İlkokul 3. sınıfa gidiyordum. İsmet Öğretmen, yani o zamanların İsmet amcası ile tanıştım. Bir telaş içerisindeydi, elindeki flütü elime tutuşturmaya çalışıyor diğer arkadaşlarla olayın amacını anlamaya çalışıyorduk. Tıpkı Cedric'in dediği gibi "Sekiz yaşmdaysamz büyükleri anlamak çok zor"...
Flütü üfleyebildikten sonra anladım ki "eğlenceli bir şey bekliyor beni". Hemen arkadaşlarla aramızda onay verdik, bu işe başlamalıydık. Neydi bu iş? İlk görevimiz İstiklal Marşı'nı doğru çalabilmek. Tabii ki marş çalabilecek seviyeye gelmek için epey uğraştık. İyi ki de uğraşmışız ki hemen İstiklal Marşı bitiverdi ve hatta marşı okulda çalmaya bile başladık. Bu çalışma okul sonrası devam eden sosyal bir etkinlikti bizim için. Ancak bu etkinlik beraberinde bir misyon da getirmişti eğitime, "Bedava Sanat Eğitimi"...
O günlerde on yaşındaydım. Bu sefer de İsmet Öğretmen elime siyah kocaman bir enstrüman vermişti. Tanıştık. Ben Rahşan o da Klarnet idi. "Bu adam bu kadar büyük enstrümanları nereden bulmuştu ki?" diye düşünmüştük.
Ne kadar zengin bir adam bu... Bana klarnet, arkadaşların kimine yandan çalınan flüt, kimine kendinden büyük bir trompet, trombon, saksafon... Daha neler neler...
Kendimi inanılmaz özel hissettim ve eve geldim. Özgürce babama "Ben bir enstrüman çalıyorum adı klarnetmiş, üfleyebiliyorum!" dedim. Babam beni o zaman desteklemeye başlamıştı "Aferin benim profesör kızım ne kadar zor bir şey onu çalabilmek bu canınla... Aferin sana"
Öyle mutlu olmuştum ki, kendime güvenim gelmişti. Güven tanıştığım ikinci duyguydu. Ne yazık ki her aile bu şekilde tepki göstermemişti. Kimisi "Başka bir şey bulamadın mı kızım" ya da "Oğlum bak derslerin bir kötüye gitsin, sorarım o İsmet Öğretmen'e".
Ben asıl zor olanın enstrüman çalmak olduğunu sanırdım. Asıl "zor"u İsmet Öğretmen yaşıyormuş. Bazen en yakın arkadaşıyla bile bu konuda tartışmak zorunda kalabiliyordu. Hatta hiç unutmuyorum bir bayram günüydü ve kahvenin önünden bando ile marşlarımızı çalarak geçerken, birkaç adam "Çiftetelli
de çalın!!!" şeklinde tam üç ünlemli bağırmıştı.
İsmet Öğretmen o tarafa hiç başını bile çevirmeden elinde küçücük yandan üflemeli pikolası ile en önde yürüyordu. 1900'lü yılların deli modeli idi...
Yıllar geçti fakat ne İsmet Öğretmenin ne de ailesinden destek alan arkadaşlarımın azimleri bitmemişti. Ortaokula başlamıştım ve hâla bandoda çalıyordum. Okul çıkışlarında, kıyılarda köşelerde, hatta dışarılarda çalışmalarımızı sürdürüyorduk, yerimiz yoktu. Zaman geçmeye devam etti.
Bandomuz oldu kocaman bir orkestra... Ne çocuklar geldi geçti, ne elemanlar değişti ama bizim misyonumuz hiç değişmedi. Duygu zenginliğimiz vardı evet ama bir iki derneğin dışında kimse bize sahip çıkmamıştı.
Arada da adımız değişip duruyordu. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Çocuk Orkestrası, Şile Belediyesi Gençlik Orkestrası, gibi...
Bir önceki dönemin belediye başkanı boş duran evini çalışmamız için bize vermişti. Vermişti fakat yine de ifade edemeyeceğim bir eksiklik olmalıydı ki, yalnızdık. Bozulan enstrümanlarımızı yaptırmamız gerekiyordu. Herkes işin keyifli yanını izliyordu ama o enstrümanlar hiç kullanılmamış halde gelmemişti bize.
