Bu durumu meşru görenler ise meydanlara çıkıp "Genel kurmay başkanına memur dediler! Nasıl derler" diye şaşkınlık içinde darbe çığırtkanlığı yapmaktan geri durmadılar. Kendilerini "milyonlar" olarak tanımlayan yaklaşık 300 bin kişinin Çağlayan Meydanı toplantısının sınıfsal analizini yapmak da işte bu noktada bize kalıyor.
Zira oraya Türk bayraklarını alıp gelenlerin yaşadığı kafa karışıklığının anlamı üzerine birkaç kelam edilmezse, orada olup biten şeylerin anlaşılmasında da sorunlar yaşanır. Mesleki zorunluluklar dolayısı ile Çağlayan Meydanı'ndaki tahlili kitlenin arasında zorunlu bir tam gün geçiren birisi olarak bu analizi yapmaya çalışacağım.
Annem nerede?
Bir defa alana sabah erken saatte gelenler arasında ihmal edilemeyecek sayıda döpiyesini Nisan ayında en çok tayyör fiyatları artmış, bir bağlantı var mı acaba?- giyip gelmiş kadın vardı. İhtimal pek çoğu ev hanımı, eşleri devlet dairesinde memur -ya da memur emeklisi-, çocukları handiyse üniversiteden mezun orta yaşın azıcık üzerinde kadınlardı.
Krem rengi tayyörünün üzerine Kanal Türk ile Cem TV tarafından dağıtılan kağıt şapkaları giyerek ve bayrak taşıyarak şekil şartına uyuyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, gözlerim yukarıdaki tanıma gayet uyan annemi aradı. Değil mi ki fikriyatı da tıpkısı, orada olmaması için hiçbir sebep yoktu.
Orta sınıf ilk kez sokakta
Atatürkçü eğitimden geçip bugünlere gelmiş, son bir yılını "zınısım adnıkraf ninekilhet" (tehlikenin farkında mısınız?) sloganı ile korku içinde geçiren kadınlar, bir çoğu devleti yöneten asker-sivil bürokrat elitin gurur duyacağı biçimde yetiştirdikleri çocuklarını da beraberlerinde getirmişlerdi.
Tersten algıların yoğunlukta olduğu meydanda, çoğu okullardan mezun olup birer iş sahibi olan şanslılardandılar. İslami yönetimler konusunda referansı İran-Suudi Arabistan olan, onlar gibi olmak istemeyen ama devletin zirvesinde bağlılıkla sevilen Amerika Birleşik Devletleri ve yıllardır tüm hükümetlerin büyük çaba ile girmeye uğraştığı Avrupa Birliği'ne de karşı olanlar biraradaydı.
Onlara göre Türkiye özgül koşulları içinde değerlendirilmeli ve illa laik olunmalıydı. Onlar için en büyük tehlike İslami yönetim biçimlerinin yaratacağı yaşam tarzı değişikliğiydi. Neredeyse tamamı son bir yıldır Kanal Türk'le yatıp, Tuncay Özkan-Cüneyt Arcayürek ikilisiyle kalkıyordu. Ülke sorunlarını, plajlarda mayo ile dolaşamamak, haşema giyme zorunluluğu ihtimaline indirgemişlerdi. Yüzde 99'u hayatlarında belki ilk kez bir eyleme katılan bu topluluk demokrasiye teğet bile geçmiyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin uyguladığı neoliberal ekonomi politikalarına, sosyal güvenlik ve sağlık sistemindeki olumsuz değişimlere yöneltilebilecek onlarca eleştiri varken, Tayyip Erdoğan'ı ordunun kılıcına yağ sürüp köşeye sıkıştırmak da neyin nesiydi?
Laiklik kelimelerle ifade edilemez!!!
Aslen bizatihi demokrasinin tehlikede olduğu gerçeği ile yüzleşmeden, işsizlik, Kürt sorunu, ermeni meselesi üzerine zerrece düşünmeden, bu sorunlar mevzu bahis iken Türk devletinin her kayd-ı şart altında mutlak haklılığına inanan ve bunu asla sorgulamayan insanlar alanda çoğunluktaydı.
Gerçi Çağlayan mitingine katılan ve benim bildiğim en az iki kişi Hrant Dink'in cenaze törenine de katılmıştı. Türkiye'de giderek yükselen milliyetçilik ve ırkçılık sarmalının farkında oldukları halde, milliyetçilik vurgusunun yoğun bir biçimde yapıldığı bu mitingde ne için yürüdüler? Cevap laiklik ile açıklanıyordu. Sorsanız laiklik onlar için kelimelerle ifade edilemeyecek bir değerdi. Ama bugüne kadarki laiklik uygulamalarının çarpıklığı üzerine söyleyecek pek fazla bir şeyleri yoktu.
