Hukuk kurallarının devletin güvenliği endişesiyle buharlaştırıldığı ülkelerde, işkence sistematik bir yönetim pratiği olarak uygulanmaktadır.
Amaç , insan hayatına son vermek yerine (bu gerçekleşirse o kişinin "intihar" etmiş sayıldığını unutmayalım), işkence mağduru üzerinden toplumun farklı kesimlerine mesaj vererek, onları, o ülkenin "kendine özgü koşulları" çerçevesinde mevcut otoritenin politikalarıyla "uyumlu" hale getirmektir.
Böylesi ülkelerde insanlar, resmi söylemin dışına çıkarak, her bir "nezarethane"ye biraz da "işkencehane" gözü ile yaklaşmakta gecikmezler. İçine sokulan her bir insanın kolu, başı değilse de, mutlaka onurunun kırıldığı nezarethaneler... (Mersin'de bir nezarethanede, bakanın "Rahat mısınız?" sorusuna "Her şey iyi de, bize küfrediyorlar" diyen zanlıyı hatırlayalım) Kim ne derse desin, işkence o ülkenin bir gerçeğidir artık.
Farklı olana: Kirli nefret silahı
Bu durum, aksi tüm iddialara rağmen, o ülkede işkencenin "münferit" değil sistematik ; işkencecinin de devlet destekli olduğunu ortaya koyar. Buna rağmen, tarih boyunca en sistematik işkencelerin uygulandığı toplumlarda dahi, iktidarı ellerinde bulunduranlar, işkencenin varlığını kabullenmekten kaçınmışlardır.
Genellikle aynı durum, diğer hak ihlalleri için söz konusu değildir. Örneğin, bir muhalif öldürüldüğünde "faili meçhul" ya da bir aydın düşüncelerinden dolayı hapse mahkum edildiğinde "bölücü" vs olarak kayıtlara geçirilir... Ve birileri bunlar üzerinden politika yapmakta sakınca görmez. Ama işkence, bariz göstergelerine rağmen kabullenilmeyen kara leke pozisyonundadır. Öte yandan birçok ülke, yasalarla işkenceye ceza kılıfı giydirmekte bir sakınca görmemiştir.
Bütün bunlar bize, işkencenin, uygulayıcılarının dahi savunamayacakları kadar kabul edilemez bir insanlık suçu ve kirli bir nefret silahı olduğunu göstermektedir.
Farklı olana, güçsüz olana, "suçlu" olana, talep edene, boyun eğmeyene, itaat etmeyene, ihmalkâr davranana vs karşı sıkılan, ancak bütün bir toplumu etkisi altına alan nefret/korku silahı ...
Her fert bir işkence tahtası
Bu durum, toplumdaki her bir ferdin , bir şekilde, potansiyel bir işkence tahtası olarak görülmesine işaret etmektedir.
Yönetimi ellerinde bulunduranlar, bu tahtada devletin güvenliğini görürken... Vatandaşlar,kendilerinin de bir gün o tahtaya oturtulacağı endişesini taşırlar. Devlet, birtakım aracı aletlerle bu silahı daha etkin kullanmanın mücadelesini, vatandaş ise hak ve özgürlüklerinin gaspedilmesi pahasına kolluk kuvvetleriyle karşılaşmamanın mücadelesini verir.
Bu noktada devletin nihai hedefi , fiiliyatta da olsa, işkencenin kullanılabilinir bir silah olduğunu topluma da kabul ettirmektir. Herhangi bir işkence mağduruna, birileri çıkıp da"vardır bir yaptığı" diyorsa , devlet nihai hedefine ulaşmış demektir.
Karşı çıkma cesaretinin anlamı
Bunun yerine insanların tamamı veya bir kısmı, mağdurun ne yaptığına, kim olduğuna ve neyle suçlandığına bakmaksızın, işkenceye ve işkenceciye karşı çıkma cesareti gösteriyorsa, işkencenin gizliliği daha da arttırılacak demektir.
İşkenceyi sistematik bir yönetim pratiği olarak uygulayan devlet için en büyük sürpriz , kendi içinden birilerinin bir işkence vakasını veya sistematik işkence gerçeğini deşifre etmesidir. Bu durumu, devletin "işkencede tutulması" olarak da adlandırabiliriz. İçinden birinin ifşasıyla, bir an için derin bir sarsıntı geçiren devlet, "tutulma"nın etkisini üzerinden atar atmaz, kaldığı yerden devam edecektir; o haddini bilmezden bunun hesabını da bir şekilde soracağı düşüncesiyle...
