapısıyla ilgiliymiş gibi sunulmaktadır. Gerçekte ise, getirilen fınansal yapı üniversiteyi tümüyle, işlevleriyle birlikte değiştiren bir özellik göstermektedir.
Değişiklik Önerilerinin Dayandığı Tezler
Değişiklik önerileri, birçoğu, 1994 yılında Gürüz ve arkadaşlarının TÜSÎAD için hazırladıkları Rapor'da dile getirilmiş olan ve Gürüz'ün Cumhurbaşkanı'na sunumunda da tekrarlanan, kamuoyunun yabancı olmadığı tezlere ve düşüncelere dayanmaktadır. Bunların neler olduğunu ve günümüzdeki geçerliğini gözden geçirmekte yarar görülmektedir.
1. Devlet kaynakları dışında başka parasal kaynaklar aranmaya başlandığında, genel olarak, temel bir tez olarak yükseköğretimin toplumsal getirisinin düşük, bireysel getirisinin yüksek olduğu; bu nedenle de yükseköğretimin maliyetinin büyük ölçüde yükseköğretimden yararlananlarca (onlara göre müşterilerce) karşılanması gerektiği tezi vurgulanır.
Burada bahsedilen, eğitimden yararlanmak üzere kişilerin ve toplumun katlandığı maliyetin (harcama +dolaylı maliyet) yüzde kaç oranında parasal olarak geri döndüğünü gösterdiği iddia edilen bir orandır (getiri oranı). Aslında, yukarıda ifade edilen tez, însan Sermayesi Kuramı'na dayanan çok eski bir tezdir. Eğitimi de diğer mal ve hizmetler kategorisinde ele alıp, "kazançlı değilse maliyete de katlanılmamalıdır" veya "kim kazanıyorsa maliyete de o katlanmalıdır" düşüncesinin eğitime de uygulanmasıdır. Yükseköğretimi insanın kendisini geliştirme sürecinin bir parçası olarak gören ve tüm insanların hakkı olarak ele alan düşünceye karşıttır.
Çeşitli ülkelerde yapılan getiri oranı hesaplamaları, gelişmekte olan ülkelerde yükseköğretimin hem kişisel hem de toplumsal getiri oranının daha yüksek olduğunu, ama tüm ülkelerde kişisel getirisinin toplumsal getirisinden yüksek olduğunu ortaya koyuyor.(1)
Daha çok Dünya Bankasının hesaplamaya cesaret ettiği bu oran son derece sorunlu ve bu nedenle de tartışmalıdır. Getiri oram, kişilerin elde ettiği kişisel gelirin, onların aldıkları eğitimin bir sonucu olduğunu varsayar. Dünyanın hiçbir yerinde kişisel kazançların yalnızca eğitime bağlanabileceğini gösteren en ufak bir kanıt bulunabilmiş değildir. Kaldı ki, tersine kanıtlar, yani kişisel gelirlerin kişilerin aldıkları eğitimin tür ve düzeyinden başka değişkenlerden (ülkenin ücret sistemi, çalışılan sektör veya işkolu, işyerinde içsel işgücü piyasasının olup olmaması, işgücü piyasasındaki rekabetçi yapı, piyasadaki ayrımcılığın düzeyi, kullanılan teknoloji ve üretim örgütlenmesi vb.) kaynaklandığını gösteren kanıtlar çok fazla. Ayrıca, kişilerin nerede, nasıl ve ne kadar gelir getiren bir işe gireceğini, kişinin aile kökeninin, cinsiyetinin ve sahip olduğu etnik kimliğinin de en az aldığı eğitimin tür ve düzeyi kadar etkilediğini gösteren ampirik bulgular ve kuramsal açıklamalar var.
