Kobanî davasının 48. duruşma periyodu Sincan Cezaevi Kampüsündeki Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesinde görülüyor.
TIKLAYIN - Adalet, siyaset ve hukuk: Kobani Davası
Davada, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) önceki dönem Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ile Selahattin Demirtaş, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) eski Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel, HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü ve HDP MYK üyelerinin de aralarında bulunduğu 108 kişi yargılanıyor.
3 bin 530 sayfa ve 324 klasörden oluşan iddianamede 108 siyasetçi için “Devletin birliği ve ülke bütünlüğünü bozma” ile 37 kez “insan öldürme” başta olmak üzere pek çok suçtan ceza isteniyor.
“Hiçbir şey göründüğü gibi değildir”
MA’nın haberine göre, Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nden Ses ve Görüntülü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile duruşmaya katılan Demirtaş, bugünkü beyanında, iddianamede yer almayan ve davada konuşulmayanlara değineceğini söyledi.
“Tarihe bir not düşelim” diyen Demirtaş, şöyle devam etti:
“Dün savunmamı ‘kendini bil’ desturu üzerine kurmuştum. Bugün yine savunmamı ‘hiçbir şey göründüğü gibi değildir’ temelli üzerine oturtmak istiyorum. Çok kısaca gerçekliğin göründüğü gibi olmadığını size açıklayayım.
Öncelikle duyularımız ile elde ettiğimiz veriler beyinlerimize ulaşır ama dış dünyada olan biten her şeyi ne alabilecek duyularımız ne de beynimiz var. Yüzde yüz çalışsa bile bir saniyelik temasta bize dönük akan verilerin bir saniyesinin tamamını alamaz. O nedenle dış dünyaya dair gerçeklik algımız son derece sınırlıdır.
Birey olarak iç dünyamıza ve kâinata dair bilgimiz sınırlıdır. Biz kendimizi kral olarak görürüz, insan kendini dünyanın merkezi düşünür. Ama dış dünya, veriler, bilgiler, bilimsel işleyişi göz önünde bulundurulduğunda biz bir noktadan ibaretiz. Çoğu zaman sosyal ve toplumsal olayları incelerken çoğu şeyi algılayamayız.”
“Gördüğümüz şeye hakikat deriz ama mutlak değildir”
İnsanın sonsuz olan evrende tüm bilgiye sahip olamayacağını dile getiren Demirtaş, “Ben savunmaya başlarken bile edindiğim bilgi şurada gördüğüm bilgi ile sınırlı kaldı. Çok sınırlı bilgi beynime ulaştı. Bu sınırlı bilginin tamamını da alamadım. Bu ortamın fiziki koşulları, kimliğim, yetiştirme tarzım hepsi bir elek görevi gördü ve gerçek bilginin çok az bir kısmının beyne ulaşmasını sağladı. Bizim, ‘kainat bilgisine sahibiz’ gibi bir iddiamızın olmaması lazım. Bilgi akışkan, değişkendir. Biz bu verilere asla tamamıyla hakim olamayız. Gördüğümüz şeye hakikat deriz, bilgi deriz ama mutlak değildir” dedi.
“Heyetinizin gördüğü gerçeklik, gerçeklik değildir”
“Doğada renk sadece ışıkta var. Ama biz dünyayı renkli görürüz” diyen Demirtaş, “Şu anda biz renk görebiliyoruz çünkü ışık var. Her elementin ışığın frekansına göre yansıması farklıdır ve bu şekilde oluşan rengi görürüz. Biz her şeyi renkli görürüz. Oysa hiçbir şey renkli değildir. Her şey renksizdir. Sadece ışık renk oluşturur. Bu iki bilgiden yola çıkarak, sosyal ve toplumsal olaylara ışıksız bakarız; gördüğünüz her şey yanlıştır. Bugün savunmada değineceğim meseleler de böyledir. Gerçeğin çarpıtılmış halidir. Herkesin kendi çapında ulaştığı kanaattir. Hendek meselelerinde de böyledir. Davada da böyledir. Heyetinizin, bizi yargılayan devletin, hükümetin, medyanın gördüğü gerçeklik, gerçeklik değildir” diye konuştu.
