DİSK'in 40 yılının analizi kadar önemli olan, bundan sonra nereye evrileceği sorusudur da. Türkiye tarihinin önemli bir 40 yılını yaşamış olan DİSK'in tarihinde üç önemli kırılma noktası saptamak mümkün. Başka bir ifadeyle, DİSK'in tarihi neredeyse biri birine eşit uzunlukta 3 dönemi içeriyor. Kırk yılda yaşanan üç kırılma noktasını ise her dönemin uluslararası ve ulusal ekonomik, politik ve ideolojik gelişmeleri belirliyor. Bu 3 dönemi şöyle tanımlamak mümkün:
1. DİSK'in doğuş ve gelişme dönemi: 1967-1980
2. DİSK'in yok edilmeye direnme dönemi: 1981-1992
3. DİSK'in yeniden varolma, arayış dönemi: 1993-2007
Bu dönemlerin her birine etki eden siyasi, ekonomik ve kültürel etkenlerin ayrı ayrı analizi, DİSK'in 40 yılı bulan mücadele tarihinin iniş çıkışlarını, zafer ve yenilgilerinin nesnel ve öznel yanlarını anlamayı da kolaylaştırır. Doğru bir analiz ve "anlama", karşı karşıya bulunulan sorunların bundan sonra aşılmasının yolunu da açabilir.
DİSK'in birinci dönemi:1967-1980
DİSK'in doğuşu ve yükselişini temsil eden bu döneme etki eden önemli özelliklerden birinin dönemin siyasi iklimi olduğunun altını çizmek gerekir. Bir ekonomik demokratik mücadele örgütü olmanın ,yani sendika olmanın hep bilincinde olan DİSK (işçi önderleri , bağlı sendikalar), bu mücadelenin politik mücadeleye tabi kılınması ile bunun da işçi sınıfının bilimi ışığında yapılması gerektiğinin hep ayırdında oldular. Dolayısıyla DİSK'in sendikacılık anlayışına ışık tutan hep dönemlerin sol politik atmosferi ve politik mücadelenin performansı oldu denilebilir. DİSK, her dönemin politik mücadelesi ile yelkenlerine rüzgar doldururken, karşılık olarak kendi mücadelesi ile sol politik mücadeleye enerji veren bir alışveriş içinde oldu ki, 1960'lar ve 1970'ler böyle bir dönemdi. Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) kuruluşu ve TBMM'ye 15 milletvekili göndermesi gibi Türkiye sol tarihinde çok önemli bir sol politik yükselişin ardından doğan DİSK, hem sol-sosyalist hareketin gelişimine hem de CHP'nin devletçi, bürokratik bir parti olmaktan sosyal demokrat bir parti olmaya evrilme çabalarına da katkıda bulundu bu dönemde.
Devlet sektöründe örgütlü Türk-İş'in, kontrollü, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş yapısının aksine, aşağıdan yukarıya örgütlenen, özel sektör işyerlerinde militan mücadele içinde yoğrularak ilerleyen DİSK, işçi sınıfı içinde de umut bağlanan, güven duyulan bir örgüt algılamasını süratle sağladı.
DİSK'in sözü edilen dönemde, işçi sınıfı arasında süratle örgütlenmesi ve büyümesinde, dönemin ekonomik konjonktürü de önemli bir rol oynadı denebilir. İç pazara, iç talebe dayalı ithal ikameci birikim modelinin geçerli olduğu 1960'lı ve 1970'li yıllar, ücret-maaş ve tarım reel gelirlerinin göreli yüksek seyrettiği, bunun da iç talebe ihtiyaç duyan sanayinin beklentileri ile örtüştüğü bir dönemdi. DİSK sendikalarının ekonomik mücadelede bağıtladıkları göz alıcı sözleşmeler, üye sayılarının hızla artmasını beraberinde getirirken, işverenler açısından alım gücü yükselen, dolayısıyla iç talebi artan sınıfa da fazla bir yüklenme söz konusu olmadı denebilir.