Bunun yanında, eğitimin toplumsal kazançlarının tümünü paraya dönüştürmek ve hesaplamalara katmak mümkün değil, bizce gerekli de değil. Hesaplamaya, mezunların üretime katılarak katma değere yaptıkları katkı, yani sonuçta elde ettikleri gelirler giriyor. Tabii, ortalama olarak ve işsizlik oranları hesaba katılarak yapılıyor bu hesaplamalar. Hem kazançların hesaplanabilmesi hem de toplam maliyetin içinde yer alan alternatif maliyetin (fırsat maliyetinin) hesaplanması tamamen varsayımlara dayalı. En önemlisi, bu hesaplamaların geçerli olduğunu varsaydığı tam rekabet piyasası, kapitalizm var olduğundan beri hiç geçerli olmadı, bundan sonrası için hayal bile edilemez. Özetle belirtmek gerekirse, yükseköğretimin topluma katkısı ve bireye katkısı (ki bunların ayırt edilmesi de yapaydır) ile hesaplanan "getirisi"ni birbirinden ayırt etmek gerekir. Getiri diye söz edilen, çeşitli sayıltılardan (gerçeklerden kopuk) hareketle hesaplanan bir orandır ve geçerliği tartışmalıdır.
Bugün için, ille de "getiri"lerle konuşmak istiyorsak, yükseköğretimin kişisel getirisi toplumsal getirisinden daha tartışmalıdır. Çünkü yükseköğretim bireye bir iş garantisi, dolayısıyla bir gelir garantisi vermemektedir. Hem küreselleşme süreci yükseköğretim mezunu olmanın kişisel getirisini (gelir anlamında) gittikçe daha fazla oranda ortadan kaldırmaktadır, hem de devlet üniversitelerinden mezun olmanın getirisi, birkaç fakülte hariç, Türkiye'de sıfıra çok yakındır. Düşünebilen, sorun çözebilen ve içinde yaşadığı toplumu ve dünyayı anlayabilen bireylerden oluşan bir toplum olabilmek, yükseköğretimin de, ilköğretim ve ortaöğretim gibi, kamu kaynaklarıyla finanse edilmesi ile olanaklıdır. Kaldı ki, "gelişmiş" ülkeler için de devletin yükseköğretime katkısının artırılması gerektiği konusunda görüşler (bu görüşlerin sahipleri de liberaldir) ileri sürülmektedir. Küreselleşme sürecinin hızlanması ve rekabetin artması nedeniyle, araştırma bulgularına dayalı olarak, şirketlerin uzun dönemli araştırma ve geliştirme yatırımları yapmaya istekli gözükmediklerinin ve düşük gelirli ailelerin çocuklarını yükseköğretime göndermeyi akılcı bulmadıklarının altı çizilerek, devletin yükseköğretime ve akademik çalışmaya katkısının çok daha fazla önem kazandığı belirtilmektedir.(2)
2. Yükseköğretimi devletin finanse etmesi durumunda, ortaöğretim düzeyinde daha nitelikli eğitim almış olan orta ve yüksek gelirli ailelerin çocuklarının üniversiteye girişte avantajlı olması nedeniyle, düşük gelirli ailelerden diğerlerine doğru bir kaynak transferinin gerçekleştiği, bu nedenle bir adaletsizliğin ortaya çıktığı tezi, öğrenim harcı (son olarak 'öğrencinin cari maliyetlere katkı payı' deniyor) uygulamasının dayanaklarından biri olarak kullanılmaktadır. Bu konu, Gürüz'ün tüm çalışmalarında yer almakta, buna dayanarak, yükseköğretimden yararlananların maliyetin bir bölümünü karşılamasının (öğrenim harçları uygulamasının) daha adil olacağı izlenimi verilmeye çalışılmaktadır.