“Biz suçlu değiliz, başka suçlular var”
İddianamede yer alan “özyönetim ilanlarına” değinen Demirtaş, “Barikatlar, hendekler kazındı, çatışmalar yaşandı. Bunları Demirtaş da savundu. Öyle mi? Değil. Biz kendi iddiamızı, iddianamemizi ortaya çıkaralım. Biz suçlu değiliz. Başka suçlular var. En başta suçlama konusu yapılan Demokratik Özerklik nedir, onu anlatarak başlayalım; biz kafadan mı uydurduk? Seçim beyannamelerimizi hatırlamak istiyorum. Örneğin Demokratik Toplum Partisi (DTP) 2010 yılında bir tutum belgesi yayınladı. Başlıklarından bir tanesi Demokratik Özerklikti. Uzun uzun okuyayım size ama temelinde halkın karar sürecinde katılımı savunur" dedi.
“Demokratik Özerklik parti beyannamelerinde vardı”
DTP’nin Demokratik Özerklik perspektifinin yer aldığı broşürleri mahkeme heyetine gösteren Demirtaş, şunları söyledi:
“Kapatılan veya değişen tüm partilerimizin savunduğu, programlarında yer alan hususlardandır. Partimiz kapatıldı ama bu hususlar kapatılma gerekçesi olmadı. Barış ve Demokrasi Partisi sonra kuruldu. DTP’nin seçim beyannamesini 2014 seçimlerinde köy köy, mahalle mahalle dağıttık. Kampanyamızın sloganı bile ‘Demokratik Özerklik ile özgür kentlere’ şeklindeydi. Bu sloganımız yasaklanmadı, yasaklanamaz. Ne de illegalize edildi...
HDP’yi kurduk. Programını açık size okuyayım. Bu partimizde de Demokratik Özerklik kısmı var. Kadın çalışmaları da özgün bir başlıkta yer alıyor. 7 Haziran seçim beyannamesinde de aynı şekilde yer alıyor. 7 Haziran’dan sonra yapılan 1 Kasım seçimlerde de anadil, kadın başlığı ve özerklik başlığı yer alıyor. Ne demek istediğimizi seçmene anlatmışız.”
“Demokratik Özerkliği siyasi program olarak savunduk”
Demokratik Özerkliği hep savunduklarını belirten Demirtaş, “Bugüne değin hep savunduk. Sistematik bir biçimde hiçbir şekilde taviz vermeden bir düşünce siyasi program olarak savunmuşuz. Kadın çalışmalarını, anadil çalışmalarını da savunmuşuz. Partimizin bütün programlarını tüm aşamalarda seçmene vaat etmişiz. Merkezi iktidara gelirsek; gücümüz ile yapacağız. Çok sayıda çalıştay yapmışız bu konuda. Dolayısıyla özerklik fikri bir anda ortaya çıkmış ve barikat hendek ile ortaya çıkmış bir şey değildir. DEM Parti programında da vardır. Dolayısıyla özerklik terör faaliyeti olarak görülmesi doğru değildir. Şimdi bu hendek, barikat dönemine dönelim. Orada bir 'terör' mü var yoksa 'terör mü estirilmiş' birlikte bakalım. Ayrıca devlete beğendirmek zorunda da değiliz. Biz halka konuşuruz. Devlete konuşmayız” şeklinde konuştu.
“Demokratik Özerklik bir yönetim modelidir”
Özerkliğin bir yönetim biçimi olduğunu ve savunulmasının bölücülük olmadığını savunan Demirtaş, sözlerine şöyle devam etti:
“İnsanlar bağımsız Kürdistanı da savunabilir bu da suç olamaz. Nedir Demokratik Özerklik? Bir yönetim modelidir. Başka bir parti başkanlık sistemini önerir. Bir başkası parlamenter sistemi önerir. Bunlar hepsi fikir düzeyinde tartışılır. Faşizmi oylamaya götüremezsiniz. Ayrımcılığı, kadın düşmanlığını sunamazsınız. Ama devlet mimarisi için modelleri sunarsınız. Mesele başkanlık sistemini de önerenlere ve hayata geçirenlere serbest. Bir başka modeli savunmak ise suç, neden? Çünkü Abdullah Öcalan da PKK de ‘özerklik demiş.
Eğer beni duyuyorsa Abdullah Öcalan'a da çağrı yapmak istiyorum; Bence iki kere iki de dört eder de demeli. Hayata dair her şeyi söylemeli. Bakalım çarpım toplasında çıkarılacak mı, görelim! Bir fikrin hayata geçme biçimi önemlidir. Eğer şiddet ile hayata geçirirseniz suç olur.