Ecevit'in CHP'de yükseliş dönemine de denk düşen bu birinci DİSK dönemi, CHP'nin sendikaları önemli bir sacayağı olarak gören o dönemdeki yaklaşımından da destek görüyor, DİSK, belediyeler başta olmak üzere çeşitli kamu kuruluşlarında örgütlenirken CHP ile sinerjisinden yararlanıyordu. Buna karşılık olarak da CHP, 1970'li yıllar boyunca DİSK'in örgütlü olduğu İstanbul başta olmak üzere büyükşehirlerde yüzde 50'leri aşan oy oranlarına ulaşıyor, sağ bloku oluşturan milliyetçi cephe hükümetlerine muhalefette en önemli desteği DİSK'in militan mücadelesinden sağlıyordu.
DİSK'in, belli zaafları içermekle beraber, CHP ve diğer sosyalist hareketlerle yürüttüğü politik mücadele ve bunun ekonomik mücadeleye yansımaları, 1970'lerin sonlarına doğru egemen sınıfları iyiden iyiye rahatsız etmeye başladı. 1970'lerin sonlarında tıkanma noktasına gelen ithal ikameci birikim modelinin IMF-Dünya Bankası telkinleriyle, esaslı bir dönüşümle yerini "ihracata dönük birikim" modeline bırakması planı, DİSK'e dönük hasmane hamlelerin işaretlerini de vermeye başladı. Bu makro plan, politik, ekonomik, kültürel alanlarda askeri cunta eliyle anti-demokratik, anti-sendikal, anti-sosyal bir icraatı öngörüyordu ve darbenin ana hedeflerinden biri DİSK olacaktı ve oldu da.
DİSK'in ikinci dönemi:1981-1992
1980, 24 Ocak Ekonomik Kararları ve 12 Eylül askeri darbesiyle, Türkiye tarihi ve DİSK için bir milat oldu. DİSK yöneticilerini, işçi önderlerini tutuklayıp yıllarca hapislerde işkencelere maruz bırakan 12 Eylül darbecileri, IMF güdümlü istikrar programı ve dışa açılmacı birikim modelinin gereği olarak anti-sendikal bir düzeni 1982 Anayasası'nda kurumlaştırmayı öncelikli işleri arasında saydılar. Tüm grev ve toplu sözleşme düzeninin askıya alındığı bu dönemde işçi hareketi en ağır darbelerden birini yedi. Türk İş yönetimi 12 Eylül yedeğine çekilirken DİSK'in malvarlıkları askeri cunta tasarrufuna alınıp örgütlenmeleri fiilen dağıtılmış oldu. Örgütsüz kalan DİSK üyeleri ya Türk İş , Hak İş sendikalarına girmeye zorlandı ya da her tür örgütlenmeden mahrum kaldı.
12 Eylül ve onu takip eden Özal'ın ANAP dönemi, 12 Eylül'ün acımasız baskıları altında sol siyasal hareketin de ezildiği bir dönem oldu. DİSK'le beraber, onunla politik mücadele veren sol-sosyalist hareket, CHP ağır darbeler aldı. Tek başına sendikal mücadele bile 12 Eylül generalleri tarafından toplumda aşağılandı, işçiler bir anlamda sindirildi. Dinin , daha o dönemde, toplumsal hareketlenmelere karşı bir dalgakıran olarak öne çekilip boy atmasına izin verildi.
Bu insafsız baskının yanı sıra, rekabet gücünü düşük ücrette bulabilecek bir dışa açılma (siz bunu saçılma diye okuyun) serüvenine sürüklenen Türkiye kapitalizmi için, anti-sendikal yaşam ve düşük ücret, sermaye birikiminin olmazsa-olmaz şartlarından biri haline getirildi ve sermayenin 1982 Anayasası'nda bütün bu hayalleri gerçekleşti, örgütlenmenin, toplu sözleşme bağıtlama, grev yapmanın önüne bir dizi engel getirildi.
