Bunlardan birincisi AB'nin bir "ulus devletler topluluğu" olarak, yani ikili bir egemenlik anlayışıyla örgütlenmesi, ikincisi ise vicdan özgürlüğü kapsamında insanlar arası ayrımcılığın son bulması için Avrupa Anayasası metnine din unsurunun sokulmaması gerektiği.
Bu kapsamda "Avrupa'da kaydedilen tüm olumlu gelişmelerin, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel, hepsinin temelinde laiklik ilkesi yattığını" belirten Demiralp'in konuşması üzerine muhafazakar parlamenterler, "Avrupa Anayasasında Avrupa'nın Hıristiyan temellerinden söz edilmesi gerektiği" şeklindeki bilinen yaklaşımlarını yinelediler.
Belli ki tartışma daha uzun sürecek, ancak Avrupa'yı kuran laik temellerin, bugüne dek alınan kararlarda olduğu gibi laik bir kapsamda biçimleneceği söylenebilir. Çünkü aksi durum Avrupa projesinin akamete uğraması anlamına gelecek.
Ele verir öğüdü kendi keser Söğüdü
Bu noktada asıl kaygı duyulması gereken ise AB değil, bizleriz. Çünkü orada laiklik vurgusu yapan devletimiz, içeride "ucube" bir laiklik anlayışını dayatmaya devam etmektedir.
Esasen onun AB özgülünde sergilediği tavrın laik duyarlılıktan değil, devletin AB özgülündeki çıkarlarından kaynaklandığı açık. Söz konusu bu devlet çıkarı, orada eşit haklı bir entegrasyon için laikliğin gerçek anlamda uygulanmasını savunurken, burada toplumsal kontrol amacıyla laikliğin olabildiğince sulandırılması yoluna gitmektedir.
Nitekim Avrupa'da bu laik görüşler dillendirilirken Türkiye'de Parlamentoya sunulan 2003 bütçesinde Diyanet İşleri Başkanlığı'na tam 771 trilyon 267 milyar lira. ayrıldığını görüyoruz.
Bir tek Diyanet'e bahşedilen bu devasa bütçe, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı (126.882.000), Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (195.064.000), Turizm Bakanlığı (190.130.000), Çevre Bakanlığı (43.651.000) ve Orman Bakanlığına (225.396.000) ayrılan toplam 779 trilyonluk bütçeye eşit.
Yani Diyanet'in devlet nezdindeki değeri tam 5 bakanlığa eşit. Bu kadar da değil. Söz konusu bütçe Başbakanlık'a ayrılan (697.390.000 ) bütçeden 74 trilyon, Dışişleri -Bakanlığı'na ayrılan (531.572.000) bütçeden 240 trilyon, Bayındırlık Bakanlığı'na ayrılan (414.621.000) bütçeden 357 trilyon, Kültür Bakanlığı'na ayrılan (349.327.000) bütçeden 422 trilyon fazla.
İnanılır gibi değil ama bizi yönetenlerin bize reva gördükleri bütçe ve laiklik anlayışı bu. Diyanet'in tıpkı Ordu gibi holdingleri ve diğer bir dizi yan gelir kaynakları olduğu da anımsanacak olursa durumun ciddiyeti daha da iyi anlaşılacaktır.
Neresinden bakılırsa bakılsın sırıtan bu tablonun gösterdiği gibi, laik Avrupa'ya laiklik telkin eden, ama sıra kendisine gelince dini propagandaya yatırımcı bakanlıklardan fazla bir bütçe ayırmakta beis görmeyen bir devlet geleneği ile karşı karşıyayız. Devlet geleneği ifadesini özellikle kullanıyorum, çünkü söz konusu bu tercih, sadece bu İslamcı gelenekten gelme hükümete ait değil, bir devlet politikası.
Bu politikanın temeli de tarihsel biçimlenişi de bu hükümeti fazlasıyla aşan bir gerçekliğe, toplumun bu eşitsizlik koşullarındaki sosyal kontrol gereksinimine karşılık gelmektedir. Yani İslamcı bir hükümetin özgün istismarıyla karşı karşıya değiliz.