Bugün kullandığımız bilimin, teknolojinin çok büyük bir kısmı Yahudiler tarafından kazandırılmıştır. Şu anda Yahudilerin şirketlerini falan protesto ediyorlar ya bence yerçekimini protesto etsinler. Kuantumu tanımayın ya da uzayı tanımayın. Bir bakalım ne olacak? Mesela asansöre binmeyin. Gavur icadıdır. Önünüzdeki mikrofonu icat eden kişi Türk’e karşı olan biri olabilir mi bilmiyorum ama örneğin onu da kullanmayın. Telefonu örneğin kullanmayın.
“Hilafeti savunmak, ifade özgürlüğüdür”
Bir başka şey ile devam edeyim; Hilafeti savunmak, şeriatı savunmak suç değil. Bence de ifade özgürlüğüdür. Kesinlikle savunabilirler. Bunu hile ile suç ile isteyenler yapamazlar. Kürtler yüzyıl sonra bir fikir gerçekleştirmişler. Anlatmaya çalışıyorlar. Bırakın bizim mecliste ve basında anlatmamızı, hakimlere karşı savunmak zorunda kalıyoruz. İşte bunun adı Kürt sorunudur. Bugün İstanbul’un ortasında hilafeti savunabilirim. Başım okşanır. Ama Kürtlerin savunduğu bir modeli savunamam.
Peki nasıl bir arada yaşayacağız? Anayasa herkes Türk’tür diyor. 'Türkçe dışında anadilde eğitim yapılamaz' diyor. 'Geriye kalan hiçbir dil anadil değildir' diyor. Ortak tarihimiz var mıdır? 'Evet vardır' diyor. 'Orta Asya’dan geldik şu anda devletimiz de sonucu devletimizdir. İşte kurt Asena’dan bugüne destanlarımız vardır, efsanenelerimiz vardır. Bizi millet yapan ortak değerlerimiz vardır’ deniliyor. Bunlar dayatılıyor.
“Ben Kürdüm, sosyalistim, Boşnak’ım, Çerkez’im diyenler ne olacak?”
Bu elbiseye sığmıyoruz. Sığmamız için itiyorlar ama sığmıyoruz. Türkiye’nin yarısı sığmıyor. Olmuyor niye zorluyorsunuz. Bir Çerkes ‘Türküm diyebilir’ bir ‘Ermeni’ de diyebilir onu suçlayamayız. Problem de yok burada. Ama ‘Türk değilim’ diyenler konusunda sıkıntı var. Türküm diyenlerin başımızın gözümüzün üstünde yeri var. Kimseye bir şey diyemeyiz.
Ben ne olacağım ben Kürdüm dediğim, ne olacak? Sorum budur. Ben Kürdüm, sosyalistim, Boşnak’ım, Çerkez’im diyenler ne olacak? İşte Demokratik Özerklik bunun için bir çözüm önerisidir. Anadolu, Mezopotamya, Trakya’sı ile çok kimliklikledir. Sosyolojik birliğini hiçbir zaman sağlamıştır. Buna yeltenenler katliamlar yapmıştır. Ancak hiçbir zaman tek dil tek millet olamamıştır.
Yaşama en elverişli yer burası, Nil havzasıdır. Zaten insanlık buradan yayılmış. Henüz dünya tek kıta iken dağılmışlar ve kıtalar ayrıldığında ise birbirinden ayrılmıştır. Farklılık oluşmuştur. Kuzeye göç edenlerin teni açık kalmış. Güneye indikçe yoğun güneş nedeniyle oradaki canlıların yaşayabilmesi için tenleri giderek koyulaşmıştır.
“Tek millet ile yönetemezsiniz arza çıkar”
Ama ilk medeniyet burada kurulmuştur. Kurulduğu yer Mezopotamya hafızasıdır. 20 bin yıldır önce dünyanın merkezi burasıydı. Ama asla hiçbir zaman tek dil tek kimlik olmadı. Anadolu coğrafyasını tek dil ile yönetemezsiniz.
Şu anda tek adam ile yönetemezsiniz. Tek millet ile yönetemezsiniz arza çıkar. Kimseye kabul ettiremezsiniz. Duruşma salonunda bulunanlara kabul ettirirsiniz belki. Milyonlarca kişiye, halka kabul ettiremezsiniz. İsyan eder.
Ne lazım bize o zaman yeni bir model lazım. Kürt halkı, siyaseti ve hareketi yıllarca bunu tartıştı. Yüzyıldır bunun tartışıyor. PKK bunun son halkasıdır. Biz bir çözüm üretmek istiyoruz, mağdurlar olarak çözümü biz üretiyoruz. Birlikte yaşamak istiyoruz, mağdurlar olarak ama muhatabımız yargıçlar hakimler oluyor. Bu bir sorun işte. Adı da Kürt sorunudur.