DİSK'in işçi önderleri, 1980'lerin önemli bir kısmını 12 Eylül hapishanelerinde direnmekle, 12 Eylül mahkemelerinde aklanmakla geçirdiler. "Direnme" dönemi denilecek bu yıllar, 12 Eylül ve devamındaki ANAP'ın, liberal, köşe dönmeci dünya anlayışının kitlelere hızla onaylatıldığı bir dönem oldu. Sol-siyasal hareketlerin bir kısmının kafası , sol liberallerin pazarladığı, sığ "sivil toplum-devlet" karşıtlığıyla karıştı. Bir anda devlete karşı olmak adına, "sivil TÜSİAD" ile aynı saflarda buluşmak çarpıklığı solun önemli bir kısmına "yenilenme-demokratikleşme" olarak sunulurken, askeri darbelere karşı can simidi olarak AB 'ye üyelik ve onu destekleyen her sınıfla (TÜSİAD dahil) ittifak garabeti solda hızla hakim olmaya başladı.
SSCB başta olmak üzere reel sosyalizmin yaşandığı ülkelerdeki çöküş sinyallerinin ardı ardına gelmesi karşısında sol-sosyalist ideolojiyi savunmada, yeniden üretmede başarılı olamayan Türkiye solu, sosyal demokrasisi, "direnme dönemindeki DİSK" için sonrasında çok önemli olduğu anlaşılacak politik iklimin deformasyonunu da önleyemedi. Türkiye'yi anlama çabasında "sınıf" optiğinden hızla uzaklaşan sol politika, onun yerine "sivil toplum" penceresinden bakma tuzağına düşerek sermayenin yedeğinde yer alıyor ve hatta kendisini yükselen Kürt milliyetçiliğinin yedeğinde buluyordu.. Bütün bu olumsuzluklar, 1988-1989'da yaşanan ve Bahar Eylemleri diye işçi sınıfı tarihine geçen önemli momentin ıskalanmasını da beraberinde getiriyor, yükselen bu dalga bir sıçramaya uğramadan, olduğu gibi yatağına dönüyordu.
DİSK'in üçüncü dönemi: 1993-2007
DİSK yöneticilerinin, işçi önderlerinin "direnme" döneminden yeniden mücadele alanına dönme fırsatını buldukları bu dönem için, "DİSK'in yeniden yapılanma ve arayış dönemi" demek yanlış olmayacaktır.
DİSK, mücadele alanına, gasp edilen bazı malvarlıklarını geri alarak dönebildi. Döndüğünde ne örgütlü bir tabanı vardı ne de altındaki zemin, "birinci dönemin zemini"ydi... Köprülerin altından çok sular akmış, hem uluslararası, hem de ulusal düzlemde çöl fırtınası sonrası yeni bir kum coğrafyası oluşmuş, özellikle sınıf dengeleri işçiler aleyhine çok bozulmuştu. Yeniden DİSK olabilmek için çok çalışmak ve her düzeyde inandırıcı bir vizyona sahip olmak gerekiyordu. Bunun için de 1990'ların Türkiye'sini ve dünyasını doğru anlamak-yorumlamak ön şarttı.
90'ların Türkiye'si
Birincisi, uluslararası düzlemde "duvarın yıkılışı"yla gelen reel sosyalizmin yenilgisi, egemenlerin yoğun çabasıyla "sosyalist ideolojinin iflası" olarak takdim ediliyor ve kitlelere "kapitalizmden başka bir dünya , ABD'den başka bir kutup yok" anlayışı benimsetilmeye çalışılıyordu. Bu dehşetli ideolojik bombardıman karşısında, geçmişle köprüleri kopartılmış yeni bir işçi kuşağını sınıf bilinciyle donatmak çok zorlaşmıştı.
İletişim ve bilgisayar teknolojisindeki hızlı gelişmeler küresel sermaye birikimini kamçılıyor ve dünya kapitalizmi daha yeni pazarlar, yeni sektörler yeni çalışma formatlarıyla sermayeyi döndürüp birikimi aksatmayacak bir dünya düzenine hızla ihtiyaç duyuyor, bunun için de mal ve sermaye hareketlerine sınır tanımaz liberallikleri ısrarla istiyor ve yaptırıyordu. Devlet hızla ekonomiden çekilmeli, kamu işletmeleri kamu varlıkları, atıl duran sermayeye satılmalı, dahası, kamuca yerine getirilen sosyal hizmetler, sağlık, eğitim, güvenlik, kamu iletişimi,altyapı hizmetleri hızla metalaştırılıp özel sermayece yapılmalı, sosyal devlet nosyonu rafa kaldırılıp devlet olabildiğince küçük bir alana sıkıştırılmalı, esnek çalışma yöntemleri ile sendikalar etkisizleştirilip emek maliyetleri azaltılmalı, tarımsal yapılar kırılarak işgücü deposu genişletilip yedek işsizlerin çoğalmasıyla da emek maliyetleri üstünde tam bir keyfiyet sağlanabilmeliydi.