Laiklik ile Demokrasi Arasındaki Bağ
Dahası bu bütçe, sadece bu anti laik karakteriyle değil, aynı zamanda bir güvenlik bütçesi olarak biçimlenmesiyle de halka ve demokrasiye karşı bir bütçe örneğidir. Nitekim Milli Savuma Bakanlığı'na ayrılan 10 katrilyon 209 trilyon 250 milyar, İçişleri ve Emniyet'e ayrılan 741 trilyon 488 milyar ve Jandarma Genel Komutanlığı'na ayrılan 1 katrilyon 823 trilyon 9 milyar ile tam bir güvenlik bütçesi olduğu gerçeği ile birlikte düşünüldüğünde durumun vahameti daha da artıyor.
Bütçelerin masum ve teknik değil tamamen siyasal ve sınıfsal aygıtlar olduğu gerçeği de anımsanacak olursa, söz konusu bu bütçenin, eşitsizliği, adaletsizliği, demokrasisizliği ile halka karşı mevcut statünün korunması çıkarlarınca biçimlendirildiği daha da net görülecektir.
Esasen güvenliğe ve dini kurumsallaşmaya bu kadar büyük paylar ayıran bir bütçenin demokratik ve laik bir statükoda biçimlenmesi olanaksızdır. Özetle bütçe tercihleri, devletlerin demokratik olup olmadıklarının önemli göstergelerinden birini oluştururken, aynı zamanda laiklik ile demokratik ve sosyal hukuk devleti arasındaki olmazsa olmaz bağı bize göstermesi anlamında da temel bir işlev görmektedir.
Nitekim Dünya Bankası Türkiye temsilcisi Chhibber'in bile, "bu bütçenin gerçekten yoksul karşıtı olduğunu düşünüyoruz. Çiftçilere zarar veriyor, doğrudan gelir desteği için para ayırmıyor. Hükümet bunu bütçeden çıkardı.
Bu bütçe büyümeye de zarar verecek nitelikte" açıklamasıyla durumun vahametini belirtmek gereksinimi duyuyordu. Ancak güvenlik devleti anlayışının sorgulanamadığı, üstüne üstlük Uluslararası Para Fonu (IMF) denetiminde yürütülen ekonomik politikayla yüzde 6,5 faiz dışı fazlanın sağlanmaya çalışıldığı bir gerçeklikte sosyal harcamaların bütçeden çıkarılması kaçınılmazdır.
Buna karşılık toplumsal kontrol gereksiniminin artışı da böyle bir tercihin kaçınılmaz sonucudur; dolayısıyla güvenlik, yanı sıra ideolojik manipülasyon harcamalarının kısıtlanmaması gerekmekteydi. Diyanet'e ayrılan payın bu devasa büyüklüğü tam da bunun göstergesi. Nitekim Hükümet de, bu bağlamda Diyanet bütçesinde gerekli oransal ve rakamsal artışın gereklerini
yapmıştır.
Laik Devlet Kime Denir?
Bu devasa bütçesiyle Diyanet, toplumun değil, devletin toplumu kontrol gereksinimini karşılamaktadır. İssizliğin giderilmesi, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve tarımsal alandaki çöküntünün engellenmesi halen Türkiye'nin temel insani ve toplumsal gündemidir.
Ve 2003 bütçesi, bu niteliğiyle bu insani ve toplumsal gündeme meydan okumakta, onların, toplumsal kontrol mekanizmaları güçlendirilerek ikame edilmesini sağlamaktadır. Diyanet'e ayrılan devasa payın tam da bu kapsamda anlaşılması gerekmektedir.
Ekmek, sağlık, eğitim, gelecek güvencesi her gün daha da gasp edilen bir halkın tepkileri, cehennem korkusu, cennet umudu ve tevekkül bilinci ile ekarte edilmektedir. Bu anlamda Diyanet'e ayrılan bu pay, sadece laiklik açısından değil aynı zamanda devletin anti sosyal nitelik ve kararlılığını göstermektedir.
Bu kurum aynı zamanda, halkın siyasal partiler ve seçim yoluyla sorgulanıp lağvedilme olasılığına karşı anayasal güvenceye alınmakta, onun tasfiyesinin istenmesi siyasal partilerin kapatılma nedeni yapılmaktadır.
