Bu yılın yaz döneminde yayınlanan BUT'de kanserli hastaların tedavileri sırasında kullandıkları iki farklı ilaçtan birisinin kapsam dışına çıkarıldığı açıklandı.
Sanırım kanser önemli bir hastalık olduğu için bu düzenlemeye ilişkin haber medyada kendisine bolca yer buldu ve önemli bir tartışma başladı.
Bu talimat yazılırken prensip olarak, Maliye Bakanlığı bir "danışma kurulu"ndan görüş alıyor.
Söz konusu kurul genellikle Sağlık Bakanlığı'nın önerisiyle oluşuyor ve çoğu hekimlerden ve tıp akademisyenlerinden meydana geliyor.
Çıkan haberlerde cevaplanması gereken sorular yoktu
Bu ilacın neden kapsam dışına çıkarıldığı konusunda konudan söz eden yayın organlarında "aydınlatıcı" bir ifade olmaksızın konu kamuoyunun dikkatine sunuldu.
Daha önce kapsam içinde olan bu ilaç "neden" kapsam dışına çıkarılmıştı? Bu soru ve bu sorunun "makul ve mantıklı" bir yanıtı yayınlarda yer almıyordu.
Yoksa ilaç gereksiz miydi? Ya da çok az kişinin kullandığı önemsiz bir ilaç mıydı?
Piyasası, toplam maliyeti, firmanın kazanç kaybı, ilacın bedeli doğrudan ödenmesi halinde firmanın kazancı neydi?
Bu ilaç kullanılmadığı zaman hastalar "mağdur" olacaklar mıydı?
Yerine başka bir ilacı koymak ve aynı etkiyi elde etmek mümkün müydü? Değilse bundan zarar görecek kişilerin kaybının sorumlusu kim olacaktı?
Bazı köşe yazarlarının da dahil olduğu ve ağırlıkla hükümetin ve Sağlık Bakanlığı'nın uygulamalarına karşı çıkan hekim ve diğer sağlık çalışanlarının meslek ve sendikal örgütleri bu tartışmanın bir tarafını oluşturuyorlardı.
Ama bu "görüş bildirmeler ve tepkiler" sırasında da bu soruların yanıtları verilmiyordu.
İlacın bedava dağıtılacağı açıklanınca da değişen bir şey olmadı
Aradan birkaç gün geçti geçmedi, söz konusu ilacı üreten firma, bu ilaçla tedavisini sürdüren kişilere, artık kapsam dışında olan ilacı "karşılıksız" yani "bedava" vereceğini ilan etti.
Bu da yine medyada kendisine geniş yer bulan bir haber oldu.
Söz konusu firmanın Sağlık Bakanlığı ve SSK'yle ilgili "devletin maddi kaybının söz konusu olduğu bir ilişki nedeniyle" açılmış bir dava sürerken, medya söz konusu ilaç firmasından ilacı kapsam dışına çıkarılan, ama buna karşılık firmanın vatandaşın ve hastaların sağlığını düşünerek ilaçlarını bedava dağıtan bir "insancıl" kurum olduğunu duyuruyor, belki de "gizli bir reklam" faaliyeti yürütüyordu.
Gizli reklam mı?
Bu haberlerde de yeterli bilgi yoktu:
Firma neden bu kararı almıştı. Ne kadar ilaç dağıtacaktı? Bu bedeli nereden ve nasıl ödeyecekti? İlaç nasıl dağıtılacak, hastaya hangi yolla ulaştırılacaktı?
Burada firmanın hastalarla ilgili bilgilenmesi, onlarla yüz yüze gelmesi söz konusu olacak mıydı?
Bu bilgiye erişmeleri kimin aracılığıyla veya eliyle sağlanacaktı? Bu önemli bir "hasta hakkı" olan "gizlilik ve mahremiyet hakkı"yla çelişmiyor muydu?
Derken söz konusu firmanın üst düzeyinden bir açıklama yapıldı ve bu da medyada kendisine yer buldu.