Zaten çok açıktı ki, burada yapılan laiklik vurgusu, aslında yavaş yavaş laikliğin ortaya çıkışında olduğu gibi milliyetçi tonu yüksek, baskıcı, kamusal alancı, tepeden inmeci, jakoben bir kimliğe bürünüyordu. Bu baskıcı tonu hiçbir demokratik temayül ile açıklamak da mümkün değildi. Unuttukları bir önemli konu daha vardı: Başörtülü genç kızlar bu ülkede hala üniversiteye gidemiyordu, öte yandan bu ülkede eş anlı olarak "Haydi kızlar okula" kampanyaları düzenleniyordu. Miting de yavaş yavaş halk için, halka rağmen bir kimliğe bürünmeye başlamıştı.
Karışık kafalara karışık şarkılar
Sahne kuruluyordu. Hoparlörler olması gereken yere çıktığında asıl kafa karışıklığı kendisini daha net gösterecekti. Başı açık genç -yaşlı kadınlar ve onlar gibi düşünen erkekler, bir anda Milliyetçi Hareket ve Büyük Birlik Partileri'nin açıkhava toplantılarında, Kayseri Kurultayı'nda falan sürekli çalınan "Baş koymuşum Türkiye'min yoluna/Düzlüğüne yokuşuna ölürüm/Asırlardır kır atımı suladığım/Irmağının akışına ölürüm Türkiye" şeklindeki türküyle birden bire kendilerinden geçtiler. Bir süre sonra sol tandanslı "Bi şey yapmalı" şarkısı çalındı, aynı coşku bu şarkıda da sürdü.
Kitleler ayrımsızdılar, ayrıştırma yeteneği bu ülkede yavaş yavaş kayboluyordu. Artık mitingin ilerleyen saatlerinde çalınan ve cuşu huruş içinde eşlik edilen milliyetçi-solcu şarkılardan oluşan o karmakarışık ve manasız "play list"e şaşırmamam gerektiğini anlamıştım. Hele de tekno usulünde okunan 10'uncu yıl marşı, Cem Uzan'ın çok sevdiği "Gençlik Marşı", Ayten Alpman'ın meşhur ettiği "Memleketim", "Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz" çalınırken insanların hali görmeye değerdi.
Korporatizm...
Korporatizm, yeni Türkiye Cumhuriyetini kuranların toplumsal dönüşümünü sağlamak üzere kullandığı önemli modellerden biriydi. Korporatizm, her kesimin tüm faaliyetlerinin amacını dayanışma ve ortak çıkara indirgeyen politik bir yaklaşım. Buna göre farklı kesimlerin farklılıkları ancak ortak çıkar ya da devletin faydası ekseninde okunduğu müddetçe yaşayabilir.
Son tahlilde Kemalizm'in yeni toplum düzenini kurmaya çalışırken kurguladığı "imtiyazsız, sınıfsız bir kitle ideali" aslında herkesin ortak çıkarı doğrultusunda bir tavır ve tutumu zorunlu kılıyordu. Burada meydanı dolduran kitlelerin ortak çıkarı laiklik ilkesi olarak kendisini gösteriyordu.
Sınıfsız toplum, korporatizm falan derken bu eyleme işçi sınıfının en önemli örgütlerinden biri olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun Çağlayan Mitingi için yaptığı çağrı ve bizzat Genel Başkan Süleyman Çelebi tarafından temsil edilmesi ülkenin ikilemlerini göstermesi açısından mühim olduğu kadar vahimdi de. Toplumun imtiyazssız, sınıfsız olduğuna inananların arasında DİSK'in ne işi vardı?
Kara bulutlar dolaşırken, bulutsuzluğa özlem
Diğer bir deyişle hemen önceki gece Genel Kurmay'ın web sitesinden gelen muhtıra vari uyarı, Çağlayan'da söz konusu insanların ortak çıkarı oluvermişti. Kimsenin gözünde "darbe tedirginliği" görmedim örneğin (Türkan Saylan çıkıp kürsüden darbe istemiyoruz dediyse de ne kadar samimi olduğunu sizin takdirinize bırakıyorum).
Tam tersine, "bu kadar demokrasi bize fazla geliyor" yaklaşımının hakim olduğu bu ortak çıkar doğrultusunda birleşmiş insanların demokratlığından söz etmek mümkün değildi. Nur Serter'in darbe girişimini eleştirenlere karşı "O ordu bizim ordumuz, orduya kalkan eller kırılsın" biçiminde kelimelere döktüğü irade, kendisini gayet iyi anlatıyordu zaten. Sözde sınıfsız, imtiyazsız toplum düzeni kafaları işte böyle karıştırıyordu.
Her şey şaka gibiydi. "Acil Demokrasi" tam da bu meydanda gerekliydi ama Bulutsuzluk Özlemi'nin playback yaparak söylediği aynı adlı şarkısı aslında darbenin yarattığı kara bulutları destekliyor, siyasi havayı daha da karartıyordu. Metronun bedava yolcu taşıdığı, arama noktaları dışında hiçbir polisin göze çarpmadığı mitingin ardından 1 Mayıs'ta yaşanan polis terörünün başka bir anlamı olmalı!(MU/EÜ)