Köyün ve kentin bir kimliği vardır. Köy geçmişten bugüne pek bozulmayan yapısı, coğrafyaya göre değişen normları, sosyo-ekonomik durumuyla genelde hep aynıdır. Kentin kimliği ise zaman içinde durmak bilmeyen devinimine ayak uydurarak oturmuştur. Geleni gideni çok olan bir yerdir. Kimi, "Seni yeneceğim ulan," der elinde tahta bavuluyla. Kimi dizini kırar azıcık aşım ağrısız başım deyip sabahın 5'inde işine doğru ekmek parası için evden çıkar. Peki, kasaba? Kasaba araftır. Köyün az üstü, şehrin epey altı. Ya köyde bağ bahçe vardır oraya ekip biçmeye gidilir hafta sonlarında ya da şehre "gözümüz gönlümüz açılsın" diye ziyaretlerde bulunulur. Zordur kasabayı anlatmak, okumak, izlemek. Sıkıntı basar. Boğucudur.
Sanatçıların genel başlık altında değerlendirirsek yerleşim yerleriyle ilgili bir bağı her zaman olmuştur. Yazmaya kalksak yerimiz yetmez. O yüzden projeksiyonu bizim tarafa çevirelim. "1001 Fıçı Bira"yla taşranın (kendisi kasaba demeyi tercih ediyor) ruh haline odaklanan Ferhat Uludere, Yitik Ülke Yayınları'ndan çıkan "Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba"yla geleneği bozmuyor ve taşranın kılcal damarlarına kadar işlemiş puslu havasını birbirinden farklı hikâyelere sahip karakterine başrolü vererek okurla paylaşıyor.
Hazan'la Feryat'ın paslanmış ama ışıldaması devam eden aşkına yaslanan "Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba" adeta dört bir yanı sanal duvarlarla çevrili, hayalle gerçeğin el ele tutuştuğu, metruk evlerin, mesai yeri meyhane olanların, hayalleri ancak kasaba çıkışına kadar ulaşanların romanı. Denizin de kendi karanlığını bolca gösterdiği romanı Ferhat Uludere'yle konuştuk.
Yazarların şehirlerle ya da mekânlarla ilgili bir bağı her zaman vardır. Sizin eserlerinizde de bu genelde taşra olarak karşımıza çıkıyor. Taşra ne anlam ifade ediyor sizin için?
Ben taşra yerine kasaba demeyi tercih ediyorum aslında. Kasabalar benim için oldukça önemli yerler. Bir Trakya kasabasında doğup büyümenin de etkisi var tabii bunda. Kasabada doğmuş pek çok yazar arkadaşımın aksine ben kasabanın şehirlerden daha besleyici olduğunu düşünüyorum. Zaten kasabalarla da ilişkim hiçbir zaman kesilmedi. Çok önemsediğim dostluklarımın merkezi hep bir kasabadır, hatta bugün bile birçok dostum kasabada yaşıyor.
Onun dışında kasabalar bir çocuk kadar eğlenceli, maalesef bir çocuk kadar acımasız yerlerdir. Uzaktan çekici gelen her şey bir süre sonra sizi kemirmeye başlar. Üzerinize çullanmak için sürekli zayıf anınızı bekliyormuş gibi hissedersiniz. O yüzden tekinsiz yerlerdir kasabalar. Dilini bilmeyen için yaşaması da zordur.
Kasabadan gidemeyenler...
"Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba"da kasabadan hep ayrılmak isteyen ama bir şekilde gidip de 'poşetiyle' geri dönen, başka sebeplerle oraya takılmış karakterlere rastlıyoruz. Taşra bu karakterler için 'Orada bir köy var uzakta mıdır?'
Sadece "Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba" değil, "1001 Fıçı Bira" ve "Son 11"de de kasabadan bir türlü çıkamayan çıksa da geri dönen insanların hikâyelerini anlatmıştım. Gidenler aslında içlerinde taşıdığı kasabalıyı bastırmaya çalışanlardır. Nereye giderse gitsin o kasabalı çocuk içlerinden bir türlü çıkmamıştır. "Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba"da olduğu gibi diğer iki romanda da karakterlerim gittikleri yerlerde hep kasabalı olarak kalmışlardır. Kasabaya döndüklerinde anlarlar artık kasabalı da olmadıklarını. Çünkü yarattığım karakterler köklerinden kolay kolay kopamamışlardır. Kasaba onlar için bir kaçış, bir sorumsuzluk alanı ya da bir anlamda ana rahmi gibi kalmıştır ve ilk tökezlediklerinde geri dönerler.
