Lund Üniversitesi bünyesinde Mart 2020'den beri yürütülmekte olan Turkey Beyond Borders: Critical Voices, New Perspectives (Sınırların Ötesinde Türkiye: Eleştirel Sesler, Yeni Perspektifler) 2.0 projesi, 2024 yılında da devam ediyor.
İsveç Enstitüsü Creative Force fonu ve IPS İletişim Vakfı/bianet işbirliği ile gerçekleşen ve yürütücülüğünü Lund Üniversitesi ve İsveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nden Pınar Dinç'in üstlendiği proje, akademisyenlerin sivil-asker ilişkileri, cinsiyet politikaları, çevresel bozulma, Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi konular üzerindeki bilgilerini ve uzmanlıklarını özgürce paylaşabilecekleri bir platform olmayı amaçlıyor.
Turkey Beyond Borders 2.0'ın 30 Eylül 2023’te yayımlanan vodcastinin konuğu, “On Yıl Sonra Gezi’yi Hatırlamak: Direniş, Hafıza ve Gelecek Mücadelelerin İmkânı” başlıklı semineriyle Dr. Çiğdem Çıdam'dı.
Seminerinde 2013'teki Gezi Direnişi'ni ve sonrasında yaşanan gelişmeleri, Gezi Davası'nı anlatan Dr. Çıdam ile direnişin günümüze olan yansımalarını konuştuk.
Gezi Direnişi'nin, "AKP hegemonyasının asla yara almayacak kadar sağlam olduğu inancını" temelinden sarstığını belirten Dr. Çıdam, "10 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen AKP hala Gezi’yi kendisine büyük bir tehdit olarak görüyor" dedi.
SINIRLARIN ÖTESİNDE TÜRKİYE-5/VODCAST
“On Yıl Sonra Gezi’yi Hatırlamak: Direniş, Hafıza ve Gelecek Mücadelelerin İmkânı
“Gezi eylemleri büyük bir kırılma noktası”
İlk olarak “On Yıl Sonra Gezi’yi Hatırlamak: Direniş, Hafıza ve Gelecek Mücadelelerin İmkânı” adlı seminerinizi sormak istiyorum. Gezi'yi hatırlamak neden önemli?
Seminerde de belirtmeye çalıştığım gibi Gezi eylemleri AKP rejimi açısından büyük bir kırılma noktasıydı. O zamana kadar rejim kendisini devlet içinde kemikleşmiş elitlerin erki karşısında gücünü ve meşruiyetini halktan alan demokratik bir hareket olarak tanımlıyordu.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en geniş katılımlı, en uzun süreli sokak eylemleri olarak tanımlayabileceğimiz Gezi protestoları ve hükümetin bu demokratik hak arama çabasına verdiği sert ve baskıcı tepki rejimin kendi çizdiği halkçı/demokratik imajı zedelemekle kalmadı, aynı zamanda AKP hegemonyasının asla yara almayacak kadar sağlam olduğu inancını da temelinden sarstı.
İşte bu nedenle, gittikçe otoriterleşen AKP rejimi olayların üstünden geçen 10 yılı aşkın bir süreye rağmen, hala Gezi’yi kendisine büyük bir tehdit olarak görüyor. Bu tehdidi bertaraf etmeninin yolunu ise tarihi yeniden yazmakta buluyor. Son on senedir AKP rejiminin her koldan Gezi protestolarını kendiliğinden bir halk ayaklanması olmaktan çıkarıp dış güçlerin tezgahladığı bir komploymuş gibi sunmaya çabalamasını bu çerçevede anlayabiliriz. Bu sistematik çabanın en önemli halkasını da Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Hakan Altınay, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Mine Özerden ve Çiğdem Mater’in "hükümeti ortadan kaldırmaya" teşebbüsten mahkûm edilmesi oluşturuyor diyebiliriz.