Bu sağ liberal küreselleşmeci dünya görüşü , Türkiye'deki hakim sermaye tarafından tek doğru olarak kabul edilip giderek tekelleşen ve tekseslileşen medya marifetiyle kitlelere empoze edildikçe , sosyal demokrat etiketli partiler bu akıntıya karşı duramadılar. Kamunun tasfiyesi,özelleştirmeler, sosyal devletten kazanımların savunulmasında politik düzeyde etkili olunamıyordu.
1980'li yıllarda "ihracata dönük sanayileşme" iddiasını beceremeyen Türkiye kapitalizmi, eksikliğini duyduğu sermaye yetersizliğini, 1980'lerin sonlarında kambiyo rejiminin değiştirerek "sıcak para" girişine kanal döşeyerek gerçekleştirmekten başka çare bulamadı. Kısa vadeli sermaye hareketlerinin giriş-çıkışına serbesti tanıyan bu yeni yaklaşım, o tarihten itibaren Türkiye kapitalizminin yeni ve güçlenen yönelimi olacaktı artık. Sıcak para akışı ile büyüme, dolayısıyla sermaye birikimi sürdürülecek, bu paranın geri çekilişiyle de büyüme duracak, krizlere girilecekti. Sıcak paranın girişi için yüksek reel faiz vermek ve döviz kurunu düşük tutmak gerekiyordu. Bunun yapıldığı zamanlarda 1994 öncesine kadar yüksek büyüme yaşanıyor, ancak ucuz döviz ithalatı kamçılayıp yüksek cari açığa yol açtığında da beklediği yüksek reel faizi göremeyen sıcak para geri çıkıyor ve kriz patlıyordu. İlki 1994, ikincisi 2001'de yaşanan bu krizler en çok çalışanları vurdu.
Sıcak para eksenli ekonomik politika, 1990'larda devlette önemli bir iç borçlanma artışını getirdi. Yapılan borçlanmalarla elde edilen kaynaklar, hortumcu bankalar, yılları bulan kanlı bir Güneydoğu iç savaşı ve mafyatik örgütlenmelerin yolsuzluk kanallarından belli bir azınlığa akarken üretim yerine ithalatı, devletin ekonomik yatırımlardan uzaklaşmasını ve özelleştirme gerekçelerinin yaratılmasını getiriyordu.
Özelleştirmeler, KİT'lerde örgütlü işçileri de hızla işsiz ya da sendikasız bırakırken girilen krizlerde IMF'nin dayattığı anti-sosyal programlar kitlelerin biraz daha yoksullaşması ile sonuçlandı. Bu süreç, AKP iktidarı boyunca iyice koyulaştırıldı. Kitleler, sık sık krize giren kırılgan ekonominin artan işsizlik ortamında açlıkla terbiye edilip mücadeleden yıldırılırken , tüketici kredisi, kredi kartı tiryakiliği ile tüketime koşullandırılıp geleceklerinin ipotek altına alınmasına da direnemediler. Bu durum, sendikal mücadelede çok önemli bir ayak bağı durumunda hâlâ.
Üretim yerine rantiyeliğin, ithalatın; devlet koruması yerine "kuralsızlaştırma"nın hakim kılındığı koşullarda işsiz sayısı hızla arttı, kentlerde işsizlik gerçek anlamda yüzde 20, bazı bölgelerde yüzde 30 gibi devasa boyutlara ulaştı. Ucuz döviz kuru, istihdam yerine makineyi ikame etmeye, yerli üretim yerine ithalatı cazip kılmaya başlayınca işsizlik daha da tırmandı. İşsizlerin bir kısmı mafyatik örgütlerin, suç ekonomilerinin maşaları olmak zorunda kalırken, kayıt dışı istihdamın ucuz işgücü simsarlarına da gün doğdu. Kadın ve çocuk-genç emeği sömürüsü olmadık boyutlara tırmandı.Bu kadar kayıt-dışılığın, enformelliğin, iğretiliğin arttığı ortamda sendikal mücadele de giderek zorlaştı.