İşte, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'nun eski Başkanı Sema Pişkinsüt hakkında, "suçun işlenmesinden sonra failine yardım" suçlamasıyla dokunulmazlığının kaldırılması için fezleke hazırlanmış olmasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Devletin "işkencede tutulması"
Pişkinsüt ve beraber görev yaptığı milletvekillerinin dönemine kadar TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, siyasal iktidarın, Türkiye'nin insan hak ve özgürlükleri sorununa "sözde katkı" amacıyla kurduğu bir "havale" merciinden öteye geçmemiştir. Belki de Komisyon üyeleri bir kavram olarak "insan haklarını" incelemekten (Komisyonun resmi adının İnsan Haklarını İnceleme olduğunu çoğu kimse gözardı ediyor) diğer işlere fırsat bulamamıştır , bilemiyoruz.
Pişkinsüt döneminde, bir ölçüde de olsa, işte bu fırsatın yakalandığını görüyoruz. Bu dönemde Komisyon, masa başından kalkıp ihlal alanlarına inerek, özellikle Türkiye'nin işkence gerçeği olmak üzere birçok hak ihlaline doğrudan tanık olmuştur. O nedenle, Pişkinsüt'ün Komisyon başkanlığına getirilmesini devletin "işkencede tutulma" sürecinin başlangıcı olarak görebiliriz. Bu süreçte, vatandaşların hiç ummadığı , devletin ise ummaktan öte, "nasıl olsa bizdendir" diyerek gizlemeye gerek görmediği ölçüde bilgi, belge ve tabii ki aletler ortaya konmuştur.
Filistin askısı: Aaaa olur mu?
Bunun bir sonu olduğunun ilk işaretleri ise, Mart 2000'de yani "tutulma" anının ekranlara kadar yansıdığı "Filistin askısı" ile olmuş ve yeni yasama döneminin başında, her vukuat karşısında "Aaa olur mu, biz de karşıyız" diye dişlerinin arasından konuşmaktan öteye geçmeyen "üçlü ittifak", "Pişkinsüt hatası"nı telafi etme sürecini başlatmıştır.
Hemen belirtelim ki, "haddini aşarak" partisinin genel başkanlığına aday olan Pişkinsüt'e savrulan kroşeleri ve o gün yaşadıklarını, bir "aile partisi"nin "yaramaz üyesi"nin başına gelenler olarak okumak, Türkiye'nin işkence konusundaki kararlılığını hafife almak olur. Pişkinsüt'e o gün yaşatılanlar daha belleklerden silinmeden, profesör ünvanlı adalet bakanının önderliğinde yürütüldüğü anlaşılan son "linç operasyonu", işte bunun kanıtıdır.
Bakana ve ilgili savcıya göre Pişkinsüt'ün suçu , Komisyon başkanlığı döneminde hazırlanan raporlarda, ifadelerine yer verilen işkence mağdurlarının adını vermemesi.
"Biz aletlere ceza vermiyoruz"
Bakan gerekçesini; "İşkenceyi yapanı cezalandırmak için mağdurun belli olması gerekiyor. Biz aletlere ceza vermiyoruz" diye açıklıyor.
Pişkinsüt ise haklı olarak buna, "Biz aletlere ceza vermiyoruz' gibi bir hukuk insanının yapmaması gereken açıklamaları yapan bakanın önce o aletler ve donanımın kamu binalarında ne aradığını açıklaması ve gereğini yapması gerekirdi" yanıtını veriyor. Pişkinsüt'ün bu yanıtı, bakanın dilinin yanısıra zihninin altındaki baklayı da çıkartmaya yetiyor ve ona göre Pişkinsüt bu tavrıyla "yasadışı örgütler ve onların sözcüleri ile aynı doğrultuda hareket ediyor".
Bakanın bu savunması, Türkiye şartları açısından bir sürpriz değil; "yüce devlete" ve onun bir temsilcisine rağmen haddini bilmemekte ısrar eden bir insan, başka ne ve kim adına hareket ediyor olabilir ki? Hele hele bir milletvekili, Türkiye'de devletin ve onun bakanlarının, işkence konusunda dahi, "eleştirilmez" ve "sorgulanmaz", "kutsal bir varlık" olduğunu nasıl olur da unutur?
Sonuç olarak, yürütülen bu sistematik linç operasyonunun bir milletvekilinin şahsına yönelik olduğunu düşünmek, Türkiye'nin işkence politikalarına onay vermekle eş değerdedir.
Hepimiz: Potansiyel işkence kurbanıyız
Türkiye'deki sistemden ve onun yönetsel yapılarından her birimizin bir şekilde rahatsız olduğumuzu düşünecek olursak, bu çarkın hepimizi potansiyel işkence kurbanları olarak görmediğini kim iddia edebilir ki?
Mağdurlar sadece "muhalif" veya "aykırı" diye nitelendirebileceğimiz insanlar ve gruplar arasından çıkmıyor.
Bir Erol Evcil'i, bir Murat Demirel'i ya da hırsızlık suçundan içeri alınıp da aynı akıbete uğrayan bir "çocuk hırsız"ı hatırlayalım.
Bu tarihi "tutulma" sürecini koparmadan Pişkinsüt'e destek çıkmak, işkencenin bu topraklarda yaşayanların kaderi olmadığının ilk somut adımı olabilir...
(NU)