Radyo televizyon bu kurumun tüm halka propaganda aracı olarak kullanılmakta ve tüm halkın dinsel bilgi ve fetva merkezi olarak işlevselleştirilmektedir. İşte tüm bu devasa maddi destek, yasal ve fiili meşruiyetle Diyanet, eşitsizliği ve totaliter özellikleriyle varolan statünün temel bir uzantısı olarak diğer şeriatçı örgütlenmelerden daha da gerici bir konum sergilemektedir.
Diğer yandan bu tercih, salt etnik değil, aynı zamanda inanç anlamında da bir mozaik olan Türkiye'nin yaşadığı toplumsal sorunları daha da derinleştiren bir anlam taşımaktadır. Nüfusunun en az dörtte birinin Alevi olduğu, sayıları artık birkaç yüz bine indirilmiş olsa da hala gayrı Müslim yurttaşların yaşadığı bir ülkede, belli bir dinin belli bir mezhebine ayrılan bu bütçe, devletin kendi yurttaşlarına kimlik dayatan, onları tektipleştiren, farklı olanları yabancı gören anti demokratik zihniyetinin de açık ifadesidir.
TC'nin Ucube Laikliği
Oysa laik bir devletin bu noktada ne yapması gerektiği açıktır. Laik devlet dini, yurttaşlarının bireysel ve vicdani bir sorunu olarak görür. Onu devlet işlerinden uzak tutar, ama buna karşılık hem inanç gereklerinin yerine getirilmesini güvence altına alan bir ortam yaratır hem de farklı dinsel tercihlere sahip yurttaşların birbirlerine karşı gelişebilecek ayrımcılığını engeller.
Kendisinin asla bir dinsel tercihi olmayacağı gibi, farklı inançlardan yurttaşları karşısında eşit bir mesafede durur, toplanan vergilerin kullanımını ise sadece sosyal ve ekonomik alanlara yönlendirir.
Tüm bu gerçekler ışığında demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olabilmek, yani Türkiye Cumhuriyeti devletine ilişkin anayasada belirtilen özelliklerin söylemden gerçekliğe dönüşebilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı'nın lağvedilmesi, denetimi altında tuttuğu devasa ticari kurumların devlete aktarılması, devlet bütçesinden dini kurumlara pay ayırma uygulamasına bütünüyle son verilmesi gerekmektedir.
Buradan elde edilecek fazlanın, artık kangrene dönüşen toplumsal sorunların giderilmesine harcanması gerekmektedir. Halkın dinsel tercihlerini karşılayan kurumların özel alana girmesi nedeniyle devletten özerkleştirilmesi, yurttaşların kendi katkılarıyla finanse edilen bir işlerliğe geçilmesi gerekmektedir.
Bu noktada gerek yurttaşların dini duygularından hareketle istismar edilmesi yanı sıra diğer inançlardan yurttaşlara yönelik düşmanlık geliştirilmesi gibi risklerin ise, demokratik ve laik bir anlayışla yeniden organize edilmesi gereken devletin eğitim ve güvenlik politikalarıyla giderilmesi gerekmektedir.
Diğer yandan laik bir devletin, yurttaşlarına belli bir dinin belli bir mezhebi doğrultusunda eğitim vermemesi, kendi bütçesinden bilimsel ve laik olmayan bir eğitim kurumlaşmasına asla bütçe ayırmaması gerekmektedir.
Oysa bizde ilkokul 4. sınıftan itibaren Sünni/Hanefi/Maturidi anlayış çerçevesinde zorunlu din dersi eğitimi yaptırılmakta, bunun dışında, yine aynı anlayış kapsamında yaygın İmam Hatip ve İlahiyat fakülteleri kurumlaşmasına gidilmekte, yerleşim birimleri cami zorunluluğu temelinde kurumlaştırılmakta, ölen yurttaşlar Sünni ritüel zorunluluğuyla gömülmekte, daha doğarken her yurttaşın kimliğine din yazılmakta, başta Alevilik olmak üzere diğer inançların dini gün ve ritüellerine yok varsayılmakta, vb., vb...
Tüm bu gerçekler, laikliğin devlete bırakılmayacak kadar önemli ve toplumun kendi hak ve özgürlükleri için uğruna ciddi bir mücadele yürütmesi gerektiği gerçeğiyle bizi karşı karşıya bırakmaktadır. (EA/NM)