İsmet Öğretmen "oradan buradan" elde etmişti. Kendisi belediye konservatuarından emekliydi. Kimi enstrümanları arkadaşlarından, kimisini belediyelerden edinmişti. Fakat işin unutamadığım en önemli kısmı paraya o kadar da gereksinim duyarken, ne temelden yetişen çocuklardan, ne de orkestrada çalan çocuklardan hiçbir zaman para istenmedi.
Her şeye karşın bizi ayakta tutan bazı yardım severler olmuştu. Orkestramız böyle doğdu... Ama bu çalışmanın bir başka boyutu daha vardı. Bunca "harala gürele" yaşarken büyüklerle, aradan sıyrılıp okul durumumuzu da epey bir ilerletip İstanbul Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi'ne hazırlanmalara başlamıştık.
İlk orkestra üyesi olmanın yanı sıra bu kurumun, misyonun ilk meyvesiydim ben de, bir arkadaşımla birlikte. Ortaokul bitti ve pek çok olanaksızlıklar içerisindeki -açılalı henüz üç yıl olan- bir sanat lisesini kazanmayı başardık.
Böylece bizim heyecanımızı yaşayan kimi zaman destekleyen kimi zaman desteklemeyen velilerin başka bir boyuttan bakmasını sağlamıştık orkestraya. Bu 1900'lü yılların delisi olan adamın başarısıydı.
Ardımızdan hemen her yıl en az beş öğrenci daha sanat liselerine girmeyi başarmıştı. İlk orkestrada bulunan arkadaşlarımdan kimisi üniversitede başka bölümlerde, kimisi de aynı yolda daha da ilerlediler. Kimimize ilerlemek yetmedi, Ben Hacettepe Devlet Konservatuarında müziğin bilimini, bir arkadaşım Marmara Üniversitesi'nde Müzik Öğretmenliği'ni bitirdikten sonra, yine aynı şekilde orkestrada çocukluğunun en güzel kısmını geçiren bir başka arkadaşım ise farklı bir bölüm bitirdi.
Sıra bu misyona İsmet Öğretmenimizle beraber sahip çıkabilmekteydi. Biz de kendimizce edindiğimiz, günümüz eğitimini yansıtıyorduk yeni yetişen çocuklara. Bir kişiyken dört kişi olduk. En güzel yanı da bu bir kişinin yetiştirdiği çocuklar şimdi neredeyse kendisiyle aynı seviyede bir işi ve misyonu paylaşıyorlar.
Bu öykünün buraya kadar olan kısmı ve neticesi; yaklaşık on altı yılın sadece "her şeye rağmen" olan sürecidir. Bir de öykünün övünülesi yanları var ki; destekleyen kişilerin daha iyi olacak dediği, desteklemeyip yapılan işi henüz kavrayamamış olanların da mahrum kaldığı bir duygunun öyküsüdür.
Sadece İki Sayfa Değil ki Bu Yaşanan Gerçek...
Şu anda bize bir kişinin bağışladığı Kültür Merkezi'nde devam ediyor çalışmalarına orkestramız. Adımız yine Şile Belediyesi Gençlik Orkestrası.
Burada yıllardır devam eden kurallar hüküm sürmekte; zamanında çalışma yerine gelinecek, ya sürekli geleceksin ya da hiç gelmeyeceksin, çalışma kurallarını Öğretmen, zamanını ise kendin belirleyeceksin, çarpım tablosunu ezbere bilecek, karneye zayıf getirmeyeceksin, önce uzun sesler üflenecek ardından gamlar (her sesin majör ve minör tonunda dizi olarak çalınması) sırasıyla çalışılıp, son olarak verilen marşlar ezberlendikten sonra orkestra üyesi olabileceksin.
Bu epey bir zaman içeriyor. Bu arada çocuk sabrı ve okul dışındaki serbest zamanlarını iyi değerlendirmeyi öğreniyor. Önerinin dışında tarafımızca şu saat ya da bu saat çalışacaksın demeden, kendi kendilerine gelip herhangi bir odaya çekilip, enstrümanlarını çalışmaları, daha da ilerlememize neden oluyor.
