Avusturyalı yazar ve şair Ingeborg Bachmann'ın "Reklamlar" başlıklı şiiri bu konuda söylenecek çoğu şeyi dile getiriyor:
"Reklamlar nereye gidiyoruz ki,
tasasızca hiç tasalanma
karanlık olup hava soğuduğunda
hiç tasalanma
ancak
müzik ile
ne yapalım
evet müzik ile neşelen
ne düşünelim ki
neşelen hadi
bir yok oluş karşısında
müzik ile
ya sorularımızı ve onca yılın heyecanını
doğru düşler ülkesine tasalanma hiç tasalanma
nereye götürelim
en iyisi
peki acaba ne olacak
en iyisi
ölüm sessizliği
gelip çattığında"
Görüleceği gibi şiirde birbirine geçmiş iki dünya yer alıyor. Siyah yazılı dünyada bir birey kendisinin yaşamdaki yerini sorgulamakta, ancak araya giren reklamların dünyası bireyi sorularından sürekli uzaklaştırmaya çalışmakta. Hem de bunu, düşünmemesini, gerçeklerden uzaklaşmasını öğütleyerek yaparak çarpıcı bir görüntü sergilemekte.
Gerçekten de günümüz dünyasının olmazsa olmaz araçlarından biridir reklamlar. Tüketim toplumlarında hem önemli bir tanıtım aracı, hem de önemli bir ekonomik sektör olarak insanı ve toplumları belirleyen reklamlar bizleri böylesine etkisi ve denetimi altında tutarak aslında bizleri biz olmaktan çıkardığı gibi, yaşamımızı nasıl düzenleyeceğimizi de bize dayatmakta.
Böylece şiddet konusunu belki de en masumane biçimde sergileyen reklam dünyası bizi medyaya daha bağımlı hale getirir ve sonuçta bizler ne medyasız, ne de reklamsız yapamaz duruma geliriz. Belki de en masum biçimiyle reklamlar da şiddetin başka bir türünü bize uygulamaktadır. Giderek küreselleşen dünyada medyanın önemi ve etkisi, bununla birlikte de sorumlulukları artmaktadır.
Medya araçlarının taşıdığı ya da en azından taşıması gerektiğine inandığımız sorumluluklar Gezgin'in belirlediği gibi şöyle özetlenebilir:
"Öncelikle haber verdiği için toplumun resmi organlarına karşı yasalarla belirlenmiş sorumlulukları vardır. Bazı toplumlarda basının sorumluluklarının tamamı devlet tarafından belirlenir ve denetlenir" derken medyanın aslında önemli bir güç olduğunu vurguluyor.
Medyanın kamu görevi yaptığını ve denetlenmesi gerekliliğini de göz ardı etmiyor. Basının sürekli kamu tarafından denetlenmesi çok da ideal bir yaklaşım değildir. Asıl ideal olan, basının kendi kendini denetlemesi, daha doğrusu bir özdenetim yapabilmesidir. Gelişmiş ülkelerin kitle iletişim araçlarında böyle bir denetim mekanizması uygulanmaktadır.
Medyanın önde gelen görevlerinden biri de haber vermenin yanında kamuoyu oluşturmak ve toplumu eğitmektir. Bu bağlamda kitle iletişim araçlarının ne söylediklerinin yanında ele alınan konunun nasıl söylenmesi gerektiği de özen gösterilmesi gereken bir noktadır.
Alıcı konumunda olanların özellikleri, beklentileri, dünya görüşleri, kültür düzeyleri konusunda yeterli ve sağlıklı bilgisi olmayan kitle iletişim araçlarından yapılan yayınların hedef sapmasına uğramaları kaçınılmazdır. Yani hedef kitlenin özelliklerini göz önüne almadan yola çıkan medyanın kuracağı iletişimde istenmeyen sonuçlara yol açması kaçınılmazdır.
Çocuklar nasıl etkileniyor?