Firma kendisinin değil, halkının ve hastaların çıkarını ne kadar düşündüğünü kanıtlamak için de Sağlık Bakanlığı'na "karşılıksız bir ödeme" yapmaya karar vermişti.
1,4 Milyon Avroluk bu ödeme, Sağlık Bakanlığı'nın açılan davada gündeme getirdiği, "kamusal zarar"a karşılık firma tarafından ödeniyordu.
Bu da medyada "derin yankı" buldu ve "firmadan bolca söz edildi".
Sonrasında söz konusu "danışma kurulu"nun bir daha toplandığı ve söz konusu ilacı yeniden "kapsam içine" aldığı öğrenildi.
Tabii yine medyada yoğun bir "haber trafiği" yaşandı.
Firmanın devletle ilişkisinin ilaçla hasta ilişkisine etkisi
Açıktan kamuoyuna yansıtılmasa da, olay, firmanın yol açtığı, kamunun zarara uğratıldığı ihale nedeniyle yaşanmıştı.
Önce firmanın "burnu sürtülmüş" sonra tam bir teslimiyet yaşanınca ve firma "tövbe" edip günahlarından arınınca, yeniden "kabul görmeye" başlanmıştı.
Olayın hangi hastalık, hangi ilaç, hangi firma ve ne olduğunun, bana göre aslında hiç önemi yok.
Hemen her gün benzer bir çok örnek yaşanıyor:
Bugünlerde başka bir firma, kârı ve kazancı az olan ilacını artık piyasaya vermeyeceğine dair bir kararını hekim kamuoyuna iletti; söz konusu karara karşı çıkan bir uzmanlık derneği de bunun yanlışlığını ortaya koyan bir "basın açıklaması" yaptı.
Yine bugünlerde bir "ithal ilaç" ülkede bulun(a)madığı için "gencecik insanlar" yaşamlarından oluyorlar.
Sağlıkla ilgili gerçekçi habercilik anlayışı yok
Ama bunlarla ilgili haberler ve arkalarındaki gerçeği açığa çıkaran bir "gazetecilik ve habercilik" faaliyeti yok.
Tüm bunlar "hep daha çok kâr" peşinde koşan "kapitalizm"in sıradan "oyun"ları. Ama bu oyunlar, "komik" değil.
Her biri bireysel olarak birer drama neden olsa da; olayın büyüklüğü, sıklığı ve yoğunluğu, bundan da öte taraflardan birisinin artık "bitkisel hayat"a girmiş olan "sosyal devlet" olması nedeniyle tam bir "trajedi".
Bu trajediyi ortaya koyma gücünde ise bana göre tek bir yapı var: Adına dördüncü kuvvet denilen medya.
İşte gerçekten toplumun bilgilenme ve haber alma hak ve özgürlüğünden yana olan ve devletin temel "erk ve otorite" alanlarını oluşturan üç ana yapıyı; "yasama, yürütme ve yargı"yı "kamu adına" denetleme" durumunda olan, gerçekten "bağımsız bir medya"mız olsaydı, bu süreci daha başından başlayarak herkes görebilir, anlayabilir ve demokratik tepkisini koyabilirdi.
Gerçekler o kadar derinde değildi. Birkaç doğru soru gerçekleri açığa çıkarabilirdi.
Yaşanan bu olayın nedenlerini, süreci belirleyen mevcut ilişkileri, bilimsel olarak doğrulanmış tıbbi bilgileri de ekleyerek verebilen bir medyamız olsaydı, sanırım her şey çok farklı olurdu, dahası bunları en azından "böyle" yazmak zorunda kalmazdım.
İşte o nedenle yazının başlığını "Doğru kişiye doğru zamanda doğru soru sormak" diye koydum.
Çünkü geçen hafta gerçekleştirdiğimiz İstanbul Uluslararası Bağımsız Medya Forumu'nda çıkan en önemli derslerden birisi de bence buydu.
Kanımca bu dersi iyi öğrenmiş olmak; yalnız daha sağlıklı bir medyaya sahip olmamızı değil, aynı zamanda daha sağlıklı bir sağlık hizmeti ve sağlık ortamına sahip olmamızı da sağlar.(MS/EZÖ)