Her ne kadar o dersi "Siyasette Ordunun Rolü" olarak adlandırsa da, en hatırlanmaya değer ders saatleri, savaştan nasıl kaçılabileceğini öğretmek üzere tasarlanmış uzun saatler süren kriz simülasyon uygulamalarıydı.
Rice, büyük bir sınıfı birkaç bağımsız gruba ayırırdı ve her grup da kendi içinde kilit Washington dış politika görevi konumlarına gelecek şekilde bölünürdü.
Benim grubum da, bir başkan, bir başkan yardımcısı, bir Ulusal Güvenlik Danışmanı, bir Savunma Bakanı, bir CIA Direktörü, Kuvvet Komutanları ve Kongrenin çeşitli üyelerinden oluşmaktaydı. Ben Dışişleri Bakanı idim.
Görevimiz, ortaya çıkan uluslararası bir krizi mümkünse barışçıl yöntemlerle çözmek ve sadece zorunlu kalırsak güç kullanmaktı. Bu size tanıdık geliyor mu?
Profesör Rice'ın simülasyonu öngörülebilir olarak bizi Yugoslavya'da alevlenmesi halinde komşu ülkelere sıçrama tehdidi olan muhtemel bir iç savaşı kontrol almamız için yönlendirmekteydi.
Tüm gruplar aynı sonuca ulaşmaya çalıştı -anlaşmazlığa barışçıl bir çözüm- ama sadece birkaçı bunu başarabildi. Grubun başarısı, amaca yönelik stratejilerine bağlıydı.
Simüle edilmiş uluslararası diplomasinin tehlikeli sularında yol alırken, grubumuz, Profesör Rice'ın Bush Yönetimindeki mesai arkadaşları tarafından göz ardı edildiği izlenimi veren üç önemli ders öğrendi:
Hitabet ile ilgili konular:
Simülasyon sırasında istemeden de olsa Yunan hükümetine onları küçümseyen bir mesaj yollamıştım. Diplomatik görevimizi ancak hemen cömert bir biçimde özür dileyerek kurtarabilmiştim.. Kaza eseri sarf edilen küçümseyici sözcüklerin bile talihsiz sonuçları olabileceği düşünülürse, kasten sarf edilen tahrik edici konuşmaların neden olacağı zararı bir düşünün.
George W. Bush, Birleşik Devletler'in terörizm karşıtı çabalarını "haçlı" sözcüğüyle tanımladığında kasıtlı olmasa da zihinlerde Kutsal Topraklar'ı kafir Müslümanlardan kurtarmak için ilerleyen Hıristiyan Savaşçıların görüntüsünü yaratmış oldu.
Bu tarz ifade biçiminden geri adım atmak yerine Bush, ateşe körükle giderek Irak ile mevcut anlaşmazlığı İncil'e ait terimlerle açıkladı ve sürekli "Hıristiyan Tanrısının" ismini anarak Irak'ı bir şer merkezi olarak adlandırdı.
Bush gerçekte bir "medeniyetler çatışması" başlatmak istiyorsa yaptıkları bu başlamak için iyi bir yöntemdi. Bush'un kendisi dahi, adaylığı sırasında, ikinci başkanlık münazaralarında "Eğer kibirli bir ulussak, diğer uluslar bizi o şekilde göreceklerdir, ama eğer alçak gönüllü bir ulussak , bize saygı duyacaklardır" demiştir. Bu bizi iki numaralı derse götürüyor.
Uluslararası destek için çaba göster:
Simülasyonumuzda en başarılı gruplar, derhal müttefiklerinden ve uluslararası örgütlerden krizin nasıl çözüme kavuşturulacağı konusunda bir konsensüs inşa etmek için başvuranlar oldular.
Benzer şekilde, aday Bush ikinci başkanlık münazaralarında Irak konusunda çok taraflı işbirliği ihtiyacının gerekliliğini vurgularken, "Saddam Hüseyin bir tehlikedir, ve onun üzerinde baskı kurmak için koalisyonu yeniden inşa etmek önemli olacaktır" açıklamasını yapmıştı.