Hem görsel hem sözel iletişim biçimini birleştiren ve bu gücün etkisini kullanan televizyonun en fazla çocuklar üzerinde etkili olduğu ve televizyon izleyicileri arasında çocukların büyük oranda yer aldıkları bir gerçektir. Televizyon yayınlarının özellikle bazıları şiddet unsurunu ölçüsüzce kullanmaktadır. Bu konuda Postman, "Herkesin aynı enformasyon ortamını paylaştığı ve bu nedenle de aynı toplumsal ve entelektüel dünyada yaşadığı dönemlerde çocukluk fikrine ihtiyaç duyulmadığını ve çocukların televizyonu üç yaşındayken sistematik bir dikkatle izlediklerim" vurgulamaktadır.
Televizyonun yıkıcı etkisiyle çocuklar, daha üç yaşındayken tanışmaktadırlar. Bu programlarda gördükleri şiddet unsurlarını da aynen oyunlarına, eylemlerine, arkadaşına, kardeşlerine kısaca, çevrelerine yansıtmaktadırlar.
Çocukların gördüklerini nasıl yansıttıklarıyla ilgili Albert Bandura ve arkadaşları tarafından yapılan bir deney de, çocukların izledikleri şiddeti aynen taklit ettikleri sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
Rigel bu deneyi şöyle aktarmaktadır: "Çocuklar bir yetişkini, basit oyuncaklar ve şişme bir bebekle oynarken izlediler. Deneysel koşullardan birinde yetişkin, yaklaşık bir dakika için basit oyuncakları toplamakla işe başladı. Sonra dikkatini şişme bebeğe çevirdi. Bebeğe yaklaştı, onu yumrukladı, bir çekiçle vurdu, havaya fırlattı ve odanın içinde oraya buraya tekmeledi. Bütün bunları yaparken de 'Kır burnunu', 'Vur başına', 'Al sana' diyerek bağırdı.
Çocukların gözü önünde yapılan bu davranışlar yaklaşık dokuz dakika sürdürdü. Diğer bir koşulda yetişkin, sessizce diğer oyuncaklar üzerinde çalıştı, şişme bebekle ilgilenmedi. Bir süre sonra her çocuk şişme plastik bebeği de içeren bir dizi oyuncakla 20 dakika yalnız bırakıldı. Saldırgan davranışlarda bulunan yetişkini seyreden çocukların, diğer gruptaki çocuklardan çok daha saldırgan davrandıkları görüldü. İlk grup bebeği yumrukladı, tekmeledi, hırpaladı ve saldırgan yetişkinin söylediklerine benzer saldırgan yorumlarda bulundu".
Bu deney, çocukların gördüklerinden ne oranda etkilendiğinin ve taklit sürecinde büyükleri nasıl model olarak aldıklarının açık bir kanıtınıdır. Bu nedenle iletilerin aktarım biçimleri yaşamsal derecede önem taşımaktadır. Çocuklar söz konusu olduğunda bu konunun önemi daha da artmaktadır.
Çocuklar özellikle haberlerde sergilenen şiddet unsurlarından çok fazla etkilenmektedirler. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi doktora öğrencilerinin denetiminde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü öğrencilerinin 1995 yılının Ocak ayında beş-yedi yaş grubu toplam 188 çocuk üzerinde sadece habere yönelik olarak gerçekleştirdikleri ankette ilginç sonuçlar ortaya çıkmıştır.
Söz konusu çalışmada çocuklara "Haber denilince aklınıza ne geliyor?" sorusu yöneltilmiştir. Bu soruya alının yanıtlar; olumlu: yüzde 2.65, nötr: yüzde 45.74, olumsuz: yüzde 40.95, yanıtsız : yüzde 10.66 şeklinde olmuştur.
Haberleri olumlu karşılayan çocukların oranı yüzde 2.65 olmasına karşın, olumsuz gören çocukların oranı yüzde 40. 95'dir. Olumsuz görüş belirten çocuklar aslında "insanların öldürülmesi, savaş, kötü olaylar, kazaların aktaranı" konusunda tepki göstermekteler. Bu anket, televizyonun, çocukların dünyasında nasıl bir imaj çizdiği konusunda çocukların gerçeği somut ve yalın bir biçimde vurgulaması değil midir?