Oysa, bu konuda yapılan araştırmalar her iki yönde de bulgular vermektedir. Devlet finansmanın böyle bir etkide bulunması, Dünya Bankası uzmanları ve başka liberal iktisatçılara göre(4),(5) ise, ülkede uygulanan vergi sistemine bağlı olmaktadır. Onlara göre, ülkedeki vergi sistemi ile eğitim finansman arasında kurulacak denge, eğitim olanaklarından yararlanmanın "hakkaniyet"e uygun olup olmadığını belirleyecektir. Yani az vergi verenlerin çocukları eğitimden daha az yararlanıyorsa bunun "hakkaniyet"e uygun olduğu söylenmek isteniyor. Bu, son derece ilkel bir hakkaniyet kavramıdır. Peki yüksek gelir elde etme (ve böylece belki de yüksek vergi ödeme) olanağını elde etme konusunda herkes eşit şansa sahip mi?
Kuşkusuz, eğitim olanaklarından yararlanmanızı gelir düzeyiniz belirliyorsa, kapitalist toplumda yaşadığımız için, ne düzeyde eğitim alabileceğinizi, ailenizin toplumsal konumu ve gelir düzeyi belirleyecektir. Gelir dağılımındaki bozulmalar, eğitim olanaklarından yararlanma olanakları arasında zaten uçurumlar yaratmaktadır. Hele de öğrenim harcı uygulaması varsa, eşitsizlik derinleşmektedir. Tasarıda öğrencilere verileceği belirtilen öğrenim ve harç "kredi"lerinin geri ödenmesi ise, öğrencilere, mezuniyetten sonra iş bulabilme olanaklarına ve bulacakları işin sağlayacağı gelire bağlı bir yük getirecektir. Tasarıda, iş bulamama durumunda ödemenin nasıl yapılacağı, borçların affedilip edilmeyeceği konusunda hiçbir düzenleme getirilmemiştir. "Gelişmiş" ülkeler için koşullar farklı olabilir, ancak ülkemizdeki işsizlik oram ve iş bulabilmenin kişilerin sosyal çevrelerine bağlı oluşu dikkate alındığında, "öğrenim ve katkı payı kredileri" uygulamasının, düşük gelirli ailelerin çocukları için bir çıkış yolu olamayacağı görülmektedir.
Adaletsizliğin ortadan kaldırılmasının yolu, kamu kaynaklarıyla finanse edilen eğitim etkinliklerinin, tüm toplumun yararlanabileceği biçimde gerçekleştirilmesidir.
3. Üniversitelerin, kendi kaynaklarını yaratmalarının onlara "mali özerklik" kazandıracağı ve topluma daha iyi hizmet etmelerine neden olacağı da öne çıkarılan tezlerden biridir. Özerkliği "parmak diktatoryası" olarak niteleyen bir zihniyetin mali özerklik istemi, inandırıcı olmamanın ötesinde, özerkliğe ilişkin çarpık algının dışavurumudur. Özerklik bütünsel bir olgudur.
Kemal Gürüz, Cumhurbaşkanı'na sunumunda, "mevzuat'ın, üniversitelerin "Faaliyet sahaları ile ilgili her alanda müteşebbis bir zihniyetle hareket etmelerine, ulusal ve uluslararası düzeyde kazanç amaçlı girişimlerde bulunmalarına (..) imkan verecek şekilde" yeniden düzenlenmesini önermektedir. Böyle bir kuruma üniversite demek hiç mümkün değildir. Parasal kazancı öne çıkaran bir "üniversite"!
Kaldı ki, üniversitenin kendisi için kaynak yaratması, sözü edilen tasarıda düzenlendiği gibi, üniversitenin araştırma, bilgiyi topluma yayma ve öğretim etkinliklerini satması yoluyla olabilir. Böyle bir durumda, üniversiteden bilgi ve araştırma talep edecek olan özel ve tüzel kişiler, taslakta yer aldığı gibi, ücretini ödeyip "araştırma profesörü" istihdam edebilecek; üniversite, daha çok gelir yaratabilmek için piyasanın talep ettiği, para getiren araştırmalara girişecek; öğretim elemanlarının girişecekleri etkinlikleri seçmede kullanacakları ölçütlerin başında "bu işin kaç lira değerinde olduğu" gelecektir. Böyle bir üniversitenin mali özerkliğe sahip olduğu söylenemez. Çünkü böyle bir üniversite, artık, kaynaklarını üniversiter amaçlara yöneltme yeteneğini kaybetmiştir.