Dönemi okumak
Yolsuzluk ve yoksulluk ile mücadele sözü ile oy alan merkezdeki sağ ve sol partiler kitlelerin beklentilerine cevap veremedikçe seçmen kitlenin politik omurgası iyice esnedi ve partiden partiye yalpalamaya, inançsızlaşmaya, her seçimde "denenmemişi denemek" gibi bir çaresizliğe, sonuçta birçok işçiyi AKP'ye oy verir duruma sürükledi.
Üçüncü dönemde DİSK'e yön verenler, dönemi ne kadar doğru "okudular" ? Ne kadar doğru mücadele programları üretip uygulayabildiler? Hedeflerin gerisinde kalmanın ne kadarı kendileri dışındaki nesnel koşullardan, ne kadarı DİSK'e özgü, öznel koşullardan kaynaklandı? Bütün bu soruların yanıtları, DİSK'in 40. yıl etkinliklerinin yüzleşme-muhasebeleşme alt başlıklarından biri olmak zorundadır.
Ancak, kişisel gözlemlerimizi aktarmalıyız: DİSK, üçüncü dönemini , bütün bu olumsuz dış ve iç politik iklim altında geçirdi. Sürece müdahil olabilecek bir etkinliği çok sınırlı kaldı. DİSK'in önemli bir vizyona sahip lideri Abdullah Baştürk'ün 1990'ların başındaki kaybı ayrı bir dezavantaj olarak kayıtlara geçti. Bu dönemde CHP- DSP, "sınıf" kavramını, sosyal demokrat sıfatını iyiden iyiye atarak "ulus" kavramını sahiplendiler ve MHP ile müttefik olma çizgisine kadar gerilediler. DİSK, CHP-DSP'yi bu yanlış yönelişten alıkoyamadı. AB serüveninde, DİSK, sınıf esaslı bir duruş üretemedi. TÜSİAD'ın, neyin hatırına "demokrat" kesildiğini doğru okuyamayan DİSK, onunla arasına gerekli mesafe koymayı da pek başaramayarak bulanık görüntüler verdi. DİSK, yandaş kitlelerin dünyaya "ulusallık" optiği yerine "sınıfsallık" optiğinden bakmalarını sağlayacak bir pratik , bir ideolojik çabayı da yeterince sergileyemedi.
DİSK, sendikal mücadele düzeyinde de mesafe kaydedemedi, dönemin başındaki enerjisini yeniden örgütlenmeye hasredemedi, bağlı sendikaların kafa-kasa birliği esası üzerinden dayanışmasını gerçekleştiremedi ve sol-sosyalist hareketlerle bir sinerji yaratamadı.
Bilinen bir şey var ki, Türkiye işçi sınıfı ve müttefikleri, çok zor zamanlar geçiriyor ve dengeler her geçen gün biraz daha aleyhte seyrediyor. Bu sınıf mücadelesinde doğru bir savunma ve ardından etkili bir mücadele hattı kurmada hala DİSK, bir umut ve direnmenin sembolü, bayrağı, piyasa tabiri ile de bir "marka"(!)
Bu pozitif durumun farkında olarak, 40. yıldan 50. yıla uzayan bir süreçte, devrimci özüne uygun bir vizyon geliştirme, hala DİSK'in önündeki en önemli ev ödevi gibi duruyor. Bu vizyonun sınıf odaklı bir siyaset, ekonomi politika ve kültürel alternatif içermesi, yani yaşamın tüm alanlarını kucaklaması gerekiyor. Ödev; vizyon üretmekle sınırlı değil, onu hayata geçirmeyi de içeriyor...
Derler ki, 40 yaş "peygamber yaşıdır". Yani olgunluk, sabır , azim, beceri ve verimlilik yaşı..Umalım 40. yaş, DİSK için de öyle olsun... (MS/TK)