“Bütün ülkeler yerel yönetim modellerini uygulamak zorunda”
Neden Türkiye için en uygun model Demokratik Özerkliktir? Yerelin ihtiyacı her zaman farklı, açılır, hızlıdır. Dünyamız, taleplerimiz dünyasıdır. Bu talepler de sürekli değişir. O yüzden dünyada bütün ülkeler yerel yönetim modellerini uygulamak zorundadır. Oysa en çok ihtiyaç duyan coğrafya burasıdır.
Herkesi demokratik ilkeler çerçevesinde yönetime dahil etmektir. Herkes ‘bu devlet, bayrak benim’ diyebilsin diye. Küçük bir elit grup ya da tek adam yönetirse kutuplaşma oluşur. Dikkat edin Kürtler ve Türkler şeklinde de kamplaşma oluşmuyor. İktidar ve muhalefet olarak kamplaşma oluşur. İkiye bölünür. Bir belediyemiz vardı. Bu modeli uygulayacak ama kayyım atandı. Muhtarlara bile kayyım atandı.
“Yozgat'ta demokrasi olmazsa biz rahat edemeyiz”
Herhangi bir yerel yönetim mekanizması diğerine baskı, büyüklük taslamaz. Görevleri eşit olmalı ve anayasada bu eşitlik sağlanmalı. Kimliğe dayalı olmamalı. Bunu biz öneriyoruz. Örneğin federal bir bölgede önerebilirdir. Ya da bağımsızlık. Ancak Türkiye’de de demokrasinin gelişmesini istiyoruz. Bu siyaseten de doğrudur ama en çok ahlaki olarak doğrudur.
Onun için de demokrasi istemek zorundasınız. Yozgat'ta demokrasi olmaz ise olmaz, biz rahat edemeyiz. O yüzden geniş bir uzlaşma ile Türkiye’de bunu sağlamalıyız. Bunu savunuyoruz.
“Halk meclisleri ile belediye meclisleri olmalı”
Genel adalet, güvenlik, sınır güvenliği ve diğer politikalar merkezi parlamento da olmalı. Yerel meclislerin aldığı her karar anayasa mahkemesine denetimine tabi olmalı. Tabi özgürlükçü bir anayasadan bahsediyorum, bunlar seçimle gelmeli ve seçim ile gitmeli. Belediye meclisi ile halk meclislerinin ayrı olması geriyor.
Vali seçimle iş başına gelmeli. Bütün özerk bölgelerin resmi dili Türkçe olmalı ama her bölge hangi kimlikten olursa talep olması halinde ikinci ve üçüncü resmi dili kullanabilme... Ek olarak Türkçenin yanında Trakya Boşnakçayı resmi dil olarak kabul etmek istiyorsa bunun kime ne zararı olabilir?
Örneğin Kürdistan'da Kürtçenin ikinci üçüncü resmi dil olması kime ne zararı olur. Hindistan’da onlarca resmi dil var. Avrupa'nın pek çok ülkesinde aynı şekilde resmi dil var.
“Türkün ne olduğu anayasada tanımlayalım”
Türkü yeniden tanımlayalım ya da Türkiyeli diyelim. Ya da istiyorsanız yüzyıl boyunca Kürt diyelim. Türkün ne olduğu anayasada tanımlayalım. Diyelim ki bu anayasada bütün etnik kimliklerin dillerin ortak anayasasıdır. Bütün yerel ve merkezi yönetimlerin ortak anayasadır. O zaman bu sorun olmaz. Bu mümkün mü?
Türklüğü bir etnik kimlik olarak çıkarıp bu hale getirebiliriz. Türk milleti diye bir millet var. Tarihi var. Bunlar kalsın. Tekçi ulus değil, çok kültürlü ve dilli bir ulus olabilir. Biz buna demokratik ulus, özerklik diyoruz. Sivil demokrasinin gelişmesi bölge meclisleri, köy meclisleri kurulabilir.
İnsanlar mescide gidiyor cemevine gidiyor. Aynı şekilde bu meclislere de gider kendi arasında seçim yapar, kararlarını bir üstü meclise götürür ve taleplerinin karşılığını alır. İnsanlar birbirleri ile temas ettiği için yüz yüze olduğu için doğrudan demokrasi gelişir.
