"Oğlunuzu/kardeşinizi/sevgilinizi bu şartlarda askere göndermek ister misiniz?"
Karaköy'deyim, kadınların çoğu cevap vermek istemiyor.
İnsanlar bu kadar kritik konularda o kadar kolay konuşamıyorlar, çekiniyor, korkuyorlar. Birine soruyorum.
"Televizyon izlemiyorum, gazete okumuyorum, ilgilenmiyorum. Ben balık almaya geldim" diyor ve yürüyor.
"Kim çocuğunu ölüme göndermek ister?"
Bir kadın ismini vermiyor, konuşuyor:
"Üç oğlum var. Biri askerliğini yaptı. Ama üçü de 'çağırsınlar hemen gidelim' diyorlar. Tabi ki çocuklarımı askere gönderirim. Vatan sağ olsun."
Bir anda yanımızdan geçmekte olan Emel Oral, benim yerime geçip soruları soruyor.
"Ne zaman askerlik yaptı oğlun? Nerede yaptı? Nasıl yaptı? İyi mi geçti peki? Uzun dönem mi kısa dönem mi?"
Diğeri cevap veriyor: "Hem Tunceli, hem uzun dönem"
İkisi artık beni unuttular ve konuşmaya başlıyorlar.
Oğlunun da Ankara'da görece rahat bir askerlik geçirdiğini söyleyen Oral "Ama ben bu şartlarda oğlumu askere göndermem" deyip sormaya devam ediyor: "Senin oğlun Tunceli'de askerlik yaptıktan sonra nasıl bir ruh halindeydi? Göndermeden önceki oğlun muydu?"
- Yanında arkadaşı ölmüş. Normal olur mu? Geceleri en ufak bir 'çıt' sesinde uykusundan fırlıyordu. Çok etkilenmişti. Uzun süre ruhsal durumu iyi değildi.
- Sahi bizim hiç haberimiz yok çocukların nerede görev yaptığından. Karakol denilen yerde hayvan durmaz, diyelim karakol böyle. Bir kule de olmaz mı yakınlarda çevreyi izleyen, saldırıyı sezecek, bunlara haber verecek. Boş mu oralar hep?
Diğeri başıyla onaylıyor.
- Peki siyasilerden kimin oğlunun aynı şartlarda asker olmasını isterdin? Benim aklıma ilk gelen Recep Tayyip Erdoğan.
Sonra da bana dönüyor: "Kim çocuğunu ölüme göndermek ister?"
İkisi konuşurken meraklılar çoğalıyor. Aralarından bir erkek lafı kapıyor: "Ben size daha mantıklı cevap vereyim."
Nedense erkekler kendilerinin daha mantıklı olduğunu sanıyorlar. Esasen sorumu kadınlara soruyorum ama bu iki kadından daha mantıklı olduğunu iddia ettiği için düşüncesini de dinlemek istiyorum.
"Daha mantıklı bir önerim var: Adamakıllı savaş olsun"
Şimdi hep birlikte diş teknisyeni Hüseyin İnal'ın 'mantıklı önerisi'ni dinliyoruz:
"62/1 tertip Erzurum, Aşkale'de yaptım askerliğimi. Lojistik bilirim. Öyle 'karakolun yeri değişsin, askere çocuk göndermeyelim' falanla olmaz. Düşman belli, hedef belli. Ortada savaş yok, askerlerimiz ölüyor. 'Adamakıllı savaş olsun' o zaman. Dedim ya, hedef belli, yapılacak tek şey var. Başka hiçbir şey çözüm değil."
Edirnekapı'da mezar taşlarında konuşan kadınlar
Bu kez Edirnekapı Şehitliği'ndeyim. Yol, mezarlığı ikiye ayırmış. Benim gittiğim öğle saatinde pek ziyaretçi yok. Gördüğüm kadınlardan birine yaklaşıp selam veriyorum. Yakını kaybetmemiş, 'Allah'ın dostlarını' ziyarete gelmiş. Aşağıdaki tekkeden bahsediyor galiba. Buraya gelmişken diğer mezarlara da bakmak istemiş, sık sık gelirmiş.
Mezarlıkta İki kadın daha var.
Biri taşa bakıyor, otları yoluyor, mezarın başında dalgın dalgın duruyor. Yanına yaklaştığımda kafasını sallıyor, "olmaz" diye...
Diğer kadın konuşuyor: "Her hafta gelirim buraya. Huzur buluyorum. Burada yatanlar, ölümden sonra Allah katında en yüksek makamdalar. Onlar için gurur duyuyorum. Geride kalanları için acı zaten."
Beni Mehmet Akif Ersoy'un mezarına ısrarla götürüyor. Dua ediyor. Polis, deniz, hava, kara kuvvetlerinden ölenlerin mezarlarını ziyaret ediyoruz.
Mezar taşlarına takılıyorum.
Çoğu ölümü kutsuyor. "Vatan, millet, şehadet, toprak, şehit, namus" gibi kelimelerin geçtiği bu metinlerin altlarındaki imzalar genellikle "baban" diye bitiyor.
"Ben yar kendimi bildim bileli bir sana aşık sana deli/ Seninle açtim bu gözleri seninle kaparım ancak"
Bu sözler Rafet El Roman şarkısının sözleri. Altında "eşin Yasemen" ve "Hep kalbimdesin" notuyla "kızın Ezgi" imzası var.
Bir başka mezar taşına bakıyorum. "Kızından ve yiğenlerinden" imzasıyla:
"Yılmaz seni bağırabilmek seni/ dipsiz kuyulara/ akan yıldıza/ bir okyanusun dalgasına."
Ahmed Arif'in şiiri; sığmamış taşa, içimden tamamlıyorum: "Düşmüş bir kibrit çöpüne..." (EZÖ)