Canım balık istedi. Alıp temizleyip pişirecek halim yok yine. Ama artık balıkçı tekneleri de yok.
Ne kadar çok polisle tartışmıştım balık-ekmek yemek için arabamı park ettiğim yer nedeniyle... Ne kadar çok yazı çıkmıştı o tartışmalardan...
Yayınlanmış yazılarımdan oluşacak kitap için yazı seçerken bulamadım o yazıları.
Yazmaya başladığımdan bu yana çeşitli gazete ve dergilere yazdığım için, arkadaşlarım hepsini bulup okuyamadıklarından yakınarak yazılarımı bir arada görmek istediklerini söylüyorlardı. Bu gidişle ben bile yazılarımın hepsini bir kitapta göremeyeceğim.
Belki bilgisayarım virüs yüzünden çöktüğünde kayboldu, belki de dağınık bir insan olduğum için bulamıyorumdur.
İlk yazılarımdan birinde Eminönü'ndeki bir polisle tartışmamı, polislerin sakatlara nefretine kanıt olarak yazdığımı hatırlıyorum.
Eminönü'ndeki polislerin tavırlarının değiştiğini fark ettim o bulamadığım yazıları düşünürken.
Arabayla balık-ekmek yemeğe ilk gidişimdi. Tam arabayı park ederken bir polis gelip, oraya park edemeyeceğimi söyledi. Nereye park edebileceğimi sorduğumda, benim asla yürüyemeyeceğim uzaklıkta bir yeri tarif etti.
"Ama ben sakatım, oraya kadar yürüyemem!" dedim.
"Madem sakatsın evden çıkma o zaman!" dedi.
Zaten evden çıkamıyoruz çoğunlukla, çıkınca da işte böyle çıkmamamız gerektiğinin söylenmesini sakatlara düşmanlıkla açıklayabiliyordum o zaman.
Son birkaç yıldır böyle söyleyene rastlamadım.
Balık-ekmek tezgahları kaldırılmadan kısa bir süre önce gittiğimde ise polisle aramda geçen dialog şöyleydi:
"Buraya park edemezsiniz efendim!"
"Biliyorum ama ben sakatım, şurdan balık-ekmek alıp gideceğim."
"Aman efendim, siz bizim başımızın tacısınız, istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Fark etmediğim için özür dilerim. Afiyet olsun!"
Ne kadar uç tavırlar değil mi?
Birinci polisin tavrı ne kadar kızdırdıysa, ikincinin tavrı da o kadar hoşuma gitti tabii ki...
Üstelik ikincinin tavrını derinlikli bir şekilde değerlendirmeye kalksak, o olumlu tavrın bile ayrımcılık olduğunu fark ederiz ya; o da ayrı bir yazı konusu...
Sadece yaşadıklarımı ve gözlemlerimi yazdığım için, ilk yazımın üzerinden sadece dört yıl geçtiği düşünülürse, dört yılda Türkiye'de polisler çok değişti sakatlara yaklaşım açısından diyebilir miyiz şimdi?
Aslında sadece polisler değil pek çok şey değişmiş diye düşündüm yazılarımı gözden geçirirken.
Mesela o yıllardaki sokakta rastladığım sakat sayısına göre bir artış olduğu kesin.
Türkiye'deki sakatların sayısındaki artışın da etkisi var elbette, ama sakatların eskiye oranla daha çok varolma mücadelesi vermesiyle de ilgisi var gibi geliyor. Tabii bu mücadele çok cılız olduğu için de sayımızla orantılı bir artış değil sokağa yansıyan...
Mecliste kör bir milletvekili var mesela şu anda, ki sabırla bekliyoruz icraatlarını...
Epeydir duymuyorum, "Toplayıp şu sakatları, üstlerine benzin döküp yakalım!" diyenleri de...
Bazı belediyeler, eksik ya da hatalı da olsa kaldırımlara rampa koymaya başladılar;
İnsan Hakları örgütleri sakat hakları diye bir kavramdan haberdar mesela, "Sakat hakları mı, o da ne?" demiyorlar artık.
Tabii kırk yaşıma kadar hiçbir değişiklik görmeyip, kırkımdan sonra bu kadar değişiklik çok geliyor bana.
Türkiye'de olumlu değişimin ne kadar zor olduğu düşünülürse, umutlanmamız için çok nedenimiz var artık demek fazla mı iyimserlik olur bilmiyorum.
İşsizlik ya da eğitim gören sakatların oranına bakarsak iyimser olmak için bir nedenimiz yok tabii; o oranlara bakmak da belki daha çok mücadele etmemiz gerektiğini hatırlatır umarım karamsar olacağımıza...
Türkiye'deki değişimin yanı sıra bendeki değişimi de gördüm eski yazılarımı okurken. Hoşuma gitti çoğunlukla; fakat ne kadar çok yazmışım ağladığım zamanları diye de canım sıkıldı. Oysa ağladığımdan daha çok gülmüşümdür...
Değişmeyen şeyler de var elbette bende: Üçüncü yazımda, meşhur bir yazar olmak istediğimi yazmıştım; televizyona çıktığımda, "Meşhur topal yazarımız!" diye sunulmak istediğim için...
"Topal" kelimesinin sıradanlaşabilmesi için bu şart diye düşünmeye devam ediyorum hala... (NG/BB)