Türkiye'de ilk olarak 2024 Uluslararası Ayvalık Film Festivali’nde izleyiciyle buluşan Birleşik Krallık yapımı "Witches" (Cadılar) filminde yönetmen Elizabeth Sankey, sinema tarihindeki cadıların temsillerini sunuyor.
Filmde cadılar kadar depresyona giren, intihara sürüklenen ya da toplumsal baskılara direnen kadınların görüntüleri de önemli bir yer kaplıyor. Bu görsel arşiv, Sankey’nin anlatıcı sesiyle bir araya gelerek, tarih boyunca kurallara uymayan kadınların nasıl cezalandırıldığını gözler önüne seriyor.
Sankey, Oz Büyücüsü, Girl, Interrupted ve Rosemary’nin Bebeği gibi filmlerden sahneler kullanarak, cadıların kültürel temsillerinin kadınlar, annelik ve ruh sağlığına dair algılarımızı nasıl şekillendirdiğini inceliyor. Yönetmen, filmde kendi doğum sonrası depresyon deneyimine de yer vererek filmi kişisel bir boyutta derinleştiriyor.
Elizabeth Sankey ile filmini, kendi hikâyesini ve kadınların toplum tarafından suçlanma, damgalanma süreçlerini konuştuk.
“Ne kadar çok kadın, o kadar çok cadı”
“İyi cadı”
“Cadılar”da sinema tarihindeki cadı temsillerini ele alırken kolaj tekniğini tercih etmenizin sebebi neydi? Farklı dönemlerden bu temsilleri bir araya getirirken hangi mesajları ön plana çıkarmak istediniz?
Filmin büyük bir kısmı ve aslında hastalığımın kendisi, popüler kültürün kadınları dar ve boğucu bir şekilde tasvir etmesiyle ilgiliydi. Bu tasvirler aslında oldukça kuralcı – bize nasıl davranmamız ya da davranmamamız gerektiği çok net bir şekilde söyleniyor. Ben de bu görüntüleri ve karakterleri alarak, aslında bu “cadı kadınların” korkutucu olmadığını, aksine normal ve gerçek olduklarını göstermek istedim. Hatta belki de ilham verici olduklarını...
Örneğin, The Craft filminde, Sarah'ın kahraman olduğunu, çünkü o "iyi cadı" olduğu için böyle düşünmemiz gerektiği ima ediliyor. Ama ben çok daha fazla Nancy olmayı tercih ederim; yıllar sonra aklımda kalan, beni etkileyen o. Kadınlar olarak sahip olduğumuz güç; büyü ve karanlık hakkında bir şeyler söylüyor, ki bu özelliklerden kaçınmamız gerektiği öğretiliyor. Ama belki de bu taraflarımızı keşfetmek istiyoruz.
Filmde kendi doğum sonrası depresyon deneyiminizi paylaşmanız seyirciyle aranızda özel bir bağ oluşturuyor. Kendi hikâyenizi anlatmaya karar verdiğinizde sizi en çok ne motive etti?
Aslında benim için oldukça doğal bir süreçti. Özellikle diğer kadınların deneyimlerini benimle paylaştığı bir destek grubunda yer almak bana çok şey kattığı için. Bu, kendimi daha az yalnız hissetmeme yardımcı oldu. Ayrıca filmdeki diğer insanlardan hikâyelerini cesurca, açıkça ve dürüstçe paylaşmalarını isterken, aynı cesareti göstermem gerektiğini hissettim. Bunun yanı sıra, filmin başından sonuna kadar kontrolün bende olması da beni rahat hissettirdi. Bu sayede ekrandaki o karanlık yerlere ve anılara rahatça gidebildim ve bu ağır yükü başkalarına taşımalarını istemekten kaçınmış oldum.
Utanç, suçluluk, damgalanma
Cadılık kavramını feminist teori bağlamında ele alıyorsunuz. Toplum tarafından dışlanan kadınlarla modern anlamda “cadı” olarak görülen kadınlar arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?
Film için yaptığım araştırmalardan edindiğim en önemli çıkarımlardan biri, kadınların –anne olup olmadıklarına bakılmaksızın– her zaman utanç, suçluluk ve damgalanma ile mücadele etmiş olmaları. Bu, içinde yaşadığımız ataerkil yapıya yerleşik bir durum. Sistem bizi kontrol etmenin, üzerimizden para kazanmanın ve gücümüzü bastırmanın bir yolu. Kadının nasıl olması gerektiğine dair arkaik idealler hâlâ varlığını sürdürüyor; yalnızca farklı bir şekilde süslenip yeniden sunuluyor.