Ailesinden destek alabilen ve en önemlisi de evde küçük de olsa bir çalışma mekânı olabilen, küçücük bir çocuk gibi değil de yaşının gerektirdiği şekilde davranılan çocuklar kalıcı oluyorlar.
Bunun aksinde yetişen çocuklar ise çok fazla uyum sağlayamayıp gitmek durumunda kalıyorlar. Bu durumu belki kesin söylemek ve genellemek doğru olmayabilir ancak oluşturulan bu kurum, ister istemez bazı kuralları ve gerçekleri de beraberinde getirdi. Ne yaparsak yapalım, kaç yaşında olursak olalım eğer yaşantımız yaptığımız işi karşılayamıyor ise yaşantımıza denk düşen başka uğraşlara yöneliriz.
Sözü edilen bu emek ve hatta Türkiye'deki ilk misyon, "Burası Türkiye; Almanya, İngiltere vs. yerler değil benim çocuğum şu koşullarda isteğim doğrultusunda gidip gelecek" düşüncesini kabul edemez.
Yapılan çalışmalar Avrupa ya da başka bir deyişle Batı standartlarına uygun olarak ilerliyor. Bu yaklaşım orkestrayı Avrupa'ya tanıtmaya kadar götürdü. Çeşitli il ve ilçelerde verilen konserlerle önce Türkiye'de tanındık. Daha sonra "Kardeş Belediyeler" adlı bir projeye dahil olduk.
2003'te gidilen Almanya'dan, 2005 yılı için iki ayrı kurum tarafından davet edildik. Oraya en önemli ve en zor eserlerle gitmeye hazırlanırken, bir yandan da Almanya'da Herlikofen Derneği'nin hazırlamış olduğu bir festival için 63 tane orkestranın aynı anda çalacakları marşları ve müzik okulunun orkestrasıyla çalınacak jazz eserlerini gitmemize bir hafta kala başarıyla tamamlayabildik.
Almanya Schwebisch Gmünd'de bulunan 62 orkestranın hepsi, Almanya'ya bağlı kentlerden, şehirlerden, kasabalardan gelmişlerdi. Konuk ülke orkestrası olarak katıldığımız bu festivalde inanılmaz ilgiyle karşılaştık. "Biz de okul dışı birtakım etkinlikler yapmaktayız fakat bu kadar gerçekçi ve sıra dışı olmadık, sadece iki notayı üflerken bile bu kadar heyecan duymadık".
Bunlar bize ilişkin ilk sözlerdi. Onların açık olarak ifade ettikleri; onların ülkesine göre her şeyin gerisinde kalmış olan Türkiye'den böyle bir çocuk orkestrasının çıkması inanılmaz bir şeydi. Türkiye'de bu şaşılacak şey değildi elbet.
Bizimkilere sorarsanız "İstanbullu ailelerin çocukları, onlar yapmasın da biz mi yapalım" düşüncesindeler. Bu anlamsız düşünme biçimini üstümüzdeki tişörtler, ayağımızdaki ayakkabılar yok ediyordu. Hele de birlikte çaldığımız okul orkestrası elemanlarının yanında otururken enstrümanlarımızı yan yana getirdiğimizde, bizim çalgılar bu tezin tam aksini iddia ediyordu.
Azmiyle başarılarını orada da şaşkınlıkla izleten İsmet Öğretmen orada orkestra şefliği teklifi aldı. Anlaşılan on altı yılın değerini adamlar bir haftada anlayıvermişlerdi. Bize kullanılabilir fakat eskimiş olan iki trombon, bir trompet armağan ettiler. Şu anda o enstrümanların değerini, bu durumda bizden daha iyi kimse bilemezdi.
Öykünün, pardon gerçeğin sonu geldik demeyelim isterseniz. Çünkü yapılacak çok iş var. Konserler ve seyahatler bizi bekliyor. Umut ediyoruz ki sayfada gördüğünüz resimlerimiz gibi sesimizi de bir gün size ulaştırabiliriz. (RS/KÖ)