Dünyada birçok ülkede, özellikle "devletin küçültülmesi" ve sosyal yatırımlardan neredeyse tümüyle çekilmesine paralel olarak, yükseköğretimin rekabetçi bir ortamda ve kendisine, devlet ödeneği dışında kaynak yaratarak işlemesi gerektiği düşüncesi yaygınlaştı. Öğrencinin öğrenim maliyetlerinin bir bölümünü karşılaması (öğrenim harçları), üniversitelerin piyasaya dönük araştırma projeleri ve eğitim programları sunması ve böylece devletin kıstığı kaynağı kendisinin yaratması uygulamaları da yaygınlaştı. Türkiye'deki mevcut durum, dünyadaki işleyişten çok az noktada farklılaşmakta, genel işleyiş olarak çok farklılaşmamaktadır. Tasarı, üniversitelerin "piyasaya açılmalarının", daha doğru bir ifadeyle "girişimci üniversite" olabilmenin önündeki her türlü engeli kaldırmaktadır.
Dünyada yükseköğretim finansmanı konusunda çeşitlilik bulunmaktadır. Birçok Avrupa ülkesinde, örneğin Danimarka, Yunanistan, Lüksemburg, Avusturya, Finlandiya, İsveç, Norveç ve iki eyalet dışında Almanya'da öğrenim harçlarının olmadığı OECD dokümanlarında (örneğin Les Chiffres Cles De L'education en Europe, 1999-2000'da) yer almaktadır. Ülkelerin bir kısmında, yalnızca öğrenci okula girerken kayıt parası alınmaktadır. Üstelik bu ülkelerdeki gelir dağılımı, TÜSİAD'ın 2000 yılı raporundan da kolayca görülebileceği gibi, Türkiye'deki gelir dağılımından çok daha adildir(3). Öğrenci harçları, ülkedeki gelir dağılımına bağlı olarak, yükseköğretimden yararlanma açısından büyük eşitsizlikler yaratmaktadır. Türkiye'deki yükseköğrenim öğrencilerinin ailelerinin ekonomik ve sosyal nitelikleri YÖK'ün 1997 yılında yaptırdığı "Üniversite Öğrencileri Aile Gelirleri, Eğitim Harcamaları, Mali Yardım ve îş Beklentileri" araştırmasıyla belirlenmiştir. Devlet üniversiteleri ile vakıf üniversiteleri arasındaki farklar buradan izlenebilir.
Kaldı ki, yükseköğretimde yıllardır piyasaya yönelik işleyişin olduğu ülkelerin bilim insanları, üniversitelerin piyasaya yönelik hizmetlerle kaynak yaratmaya yönelmelerinin onların bilimsel bilgi üretme sürecine zarar verdiği, "piyasa güdümlü" bir işleyişin meydana geldiği yönünde ciddi eleştiriler yöneltmektedirler (6)(7). Aynı yazarlarca, piyasaya yönelik araştırma çalışmalarının, üniversiteyi akademik işleyişten uzaklaştırdığı, piyasanın güdümünde ticari bilgi üretmeye yönelttiği ve bunun sonucunda da daha otoriter bir yönetsel yapıya sahip kurumlar haline getirdiği ileri sürülmektedir.
Yükseköğretim Yasasına Eklenmek İstenen veya Değiştirilmek İstenen Maddelere İlişkin Görüşler
Yükseköğretim Kanunu'nda yapılmak istenen değişiklikler genel olarak değerlendirildiğinde, "girişimci üniversite" anlayışının egemen olduğu görülmektedir. Üniversiteler, bir yandan araştırma ve öğretim gibi hizmetleri satan, diğer yandan da "tüketici kredileri" mekanizmasıyla (öğrenim ve katkı payı kredileri) ürettiği hizmetlerin pazarlanmasını sağlayan bir işletme olarak ele alınmış. Teslim etmek gerekir ki, hazırlayanlar gerçekten iyi bir girişimci bakış açısına sahipler ve piyasa işleyişinin "nimetlerine" yürekten inanmıyorlar. Aslında, tümüyle reddedilmesi gereken bir metnin içinde yer alan maddelere tek tek itiraz etmek anlamlı değil. Fakat, yine de "girişimci üniversite"nin bazı bileşenleri üzerinde durmak gerekli görülmüştür.