Filmde bir anne olarak da toplumun yargılayıcı bakış açısını sorguluyorsunuz. Bu konudaki deneyimlerinizin filmi nasıl şekillendirdiğini anlatabilir misiniz?
Pek çok kadın gibi benim de yetişkinliğe geçiş sürecim, kadınların nasıl olması gerektiğine dair kurgusal ve imkânsız bir idealle sürekli kendimi kıyaslama baskısıyla geçti. Bu durum annelik sürecimde de devam etti. Bana anne olmam gerektiği ve anne olduğumda da kusursuz, itaatkâr ve çocuğuna tamamen adanmış bir anne olmam gerektiği söylendi. Daha sonra işime dönüp kariyer yapmam, ama çalışırken de anne değilmişim gibi davranmam beklendi. Yaşlanmaya başladığımda ise yaşlanma belirtilerini gizlemem ya da yok etmem ve sonsuza dek genç kalmaya çalışmam gerekti. Bunun yanı sıra iyi bir eş, arkadaş ve evlat olmam da bekleniyordu. Her kadın bu ideale uymak zorundaymış gibi görülüyor ve uymadığımızda yargılanıyoruz. En yıkıcı olanı ise, kendimizi bu konuda en çok yargılayan kişiler olmamız.
Dedikodunun işlevi
Filmde “Cadı Meclisi” kavramı, kadın dayanışmasını simgeliyor. Bu dayanışma grubunu filme dahil etmek neden sizin için önemliydi?
“Malleus Maleficarum”da, bir grup olarak bir araya gelen her kadının cadı olduğu yazılmış. Kadınların oturup konuşması ataerkil yapıyı tehdit ediyor ki, bu bana bunun iyi bir şey olduğunu gösteriyor! Aynı şekilde “dedikodu” da küçümseniyor, ama aslında dedikodunun önemli bir işlevi var: Dedikodu sayesinde kadınlar bilgi ve deneyimlerini paylaşıyor, hatta birbirlerini bir erkeğe ya da dikkat etmeleri gereken bir duruma karşı uyarıyor. Kadınların duyguları ve deneyimleri üzerine konuşması benim için inanılmaz güçlü bir şey ve bunu daha sık yapmamız gerektiğini düşünüyorum.
Tarih boyunca kadınların/cadıların marjinalleştirilmesi üzerine çalışırken, hangi teorisyenlerden ya da filozoflardan ilham aldınız?
Ah, saymakla bitmez! Bu konuda pek çok kitap, akademik makale ve yazı okudum. Ama aynı zamanda Cindy Sherman ve Francesca Woodman gibi fotoğrafçıların kadın imgesiyle nasıl yüzleştiklerine de baktım.
“Cadılar” sadece kişisel bir hikâye değil, aynı zamanda kültürel bir eleştiri. Filmi izledikten sonra izleyicilerden sorgulamalarını beklediğiniz nedir?
En çok karşılaştığım sorulardan biri, oğlum büyüdüğünde bu film hakkında ne düşüneceğini düşünüp düşünmediğim oluyor. Bu sorunun genellikle bir şefkât duygusundan kaynaklandığını biliyorum ve insanlar beni ebeveyn olarak yargılamak istemiyorlar, ama yine de bu soru bana yargılanıyormuşum gibi hissettiriyor. Bu da kadınların bu konular hakkında konuşmasının ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Her zaman çocuklarımız bağlamında değerlendiriliyoruz, hatta çocuk sahibi olup olmamamızdan bağımsız olarak!
Birleşik Krallık’ta doğum sonrası dönemde intiharın en yaygın ölüm nedeni olduğunu göz önünde bulundurursak, kadınları birey olarak ele almanın, onları yalnızca bu kimlikleriyle önemsemenin ve deneyimlerini paylaşmalarını teşvik etmenin artık kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. (TY)
Elizabeth Sankey hakkında
İngiliz sinemacı, yazar ve müzisyen.
Sanat kariyeri, feminist temalar, toplumsal cinsiyet ve kimlik meseleleri üzerine yoğunlaşan projelerle dikkat çeken Sankey, özellikle belgesel-sinema alanındaki çalışmalarıyla tanınıyor.
Sankey, ayrıca Summer Camp adlı indie pop grubunun vokalistlerinden.
1991 doğumlu.