ERDOĞAN'IN İSTEDİĞİ OLDU
Yargıtay onadı: Kavala'ya müebbet, Atalay, Mater, Kahraman ve Özerden'e 18 yıl ağır hapis
Gezi’nin bir avuç insan tarafından örgütlendiği savına dayanan ve hukukiliği son derece tartışılır olan bu mahkûmiyet kararı ile rejim bir yandan Gezi’nin demokratik potansiyelini kontrol altına almaya çalışırken bir yandan da ülkede süregiden otoriter dönüşümün karşısına çıkabilecek anlamlı her tür muhalefete bir gözdağı veriyor.
Bu noktada Gezi’nin kendiliğinden gelişen, demokratik talepleri dile getiren, binlerce insanın sokaklara çıkıp anayasal protesto haklarını kullandıkları bir halk hareketi olduğunu tekrar tekrar vurgulamamız ve yaşadıklarımızı hatırlamamız, hatırladıklarımızı her fırsatta dile getirmemiz hem önemli bir siyasi duruş hem de demokratik bir toplum arzusu olan herkes için bir görev diye düşünüyorum.
“Protestolar gökten zembille inmedi”
Ardından geçen bunca zamandan sonra Gezi aslında halk için bir hayale dönmeye başladı. Siz de seminerde hafızamızın silinmeye çalışıldığından bahsediyorsunuz. Bazen insanlardan şu tarz sözler duyuyorum: "Gezi'de bir şeyler olmadıysa artık olmaz", "Gezi gibisi yeniden yaşanmaz." Siz insanlardaki bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada üzerinde durmamız gereken iki konu var. Birincisi olanları nasıl hatırladığımızla ilgili. Gezi’yi destekleyen birçok yorumcu olayları aniden gelişen, beklenmeyen bir toplumsal patlama imgelemi ile anlattı. Bu imgenin problemli olduğunu ve bu tür protesto hareketlerini mümkün kılan toplumsal oluşumları ve eylemlilikleri görmemizi engellediğini düşünüyorum.
Bu oluşumları göz ardı ettiğimizde ise olanları olağandışı, hatta mucizevi olarak görmemiz kaçınılmaz. Gezi protestolarının pek çoğumuz için ansızın ortaya çıkmış gibi göründüğüne kuşku yoksa da yaygın kalıbın öne sürdüğünün aksine protestolar gökten zembille inmedi. Yeni direniş biçimlerinin varlık koşullarını değiştiren ve Gezi’de binlerce insanın kendiliğinden hareketini mümkün kılan şey önceki siyasi mücadelelerin bir dizi yeni siyasi alışkanlıklar yaratmış olmasıydı.
Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum çünkü 'kendiliğinden' demek anlık, birdenbire vuku bulan demek değildir, kendi iradesiyle hareket etmek demektir. Gezi’yi mümkün kılan birçok toplumsal oluşumun var olan deneyim ve pratikleriydi.
Sadece birkaç örnek vermek gerekirse; Gezi'den önceki yıllarda, çevreci aktivistler birçoğu Gezi'deki protestocular tarafından sahiplenilen bir dizi farklı direniş pratiği geliştirmişlerdi. Bu pratikler arasında çadır kampları kurmak, inşaat makinelerini durdurmak için insan zincirleri oluşturmak ve daha önce özelleştirilen alanları yeniden ortak kullanıma açmak da yer alıyordu.
Benzer şekilde, hükümetçe başlatılan ve İstanbul'da binlerce insanı yerinden eden neoliberal kentsel dönüşüm projeleri, Gezi’den önce de sık sık protesto gösterileri düzenleyen çok sayıda taban hareketinin ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Son olarak hem kadın hakları hareketi hem de LGBTQ örgütleri özellikle 2010'ların başından bu yana artan baskılara karşı hem katılımcı ve destekçi sayılarını artrırmış hem de muhalif faaliyetlerini yoğunlaştırarak daha da görünür hale gelmişlerdi. Bu hali hazırda var olan siyasal birikim ve alışkanlıklar sayesinde 31 Mayıs 2013’ün erken saatlerinde bir avuç aktivistin parktan şiddet kullanılarak çıkarılmasına cevaben binlerce insan kendi iradeleriyle ve beklenmedik bir hız ve dayanışma ile eyleme geçebildi.