1. İşletme Hesabı
Tasarının dördüncü maddesi, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasasının 58. Maddesini başlığı ile birlikte değiştirmektedir. Bu değişikliğe göre, "Üniversite ve yüksek teknoloji enstitülerinde rektörlüğe bağlı bir işletme hesabı" kurulacaktır. Bu hesabının gelirleri, her yıl bütçeden ayrılan bir ödenek dışında, öğrencilerin ödeyeceği "katkı payları ve her türlü ücretler"den, "gerçek ve tüzel kişilerce yapılan bağış ve yardımlar, kar payları, faizler ve diğer nemalandırma gelirleri"ne kadar, her türlü fiziksel ve entelektüel varlığım satarak ve kiralayarak elde edebileceği tüm gelirlerden oluşmaktadır.
Bu paralar nereye harcanacak? Bilinen yatırım ve tüketim harcamaları ve ayrıntı olarak sayılmış olan "ulusal ve uluslararası çerçevede yürütülen kapsamlı ve çok ortaklı araştırma ve geliştirme projeleri" gibi üniversitenin zaten yapması gereken (şimdiye dek nadiren rastlansa da) harcamalar dışında kalan, bu tasarıyla gündeme getirilen giderlerden bazıları üzerinde durmakta yarar var:
* Kısmi zamanlı olarak istihdam edilecek öğrencilere ödenecek ücretler. Tasarıda, öğrencilerin ücret karşılığı üniversitede istihdam edilmesi yer alıyor. îlk bakışta, gelir düzeyi düşük olan ailelerden gelen öğrenciler veya ihtiyaç duyan öğrencilerin "üniversite işletmesi"nde kısmi zamanlı olarak istihdam edilmesinin olumlu algılanması mümkün görünmektedir. Fakat üniversitenin bir işletme olarak düşünülmesi kabul edilir bir durum değildir. Kaldı ki, böyle bir uygulamanın öğrencileri rol çatışmasına düşürebileceği unutulmamalıdır. Çünkü, okulda öğrenciden beklenen öğrenci-öğretmen diyaloğunu geliştirebilmesi iken, böyle bir uygulama ile aynı zamanda işçi-işveren ilişkisini de kurması gerekecektir. Bunun öğrenciler açısından getirebileceği pedagojik sakıncalar dikkate alınmalıdır.
Ayrıca, üniversitelerin, "ihtiyacı olan öğrencilere gelir yaratmak" görünümü altında birçok hizmeti "ucuz ve güvencesiz" emek gücü kullanarak yapmak istemesi kabul edilir bir durum değildir.
* İşletme hesabı kadro ve pozisyonlarında tam ve kısmi zamanlı olarak istihdam edilen personelin giderleri ile araştırma profesörü olarak görev yapanlara yapılacak ücret ve benzeri ödemeler. îşletmelerin veya diğer kuruluşların, üniversiteden talep ettikleri "hizmetlerle" ilgili olarak, personel ve "araştırma profesörü" istihdam etmek üzere ödeme yapmasının, çalıştırılacak olanların kim olacağının belirlenmesinden çalıştırmayı yönlendirmeye dek, bu etkinliği önemli ölçüde etkileyebileceği tahmin edilebilir. Bu, 1996'daki taslakta, "özel statülü profesörlük" olarak adlandırılmış olan durumdur. Böyle bir uygulama, hem eğitim kadrosunda eşitsizliklere yol açacak, hem de disiplinler arasında çatışma yaratabilecektir. Ayrıca bazı disiplinlerin, üniversite yönetiminde etkili olmalarını da getirecektir. Bugün üniversitelerin bünyesindeki tıp fakülteleri ve hatta bazılarında mühendislik fakülteleri için belirtilen sakıncalar yaşanmaktadır.