Şiddet olgusundan çocukları nasıl uzak tutabiliriz, asıl üzerinde durulması gereken konunun bu boyutudur.
Giderek küreselleşmekte olan dünyada istesek de istemesek de hepimiz çevremizin ve özellikle de medyanın olumlu olduğu kadar olumsuz etkilerini yaşamaktayız.
Medya kendini iyi pazarlamaya çalışırken, çocuklar üzerinde birçok istenmeyen etkiye de neden olmaktadır. Çocuklar, daha çok yetişkinler için hazırlanan haber, reklam, film, tartışma, aktüalite vb programlarla kendilerine ait olmayan bir dünyanın doğrudan etkisinde kalarak şiddeti de doğrudan yaşamaktadırlar.
Böylece, "çevrelerine şiddet saçan varlıklar" haline dönüşmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere'de lise öğrencilerinin neden olduğu şiddet olayları henüz belleklerden silinmemiştir. Çocukların filmlerdeki sahnelere özendirildiği ortamlarda filmlerdeki kahramanlar gibi davranacakları da açıktır. Şiddeti bütünüyle yok etmek ya da sansürlemek gerçekçi bir yaklaşım olamaz. Ama yine de belli önlemleri düşünmek, var olanları da gözden geçirmek daha işlevsel olabilir. Bu bağlamda şu öneriler değerlendirilebilir:
* Yasal Yöntemler: Denetleme organları kitle iletişim araçlarının günümüzdeki gücünü göz önünde bulundurarak, çocuklara yönelik yayınların, şiddet öğesi içerip içermediğini belirleyebilmeli. Bu konuda ülkemizde Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) görev yapmaktadır. Zorunlu kalınan durumlarda bu denetim mekanizmasının etkin bir biçimde uygulanabilmesi gerekmektedir.
* Öz Denetim: Kitle iletişim araçlarının içlerinde; aralarında ruhbilimcilerin, toplumbilimcilerin, eğitimcilerin, hukukçuların hatta çocuk yazarlarının bulunduğu bir denetim kurulu oluşturmaları yararlı olacaktır. Kitle iletişim alanında görev alanların iletişim konusunda eğitim almış olması, konunun daha bilinçli olarak değerlendirilmesini sağlayacaktır.
Öz denetimde başka bir önlem de bazı programların yayın saatlerinin ayarlanması olabilir. Örneğin; yayını gerçekleştiren kurum, şiddet içerikli programlan daha geç saatlere alabilir ya da bu tür programların yayımından önce uyanlarda bulunabilir.
* Anne Babanın Bilinçlendirilmesi: Her şeyden önce çocuklarımızın hangi programlan izleyip, hangi programlan izlemeyeceklerine karar verebilmeliyiz. Bu konuda karar verecek olanlar anne babalardır. Onların bu konudaki yaklaşımları yapıcı ve iletişime açık olmalıdır. Otoriter bir yasaklama yönteminin bir çıkar yol olmadığı ailelere anlatılmalıdır. Çocukların izlemesi istenmeyen programların yayınlandığı saatlerde çocuklar başka etkinliklere yönlendirilebilirler. Çocukların en önemli özelliklerinden biri taklit yoluyla öğrenmeleridir. Bu nedenle anne babaların onlara iyi bir model oluşturmaları, onlara karşı tutarlı ve dürüst olmaları gerekmektedir.
Örneğin; 20 Nisan 2002 akşamı TRT 1'de "Çocuk Deyip Geçme" adlı programda, beş-altı yaşlarında bir kız çocuğu aynen şöyle diyor: "Babam beni yatırdıktan sonra kötü filmler izliyor, ona ceza vermek istiyorum".
"Ona ne cezası verilmesini istiyorsun?" diye yöneltilen soruya çocuk, "Babam pirinç ayıklasın" diye yanıt veriyor. Bu olay onlarla iletişim kurarken nasıl davranmamız gerektiği konusunda en güzel biçimde ipuçlarını vermektedir. İletişim sürecinin hangi boyutunda olursa olsun, iletilerin ne söyledikleri değil, nasıl söylendiği önemlidir". (MK/EÜ)