Osmanlının monarşik yapısından cumhuri yönetime, görece teokratik yapısından laikliğe geçişin uygulaması oldu Cumhuriyet.
Bu kadar da değil; emperyalist tahakküm ve işgale karşı ulusal kurtuluş mücadelesiyle oluşması yanı sıra çağdaş medeniyeti hedef alan büyük bir atılım hamlesi olarak şekillenmesi de, onun tarihsel önemini arttıran bir diğer özelliğini oluşturuyor.
Bütün bunlar cumhuriyetin tarihsel önemdeki erdemleri olarak kutlanması ve sahiplenilmesini gerektirmekte. Ancak 82 yılın devrildiği bu oldukça uzun yaşında bile tanık olmaya devam ettiğimiz uygulamalar, Onun sadece kutlanılarak sahiplenilemeyeceğini, demokratikleşmesini engelleyen yapısal sorunlarıyla da ciddi anlamda yüzleşmemiz gerektiğini gösteriyor.
Bunca yaşına rağmen muhalif aydınlarının hala "hain" ilan edilip hapis tehditleriyle yaşatılabildiği, gençlerine işkence edip, çocuklarını kurşuna dizebilen resmi faillerin adaletten kaçırılabildiği, yasal hak kullanımlarının linç uygulamalarıyla karşılanabildiği, yani hukuk devleti olmanın uzağında bir gerçeklikle karşı karşıyayız.
Dünyanın bütün Türklerinin savunusunu ceza yasasına koyacak denli ekstrem bir milliyetçiliğe karşın, tasada kıvançta ortak yurttaşları Kürtlerin asimilasyonunu resmi bir inatla sürdürmesi yanı sıra, yurttaşlarının bir kesiminin inancını anayasal korumayla kendine resmi inanç seçerken, başka inançlara sahip yurttaşlarına karşı misyonerce yaklaşması da, gerçek bir demokrasi ve laiklikten ne denli uzak olduğumuzu gösteriyor.
Ve tabii tüm bunların kopmaz parçası olarak, yurttaşlarına sağladığı yaşam kalitesi sıralamasında dünyanın en geri ülkelerinden biri konumuna düşmüş, eğitim ve sağlığı bile hızla özelleştirerek sosyal devlet taahhüdünü ayaklar altına alan bir cumhuriyetin yıldönümü bu.
Dolayısıyla yıldönümlerinde onu sahiplenmeyi, eğer böylesi ciddi bir sorgulamayla birlikte gerçekleştirmeyeceksek, mevcut statükonun bir parçası olmaktan ve mevcut tahakkümü gizleme çabasından öte bir misyon yüklenemeyeceğiz.
Üstelik son 25 yılın daha da net olarak gösterdiği gibi, artık ciddi bir sorgulama ve demokratik dönüşüme uğratılmaması halinde, hızla çürüyen bir yapılanmayla karşı karşıyayız.
Böylesi yapısal bir dönüşüme uğratılamaması halinde, ne yapılırsa yapılsın artık daha ileri gitme, krizden kurtulma, sorunlarını çözme olanağının yitirildiği gerçeğinin güngünden daha da belirginleştiği bir dönemde yaşıyoruz.
Esasen yaşanan krizin aşılmasına yönelik olarak, demokratikleşme dışındaki bütün restorasyon uygulamaları fazlasıyla yapıldı zaten.
Bu çerçevede 12 Eylül Darbesi, artan militarizasyon, sınırlarının dışına yayılma yönelimleri, önce İslamcılaştırma, sonra da laiklik istismarı ve son olarak milliyetçi kışkırtmaların bütününün bilançosu, sorunları çözmek yerine cumhuriyetin içine düştüğü krizi derinleştiren, Türkiye'ye zaman kaybettiren beyhude çabalar olarak temayüz etti.
Kuşkusuz tüm bunların esasen bir kriz çözme yöntemi olarak değil,sorunları ezip etkisizleştirerek mevcut statüyü sürdürme çabaları olduğu açık. Esasen devrimci ruhunu yitirdiği günden beri cumhuriyetin muktedirlerinin, kendi iktidarlarını sürdürmekten başka bir kaygısı olmadı.
Bununla birlikte yaşadığımız talihsizlik, bunların çözüm olabileceğine dair inancın toplumun (daha garibi bir kısmı sola da bulaşmış) belli bir kesiminde karşılık bulmasıdır.
Oysa yaşanan krizin aşılması, topluma aşılanan paranoyalardan öncelikle kurtulmaktan geçiyor. Bu bağlamda Cumhuriyeti demokrasi,laikliği özgürlükler, yasallığı evrensel hukuk ve kapitalizmin en baştan beri süren vahşi uygulamasını sosyal haklar temelinde yeniden yapılandırmaktan başka bir çıkış yolu yok.
