Çocuğunun sürekli yanında dolaştığını, telefon görüşmelerini dinlediğini görünce, çocuğa neden sürekli kendisini izlediğini sorduğunda çocuğun cevabı, "Çünkü anlayamıyorum!" oluyor.
Çocuk sürekli, "Neden bana böyle davranıyorlar?" diye soruyor.
İlkokula giderken çocuklar "topal" diye taşladıklarında ben de anlayamazdım neden böyle yaptıklarını.
Yaşım kırkı geçti hala anladığımı söyleyemem.
Anlamaya çalışıyorum hala...
"Anlayamaz tabii!" diye düşünüyorum; kim anlayabilir ki, hasta olduğu için dışlanmanın nedenini. Ya da sakat olduğu için, ya da çoğunluktan farklı bir dili konuştuğu için, ya da dini inancı çoğunluktan farklı olduğu için, ya da ..., ya da ..., ya da'lar çoğaltılabilir.
Bu yıl Nobel edebiyat ödülünü alan Macar yazar İmre Kertz de, "Kadersizlik" isimli kitabında Nazi Almanyasında bir Yahudi olarak başına gelenleri anlamıyordu bir türlü.
Daha sonra büyüdüğü toplama kampında da sırf Yahudi olduğu için bir insanın gördüğü zulmün nedenini anlamadı bir türlü. Anlayamadı.
"Sakat olmak bir ayrıcalıktır!" diye düşündüğüm zamanlar oluyor. Hiç değilse sakatlara ayrımcılık yapmıyorum.
Tam da o çocuk gibi ve tam da o yaşlarda o soruları sormaya başladığım için.
Ayrımcılık yapmamak, gibi bir derdim oldu bu hayatta; soru sormaya erken başlamanın faydalarından biri bu gibi geliyor.
Aramızdaki fark, o annesine soruyor ben kendi kendime soruyordum.
Bu onun için avantaj mı dezavantaj mı karar veremedim.
Annesi çocuğunu okulda istemeyen velilerden birinin, "Benim çocuğuma da bulaşabilir!" demesinden yola çıkarak, "Oğlum o insanlar da hastalığın kendi çocuklarına bulaşmasından korkuyorlar haklı olarak!" diyebilir çocuğuna.
Annem değil ama pek çok kişi bana, "İnsanlar sakat kalmaktan korktukları için haklı olarak sakatları sevmiyorlar!" dedi.
Korku ile dışlama arasında yakın bir ilişki olduğunu keşfettim yıllar süren anlama çabalarım sırasında; ve korku ile şiddet arasında da...
Zaten herkes biliyor ki köpekler korktuğu zaman saldırır. İnsanlar korktuğu zaman gücü yetmeyecekse kaçar.
İnsanlık tarihi insanın korktuğuna gücü yetiyorsa neler yapabileceğinin sayısız örnekleriyle doludur.
Bir arkadaşım, "Bu kadın boşuna uğraşıyor, çocuğu bir okula alsalar bile hayatı boyunca dışlanacak, keşke çocuk ölse de kurtulsa o kadın da bu dertten!" dedi.
Dehşete kapıldım.
Öncelikle çocuğa AIDS'li olduğu için yaşam hakkı tanımadığı için.
Sonra da benim hayatım boyunca sakat olduğum için yaşadıklarımı az çok bilen biri olduğu için.
Bu dediğini, "Sen de böyle yaşayacağına ölsen daha iyi!" diye yorumlamak mümkün olduğu için.
Ne kadar çok duydum hayatım boyunca bu anlama gelecek lafları.
Sakat çocuğu olan pek çok annenin, çocuğu için, "Ölse de kurtulsa!" dediğini de çok duydum. Zaten bunları duyup ölen ne çok sakat insan var bu ülkede. Türkiye'de istatistiklere göre intiharların yüzde 80'nine yakınını sakatlar oluşturuyor.
Fakat neyse ki herkes arkadaşım gibi düşünmüyor.
O kadın çocuğunu yerleştirecek bir okul için mücadele ediyor.
Velilerden biri, "Onun yerinde benim çocuğum da olabilirdi!" diyerek içime su serpiyor.
O arkadaşımla konuşmalarım sonunda anlıyorum ki, değişime inanmıyor. "Bu dünya varoldukça ayrımcılık olacak!" diyor.
Elbette ayrımcılığın olmadığı bir dünya düşleyemeyen bir insan mücadeleyi anlamsız bulur.
Ben ayrımcılığın olmadığı bir dünya düşlüyorum.
Tam bunu düşünürken daha önce yazdığım bir lafını hatırlıyorum Borges'in: "Benim bir ütopyam var. Ben ütopyama bir adım yaklaşıyorum, o benden bir adım uzaklaşıyor. Ben iki adım yaklaşıyorum o iki adım uzaklaşıyor. Anladım ki ben ütopyama ulaşamayacağım; ama bu sayede durmamış oluyorum." (NG/NM)