Başka bir deyişle Gezi bize süre gelen eylemliliğin önemini, farklı ve normalde ortak paydası yok gibi görünen grupların arasında dayanışmanın mümkün olabileceğini ve bir araya geldiğimizde olmaz dediğimiz şeyleri gerçekleştirebileceğimizi gösterdi.
“AKP, Gezi’yi toplumsal hafızamızdan silmeye çalışıyor”
Bu anlamda Gezi mucizevi, asla bir benzeri mümkün olmayacak bir deneyimdense her zaman gerçekleşebilecek bir olasılığın varlığını hatırlatan bir kanıt. Tam da bu yüzden AKP rejimi Gezi’yi toplumsal hafızamızdan silmek için bu kadar çaba harcıyor ve yine bu sebeple toplumsal muhalefetinin alanını gittikçe daha da sınırlandırıyor.
İkinci konu işte bu iyice daraltılan eleştirel alanın siyasal eylemliliğin üzerindeki etkisi. Bugün Gezi döneminden çok daha baskıcı bir dönemde yaşadığımız gerçeği yadsınamaz. Rejim yasal protesto hakkının kullanımını son derece kısıtlamakla kalmadı, sokakta eylem yapmanın meşruiyetini de sorgulanır hale getirdi -tabii bu meşruiyetsizleştirme denemesinde özellikle ana muhalefet partisinin demokrasiyi sadece seçime indirgeyen hatalı siyasetinin de oynadığı rolü göz ardı edemeyiz. 14 Ocak’ta Tandoğan Meydanı'nda yapılması planlanan mitingin CHP tarafından “şehitlerimizin yasını tutacağız” ifadesi ile iptal edilmesini de bu çerçevede ele almamız gerek; demokratik rejimlerde bu tür mitingler halka, bir araya gelerek, hem ortak kayıplarının yasını tutabilecekleri hem de bu kayıpların sorumlularından hesap sorabilecekleri bir kamusal birliktelik imkanı sunarlar oysa ki.
Böyle bir ortamda, insanların anayasal protesto hakları aktif olarak engellenirken, toplumsal eylemliliğin sürdürülmesi gerçekten de son derece zor. Yine de Türkiye’de artık kolay kolay silinemeyecek bir protesto kültürü olduğu da son derece açık.
Yoksa tüm baskılara rağmen hala sokakları dolduran kadın hareketini, anayasal protesto haklarını kullandıkları halde her fırsatta polis şiddeti ile eylemleri durdurulan LGBTQ örgütlerinin kararlı duruşlarını, Akbelen halkının yıllar süren mücadelesini, Anaysa Mahkemesi kararı yok sayılarak Galatasaray Meydanı'na çıkmalarına izin verilmeyen Cumartesi Anneleri'nin ısrarlı ve sonuç veren eylemlerini, ya da üç seneyi aşkın bir süredir devam eden Boğaziçi Üniversitesi direnişini anlamlandırmamız mümkün değil.
İşte her türlü baskı ve göz dağına rağmen varlığını devam ettiren bu inatçı, boyun eğmeyen, vazgeçmeyen toplumsal muhalefet sayesinde ümitsizliğe yer olmadığını ve Gezi’nin gelecek demokratik mücadeleler için çok önemli bir esin kaynağı olarak ortak hafızamızda varlığını sürdürdüğünü düşünüyorum.
GEZİ DİRENİŞİ 10. YILINDA
“Karanlık gider, Gezi kalır”
“Muhalefet için ortak referans noktası”
Seminerinizde Gezi'nin itibarına her fırsatta saldırıldığından bahsediyorsunuz, bu saldırıların etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda 'Gelecek Mücadelelerin İmkânı' da etkileniyor aslında. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hiç kuşkusuz ki AKP rejimi elindeki her türlü imkânı kullanarak her fırsatta Gezi’yi bir halk hareketinden çıkarıp dış güçler tarafından tasarlanmış, bir avuç insan tarafından organize edilmiş, anayasal rejime karşı ve hükümeti devirmeye yönelik yasadışı bir “darbe” girişimi olarak göstermeye çalışıyor.