***
Sormaktan kaçınamayacağımız soruların başında orduyla korunma ve kollanma vesayetinden kurtulamadan cumhuriyetimizin gerçek bir cumhuriyet haline gelemeyeceği, bu vesayet rejimi sürdüğü müddetçe "cumhur"un büyüyüp rüştünü ispatlayamayacağı gerçeğidir.
Üstelik bırakalım cumhurun rüştünü ispatlamasını, bu yola, sistematik tenkilin yorduğu solun bir kesimi bile bir demokrasi dinamiği olmaktan çıkıp rejimin kadrosu, "kralcısı" haline gelebilecek denli mutasyona uğrayabilmektedir.
Bir dönemin Nazımlarının Orhan Pamuk karşısında sergilediği tavır bu trajik dönüşümün somut bir göstergesi. Özetle rejimce kullanılan aktör ve argümanlar değişse bile resmi kimlik ve politikalara muhalefeti "vatan hainliği" olarak tanımlayıp tenkil etme anlayışının Nazım Hikmetlerden bu yana değişmemesi de, sorunun akut ve yapısal özelliğini gösteriyor.
Hrant Dink'in aldığı cezada da görüldüğü gibi, demokrasinin asgari gereği olarak hepimizin farklılıklarıyla eşit haklı ve eşit imtiyazlı yurttaşlar olmamız gereken bu cumhuriyette "ya sev ya terket" dayatması yargı düzenimize de hakim olan bir anlayış haline gelebilmekte.
Esasen bu anlayışla sevilmesi dayatılan şeyin, hak ve özgürlükleriyle maruf yurttaşların ortak çıkarlarının mekanı ve sembolü olan vatan değil,her şeyi tanımlama tekelini elinden bırakmayan devletin iktidarı olduğu açık. 12 Eylül Anayasası'nda tam 18 kez yinelendiği gibi "devletin ülkesi ve milleti" söz konusudur bu cumhuriyette.
Ülkenin ve milletin teknik hizmetkarı bir devlet aygıtından nitelik ayrımla, devletin bu mutlak geleneğinin, biz vergi veren yurttaşlara dayattığı statü de, gerçek bir yurttaşlıktan temel ayrımla ağır bir güdülme ve boyun eğme atmosferiyle belirlenen tebaalık olmaktadır.
Avrupa Birliği (AB) yüzü suyu hürmetine ne denli makyaj yapılırsa yapılsın, son dönemdeki uygulamaların da gösterdiği gibi, yapısal bir değişimi olanaksızlaştıran vesayetten kurtulamadığımız sürece bir şey değişmiyor.
Dahası son dönemde gemi azıya alan milliyetçi kampanyaların altında yatan gerçek nedenin de, anti emperyalist bir duyarlılıktan çok, oligarşinin yaşadığı iktidarsızlaşma kaygısını, halkın milliyetçi manipülasyonuyla engelleme kaygısı olduğu açık.
***
Esasen devletin bekası ekseninde savunulan bir cumhuriyetin, bırakalım demokratik kurumsallaşmasını, tam tersine içini bütünüyle boşaltan yapısal bir dönüşüme, bir tahakküm rejimine dönmesi kaçınılmaz.
Topluma kışla düzeni biçen bir iktidar yapısıyla cumhuriyetin demokratik kurumsallaşması, 82 yaşının bilançosunda da görüldüğü gibi mümkün olamıyor.
Bu geçkin yaşında artık daha fazla gecikilmeden görülmelidir ki, Cumhuriyetin yaşadığı krizin yapısal nedenleri var. Bu yapısal nedenler, burjuva demokratik bir devrimle ve önemli bir ilerleme hamlesiyle gerçekleştirilen cumhuriyetin ayaklarına dolanarak, bu dev cüssesi ve önemli gelişme potansiyellerine rağmen, gerçekten "demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletine" dönüşmesini engelliyor.
Çokkimlikli bir coğrafyada tektipleştirmeyi esas alan yapısıyla Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın çoğu ülkesinden daha erken kurulmuş olmasına rağmen demokratikleşebilmesinin olanaklarını kendi kendine tıkayan bir donmuşluktan kurtulamıyor.
Bugüne kadar sorunlarını öteleyecek veya bastıracak olanaklar elde etmesini sağlayan uluslar arası konjonktürlerin değişimi ise sorunlarını daha da ağırlaştırıyor.
Yeni dünya koşulları, artık demokratik çözümleri kabullenmek dışında sorunlarından kaçacak yer bırakmıyor.
Dolayısıyla sorunlarını bastırarak çözme alışkanlığında ısrar etmesi halinde, iç sömürü ve baskıları daha da arttırmaktan ve sonuçta küreselleşmenin keyfi egemeni Amerika Birleşik Devletleri'ne çok daha çok bağlanmaktan başka seçenek sunmuyor. (EA/BA)