Bir de gidemeyenler vardır ki kasabanın asıl karanlık tarafı onlardır zaten.
"Bir kahraman hikâyesi değil"
Kitapta birçok karakter ve hepsinin ayrı ama sonuçta birbirine çıkan hikâyesi var. Gerçek ve hayal de yer yer iç içe geçiyor. Bu atmosferi yaratmadaki sebep neydi?
"Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba"da hayalle gerçek arasına sıkışmış bir kasabayı anlatmak istiyordum. Gerçekle gerçek olmayanın birbirine karıştığı ve anlamın bozulduğu bir atmosfer kurmak istiyordum. Deniz bunun için biçilmiş bir kaftandı. Bir de kasabalarda hiçbir zaman gerçek tek başına yer almaz. Her gerçeğin içinde biraz hayal biraz abartı vardır. Ve ben ona bu romanda biraz da sarhoşluk ekledim.
Bir kahraman hikâyesi değil, bir kasaba hikâyesi yazmak istediğim için kasabayı mümkün olduğunca kâğıda dökmem gerekiyordu.
Eğitim değil, hayal kurmak insan yaratır
Bana göre kitaptaki hikâyesi en hüzünlü olan karakter 'Ajan Şaban'. Onun kitaptaki anlatıldığı gibi bilindik bir hayali var ve onun hayali birkaç saniyeliğine de olsa 'beyaz duvar'da yansıyarak gerçekleşiyor. Ajan Şaban'ın hayalinin şimdi 'okuyup adam olmak'la yer değiştirdiğini düşünüyorum. Bu günümüz toplumunun değişiminin de bir göstergesi olabilir mi?
Çocukların hayallerinin arasına "adam olmak" başlığını koyan toplum suçlu bir toplumdur. Devletin verdiği eğitim dünyanın her yerinde sisteme entegre birey yetişmek üzerine kuruludur. Bizim eğitim sistemimiz ise daha kötü, biz kul yetiştiriyoruz. Emin olun eğitim değil hayal kurmak insan yaratır.
Ajan Şaban hayallerinin peşinden gidiyor. Karşılığını düşünmeden, beklemeden ve bilmeden gidiyor. Hayal kırıklığıyla dönüyor o ayrı... Ama bir şeyi, gitmeyi başarmış olarak geri geliyor. Hayalleri için bir şey yapmış artık. Dediğin gibi bugün hayallerimiz değişti. Bugün herkesin ortak bir hayali var; adam olmak. O yüzden kimse hayal kırıklığına uğramıyor pek. Netice öyle ya da böyle "adam" oluyor herkes... Ama mesele yıkılan hayallerimizden kendinizi inşa etmek değil mi? O adamlar daha temeli bile atmamışlar.
"Kabahat aşkın değil, insanın"
Kitap Hazan'la Feryat'ın hüzünlü aşk hikâyesine sırtını dayıyor. Artık böyle aşklar var mı sizce?
Var tabii ki... Dün de vardı, bugün de var hatta yarın da olacaktır. Çünkü aşkın coğrafyası, dili, dini, zamanı yoktur. Aşk ortak bir lisandır. Aşk değişmiyor, aşklarımız aynı ama biz değişiyoruz. İnsan değişiyor. Ve o duyguyu kendine göre yorumlamaya çalışıyor. Aslında kabahat aşkın değil, insanın. Sorun duygu da değil, insanda...
Bir taşra hayatının hikâyesi var elimizde. Sizin anlattığınız taşrayla günümüz taşrası arasında ne gibi farklar var?
Benim kasabalarım çok küçük yerlerdi. İnsanların birbirini tanıdığı, herkesin yıllardır bir arada yaşadığı... Büyüyen dünya, gelişen pazar kasabaları da birer büyükşehre çevirdi. Apartmanların altlarındaki pasajlar kapandı yerine AVM'ler açıldı. Bakkallar market zincirlerine döndü ve yerel kimlik ortadan kayboldu. Kasabada yaşarken bunu göremezsiniz. Çünkü yaşanan her gelişme size bir konfor getirir. O konforla birlikte elinizden neyin alındığını bilmezsiniz. Bugün İstanbul'da bir markette ne varsa Türkiye'nin her yerinde o var. O satılıyor. Bu da bir kimliği yok ediyor. Lezzetler, kokular ve öyküler yok oluyor. "Son 11"de anlattığım bir börekçi vardı. Lüleburgaz'a ilk hamburgeri o getirmişti. Benim yaşıtlarım için hamburger odur mesela. Ve hepimiz o tadı ararız, ama bulamayız.
(BS/AÖ)