“Eğer hükümet olsaydık referanduma götürürdük”
Halk kendisini yönetmeye başlar. Artık bir mahalleye kanalizasyon ya da park yapılıp yapılmayacağını ancak orada halk bilir. Meclis veya hükümet bunun kararını veriyorsa bu yanlıştır. Demokratik Özerklik yüzyıllık Kürt sorunun bitirilmesinin bir vaadidir.
Hiçbir zaman bunu zorbalık ile dayatmadık. Eğer hükümet olsaydık referanduma götürürdük. Kürtler olarak teklif sunuyoruz, yüzyıllık Kürt sorunun gelin bitirelim. Abdullah Öcalan devrede olmalı. Kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın. İki kere iki dört. PKK’ye savaşı yürütüyorsun gidip ETA ile müzakere yürüteceksin. Böyle olur mu?
“Demokratik Özerklik silah zoruyla olmaz”
Demokratik Özerklik uzlaşma ile olur. Rıza üzerine inşa edilir. Silah ile olmaz, hendek ve barikat ile olmaz. Ben bunu ilk günden beri böyle savundum. Demokratik Özerklik silah zoruyla olmaz. Sadece ikna ile olur.
Bir arada yaşamak zorla olabilecek bir şey değildir. Abdullah Öcalan’ın yapmaya çalıştığı buydu. Siyaset ve müzakere ile. Silahın özerklik ile alakası yoktur. Kim ne yapmışsa niye yapmışsa kendisini de izah edebilir.
“Devlet o dönem ne yaptı? İddianamede yok“
O dönemde yaptığım konuşmalara da bakalım. Bahçeli, Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar devletin müdahalesi ile ortaya çıkan sonuçlara dair konuşmalar yapmışız. Bizden istenen şuydu; hükümetin yaptığı şeylere sesini çıkarma. Bir tarafta devlet bir tarafta örgüt ise, hukukun uygulanmasını devletten istersin. İnsan haklarını bir parlamenter olarak kimden beklersin? Devlet olmanın gereği budur. Devlet o dönem ne yaptı? İddianamede yok.
Ondan önce biz ne yaptık onu da anlatacağım. Yine gerçeklik burada göründüğü gibi değildir. Bir algı operasyonudur. Birkaç ilçede özerklik ilan edildi. Gençler polisin ilçelere girmesini istemiyordu. Ellerinde de silah yoktu. İlk başlarda böyleydi. ‘Gidip copluyorsun, baskı uyguluyorsunuz, cezaevinde atıyorsun, hendek kazmasın da ne yapsın’ demişiz.
O sırada henüz çatışmalar başlamamıştı. Biz o dönem heyet göndermişiz. Bugün hakkımızda atıp tutan Altan Tan’ı, Sırrı Süreyya, Pervin Buldan ve Hatip Dicle’yi bölgeleye göndermişiz. Bölgede giriş çıkış uygulanmış. Görüşmeler yapıyoruz.
“Uzlaşma sağlamak için elimizden geleni yapıyorduk”
Kime ulaşılabilmişse bu durumun bitirilmesini istedik. Örneğin Silvan'da başladığında Nimetullah Erdoğmuş ve Altan Tan başta olmak üzere Diyarbakır Valiliğine gitti. Diyarbakır valisi de gençlerin oradan çıkmayı kabul etmesi halinde elinden gelen ne ise yapacağını söyledi.
O da dedi ki ‘komutanları ikna etmek istiyorum.’ Çatışmaları bitirmek için. Böyle bir uzlaşma sağlamak için elimizden geleni yapıyorduk, biz kendi görüşmelerimizi onlar kendi görüşmelerini yaptı. Bir uzlaşma sağlandı ve bir akşam sokağa çıkma yasağı kaldırıldı ve Silvan'daki grup orayı terk etti.
Dönemin içişleri bakanlığı ve valisi bunu biliyor aynı şey için Yüksekova için uygulamaya çalıştık. Çünkü halk istiyordu. Ama başaramadık.
“En çok Sur için uğraştık”
Şırnak için bir korucu geldi. Kandil'de üst düzey kişiler ile görüştüğünü söylüyordu. Ankara’ya gelmişti. Sırrı Süreyya Önder bize söyledi. O dönem güvenlik müsteşarı Muhammet Dervişoğlu yanına gitti. 'Bu korucubaşı bunu söylüyor' dedi. Şırnak’ta operasyonların durabileceğini söyledi. Onlar da konuyu ciddiye aldılar ve bir gün uğraştılar.