Gezi Davası ve hukuksuz süreçte çıkan mahkûmiyet kararları, daha önce de belirttiğim gibi, bu fantastik anlatının en önemli yapı taşlarını oluşturuyorlar. Bu resmi anlatının toplumun belli kesimlerinde kabul görmesi çok da şaşırtıcı değil. Asıl şaşırtıcı olan rejimin elindeki tüm propaganda aygıtlarını harekete geçirmesine rağmen şu zamana kadar Gezi’nin bir demokratik halk hareketi olduğunu hala kolektif hafızamızdan silememiş olması. Bu da yine ancak toplumsal muhalefetin inatçı mücadelesiyle açıklanabilecek bir durum.
Gezi, rejimin tüm çabasına karşın, hala bir esin kaynağı olmanın da ötesinde toplumsal muhalefet için de bir ortak referans noktası haline gelmiş durumda. Bu yüzden de Gezi’nin nasıl hatırlanacağı üzerine ortaya konan siyasi mücadele hiç şüphesiz daha uzun yıllar sürecek.
Bu mücadelenin sadece dün ve bugün için değil geleceğimiz için de çok önemli olduğunu düşünüyorum çünkü Gezi’yi nasıl hatırlayacağımız, demokratik, çoğulcu, insan haklarına saygılı bir toplum kurma hayalimizi sürdürüp sürdüremeyeceğimiz sorusuna nasıl bir cevap vereceğimizi belirleyen unsurlardan biri olacak aynı zamanda.
Emek ve demokrasi güçleri: "Gezi onurumuzdur"
“Can Atalay kararı hukusuzluğun vardığı son nokta”
Gezi'den on yıl sonra bugün Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay'ın Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen halen tutuklu olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen hala tutuklu olması dava sürecinde yaşanan onlarca hukusuzluğun vardığı son nokta. Bunun da ötesinde anayasal güvencelerimizin tamamen hiçe sayıldığı bir rejimin inşasının artık tamamlandığını ilan eden bir durum.
Buralara birdenbire gelmediğimiz de açık. Aslına bakarsanız Gezi’nin çıkış noktası da yürütme organının var olan mahkeme kararlarını hiçe sayarak hareket etmesine, yani hukuksuzluğa karşı verilen bir tepkiydi. Eylemciler mahkemenin durdurma kararına rağmen parkın yıkılmaya çalışılmasına dur demişlerdi.
Can Atalay için AYM'ye üçüncü başvuru
O günden bu yana rejimin hukuku hiçe sayan uygulamaları artarak devam etse de, bu uygulamalara karşı ayakta durmaya ve eşit vatandaşlık haklarını savunmaya çalışan çok önemli bir toplumsal muhalefet hala var; hükümetin İstanbul Sözleşmesi'nden çıkma kararına karşı kadın hareketinin verdiği mücadele, Akbelen’deki direniş, LGBTQ gruplarının yasadışı engellemelere karşı verdikleri hukuk mücadelesi buna sadece birkaç örnek.
Aynı şeyi birçok muhalefet partisi için söylememiz ne yazık ki mümkün değil. Hem Osman Kavala’nın hem de Selahattin Demirtaş’ın davalarında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamayı reddeden yasama ve yürütme erklerine doğru dürüst tepki veremeyen --DEM Parti ve öncüllerini bir kenara koyarsak- muhalefet partilerinin bugün gelinen bu noktada rolü büyük.
Yine de içinde bulunduğumuz durumun rejimin içindeki bir kırılmayı da göstermesi açısından çok önemli olduğunu ve Meclis’te yer alan ve kendini muhalif olarak tanımlayan bütün partilerin üstüne büyük bir görev düştüğünü düşünüyorum.
Bir başka deyişle muhalefet partiler ya rejimin Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik bir anayasal hukuk devleti olma iddiasından tamamen vazgeçmesine izin verecekler, ya da hali hazırda var olan, Gezi’den bu yana tüm baskılara rağmen vazgeçmeyen toplumsal muhalefetten ders alıp, onarlarla birlikte hukuksuzluğa ve anayasal düzenin yok edilmesine dur diyecekler. Ümit ediyorum ki başta ana muhalefet partisi olmak üzere tüm muhalefet partileri üzerlerine düşen bu büyük görevi hakkıyla yerine getirirler.
(AD)