*İşletme hesabında toplanacak kaynağın, personele (büyük ölçüde de öğretim üyelerine) ödül ve/veya "durumlarını iyileştirmek üzere" dağıtımı ile ilgili ölçütlerin belirlenmesi üniversite yönetimlerine bırakılmıştır. Bir başka deyişle, bu anlamdaki kaynak dağıtımı, rektörlerin ve üniversite yönetim kurumlarının konuya yaklaşımı ve adalet anlayışlarıyla gerçekleştirilecektir.
Tasarıda, "eğitim-öğretim ve araştırma faaliyetlerinin verimliliğini artırmak ve yatırımları hızlandırmak amacıyla", yönetim kurulu kararıyla, işletme hesabından ilgili bütçe tertiplerine ödenek eklenebileceği yer almıştır. Bu meblağın Maliye Bakanlığı'nca, ilgili üniversite bütçesine, bir yandan özel gelir, diğer yandan mevcut veya yeni açılacak tertiplere özel ödenek kaydolunacağı da belirtiliyor. Ancak, yıl içinde harcanmayan meblağın, sonraki yıla devredilmesi Maliye Bakanlığı'nın yetkisinde. Bu işleyiş, üniversitelerin, devlet bütçesine kaynak aktarma aracı olarak kullanılmasına yol açabilir gibi görünmektedir.
2. "Cari Hizmet Giderlerine Katkı Payı" 2547 sayılı yasanın 46. Maddesi değiştirilerek, o yasadaki "cari hizmet ödenekleri" gibi yanlış bir ifade yerine, en azından açıklayıcı bir ifade olan "cari hizmet giderlerine katkı payı" kullanılmış. Bu, öğrencinin, kendisine gelecekte parasal kazanç getireceği varsayılan bir "hizmeti", "üniversite işletmesi"nden satın alırken, kısmen de olsa (bilindiği gibi, aslında fiyat, maliyet + kar'dır), "hizmetin fiyatını ödemesi" anlamına geliyor.
YÖK'ün her yıl, öğrenci başına düşen cari hizmet bütçe ödeneğini, her bir program için belirlemesi öngörülmüş. Bütçeden üniversitelerin cari harcamaları için ayrılan parasal değerden yola çıkarak, YÖK'ün programların niteliklerini, sürelerini ve yükseköğretim kurumlarının özelliklerini dikkate alarak, bu fiyatın hesaplanmasına temel oluşturacak birim maliyeti belirlemesi gerekmektedir. Her yükseköğretim kurumunun yönetim kurulu ise, kendi kurumundaki her bir program için öğrencinin ödeyeceği fiyatı belirleyecektir.
Yönetim kurullarının programların fiyatlarını hangi ölçütlere göre belirleyecekleri belli değil ve fiyat belirleme görevinin yönetim kurullarına bırakılması kendi içinde sakıncalı sonuçlar verebilir. Tasarıda, normal öğretim sürelerinde mezun olamayan öğrencilerin ödeyecekleri katkı paylarının birinci yıl için %50, daha sonraki yıllar için % 100 fazlasıyla alınması öngörülüyor. Ayrıca katkı payını ödemeyen öğrencilerin kayıtlarının yapılmayacağı ve yenilenmeyeceği hükme bağlanmıştır. Bu konuda hazırlık sınıfı öğrencileri ve yabancı dil geliştirme programındaki öğrenciler hariç tutulmuş, ama diğer öğrenciler için hiçbir istisna (hastalık, kaza ya da ailesel sorunlar vb.) getirilmemiştir. Türkiye yükseköğretiminde ortalama mezuniyet süresine ilişkin istatistiksel bir bilgi bulunmamakla birlikt