Ordunun bir kademesinde tıkandı. PKK’nin içinde de tıkandı. Biz çıkmalarını istiyorduk. Ordunun izin vermesini istiyorduk ama bunu sağlayamadık. En çok Sur için uğraştık. O dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala çıksın konuşsun. Ne kadar uğraştık? Ben Kandil’e gittim. Ulaşamadım ama aracılar aracılığı ile söz almak istedim. Oradan çıksınlar diye.
Partimiz bu doğrultuda çalışıyordu. Bir gel git yaşandı ve en son ikna oldular. Çünkü biz kabul etmiyorduk. Onların da çağrı yapacağını hükümete ilettik. Hükümetten de aynı şekilde söz aldık. Dengeli bir konuşma ile ne devlet ne da başka bir tarafı kimseyi kırmadan bir konuşma yapmaya çalıştım. Siyaset ile bunu halletmeye çalıştım. Devlet benim ne konuşma yaptığımı niçin yaptığımı biliyordu.
Ancak medya öyle bir şekilde verdi ki siyasetçilerden zehir zemberek konuşmalar geldi. Efkan Ala, Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan hepsi öyle sert açıklamalar yaptı ki bir iki gün geçti ki Kandil’den daha sert bir açıklama geldi. Onlar da herhalde ‘Demirtaş bizi kandırdı’ diye düşündü. Daha sonra hükümetin devletin kontrolünden çıkan bir şeye dönüştü.
“Operasyonun bir numarası darbeden tutuklandı”
Özyönetimlere yönelik Sur’da, Şırnak’ta, Nusaybin’de, Hakkari’de operasyon düzenleyen komutanlar, valiler, hatta operasyonun bir numarası darbeden tutuklandı. Biz çözmeye çalıştıkça neden tırmandığını anlamaya çalışıyorduk.
Darbeden sonra öğrendik. Çünkü darbenin önünün açılmaya çalışıyordu. Devlet 'ülke bölündü bölünecek' görüntüsünü yaratıp, darbe yapmak istiyorlardı. Günah keçisi kim oldu, Kürtler. Gençlerde sadece silah vardı. Sen ise karşısına tank ve helikopter ile çıkıyorsun. Biz o dönemde de ‘sen nasıl böyle bir şey koyarsın?’ dedik.
‘Şehri niye yıkıyorsunuz?’ diye soruyorum; bana teröristlere arka çıkıyorsun diyorlar. Helikopter ile müdahale eder mi ya bir küçük mahalleye? Sıkıştırdıkları bir gruba karşı. Bir devlet bunu neden yapar nedenlerin daha sonra çıktı. Devlet Bahçeli ve Erdoğan bunu biliyordu.
“Terör, sivil gözetmeksizin orayı yerle bir etmektir”
Devlet Bahçeli, Nusaybin için ‘taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayın’ diye açıklama yaptı. Bu şiddete çağrısı mı değil mi? Bir de size okuduğum bizim açıklamalar ile karşılaştırın. Bizim açıklamamız mı, bu açıklama mı terör? Terör işte budur. Sivil gözetmeksizin orayı yerle bir etmek.
Erdoğan da Bahçeli'den iki gün sonra açıklama yaptı. Ülkenin Cumhurbaşkanı top atışları ile vurulmasını istedi. F-16 neden kullanılmıyor diye tartışıldı. Gazze'ye yapılan ile aynısı o dönemde yapıldı.
Şimdi biz bundan yargılanıyoruz. Savcı, Bahçeli’nin, Erdoğan'ın ve Davutoğlu’nun konuşmalarının niye koymuyor? Kürt halkının yaşam hakkını savunduk. İddianamedeki konuşmalarım orada duruyor. İddianamede olmayan konuşmalarımızı okuyayım size.
Biz bir karar aldık ve dedik ki eylül ayında bütün bu hendek ve sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerde miting yapma kararı aldık. Her yere gittik ve silahların susması için çağrı yaptık. Tek birinin burnu kanamasın diye konuşmalar yaptık. Bunlar niçin iddianamede yer almıyor? 'Eller tetikten çekilmeli' şeklinde açıklamalar yaptık. Bunu dediğimiz için neredeyse bize küfrediyorlardı. Müzakere çağrısı yapıyorduk, ama ‘terörist ile müzakere olmaz’ diyorlardı. Ama üç yıl boyunca yaptı değil mi?”
Duruşma devam ediyor. (AS)