Ancak şu ana kadar Başkan Bush, "ya benim yolum ya da hiç" yaklaşımını benimsemiş görünüyor. Bush yönetimi başından beri Irak'a yönelik ABD politikalarının Avrupalı müttefiklerden ve Birleşmiş Milletler'den (BM) etkilenmeyeceğini beyan etti ve harekata şüpheyle yaklaşan yabancı liderleri korkaklıkla suçladı.
Bush'un 17 Mart ültimatomu sonuç olarak diplomasinin başarısızlığına işaret ediyordu. Bu müzakere değil, zorlamadır. Ancak belki de koalisyon inşasında daha önemli olan üçüncü ders idi.
Güvenilirliği sağlamak:
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde sınıf simülasyonumuzdaki gruplardan politikalarını en açık ve güvenilir argümanlar ile savunmuş olanlar tipik olarak kendileri için en büyük desteği sağladı.
Bush, yine ikinci başkanlık münazarasında, "Ortadoğu için gelecekte güvenilirliğin çok önemli olacağını düşünüyorum" diyerek düşüncelerini dile getirmişti.
Ancak henüz Bush yönetimi uluslararası topluluğa Saddam Hüseyin'in neden kesin bir tehdit teşkil ettiğini ikna edici biçimde açıklayamadı.
Özellikle ABD'nin rejim değişikliği için ısrar etmesi konusunda beyan ettiği iki temel güdüsü yönetimin güvenilirliğini zedeliyor: Irak ve El Kaide arasındaki sözde bağlantılar ve Saddam Rejimin'in insan hakları ihlalleri.
Saddam Hüseyin ile El Kaide arasındaki bağlantıya dair kanıtlar utanç verici biçimde dayanaksız. Usame Bin Ladin, açıkça seküler Saddam Hüseyin ve daha birkaç diğer ülkeyi, özellikle de ABD'nin yakın müttefiki olan Suudi Arabistan'ı küçük gören beyanatlar vermişti.
Suudi Arabistan'ın El Kaide ile ilişkileri Irak'a göre çok daha sıkıdır. Sonuç olarak birçok insan Bush'un, 11 Eylül trajedisini, uzun süredir bilinen Saddam Hüseyin'i devirme arzusunu haklı çıkarmak için kullandığını düşünüyor.
Bush yönetiminin Irak'daki insan hakları ihlalleri için sözde endişeleri de aynı şekilde ikna edici olmaktan uzaktır. Afganistan'da Taliban'ın yıllardır cezalandırılmayı hak eden insan hakları ihlali dosyaları mevcuttur, ancak bu 11 Eylül sonrasına kadar önemli bir mesele haline gelmedi.
Liberya, Myanmar, Türkmenistan ve diğer birçok otoriter devlet korkunç şekillerde halklarını baskı altına aldı ancak ABD askerleri hiçbir zaman onların sınırlarında yığınak yapmadı.
Irak'ı bu tip zayıf argümanlarla tek örnek olarak ileri sürmek uluslararası toplulukta alaycılığa ve kafa karışıklığına yol açtı ve ABD dış politikasını daha az onurlu güdülerin yönlendirdiği konusunda spekülasyona neden oldu. Şimdi yönetim, Saddam Hüseyin'in devrilmesi için yeterli bir neden üretemeden savaşın eşiğine gelmiş durumda.
Grubumuz dördüncü bir ders daha öğrendi: Kongre kolayca göz ardı edilebilir.
Simülasyonda Kongre üyelerini canlandıran öğrenciler tüm önemli kararları biz verdiğimiz için sinir bozucu bir hafta geçirmişlerdi. Ancak Bush yönetiminin de bu dersi kavramış olduğu ortada.
Kısacası, Rice'ın dersi C'lik öğrencilerin savaş için çabaladığını, A'lık öğrencilerin ise uluslararası sorunlara barışçıl çözümler bulmak amacıyla gayretli ve sabırlı bir şekilde çalıştığını öğretti. Irak krizi sona erdiğinde mevcut ABD yönetiminin alacağı not ne olacak? (JJ/CC/EÜ)
* Juliet Johnson'un 18 Mart 2003'te The Nation dergisinde yayımlanan yazısını Cihan Cinemre Türkçeleştirdi.