"Burada tiyatro olmadığı gibi, sinema da yok. Otomobiller yasak. Dünyada kaç yer olabilir böyle? Evimizde telefon yok. Eşeklerin anırması sinirlerimizi yatıştırıyor. Büyükada'nın ada olduğunu biran için bile unutmak mümkün değil: Deniz pencerelerimizin hemen altında ve adanın hiçbir yerinde denizden saklanılabilecek bir nokta yok. Taş duvarın hemen on metre ötesinde, elli metrede balık avlıyoruz -İstakozlar. Bazen haftalar boyunca deniz bir göl kadar durgun oluyor."
"Şu geçtiğimiz 53 ay boyunca" diyor, "Paha biçilmez öğretmenim sayesinde, Marmara Denizi ile sıkı fıkı oldum". Öğretmen, balıkçı Haralambos'tur.
"Bazen ağları indirir indirmez arkamızda ani bir su şakırtısı ve bir homurtu duyulur. 'Yunus!' diye bağırır Haralambos korkulu bir heyecanla. Tehlike! Yunus, balıkçının taşlar atarak balıkları ağa doğru sürmesini bekler, sonra tek tek koparır alır balıkları, yanında baharat olsun diye ağın da koca koca bölümlerini yırtıp götürerek. 'Ateş edin, Monsieur!' diye bağırır Haralambos. Ve tabancamı ateşlerim. Genç bir yunus bundan korkar ve kaçar. Yaşlı korsanlar ise, o otomatik oyuncak tabancayı hor görür ancak. Silah sesinden sonra, salt kibarlık olsun diye, biraz uzaklaşır, bir-iki homurdanır ve beklerler. Çok zaman boş ağımızı aceleyle çekip başka tarafa gitmek zorunda kalmışızdır."
Büyükada'da İzzet Paşa yalısında geçirdiği sürgün yıllarından sonra, Troçki'ye 1933 Temmuz'unda Fransız vizesi çıkar.
"Bu sabah balık yoktu. Mevsim artık sona erdi, balıklar derin sulara gittiler. Ağustosun sonlarına doğru dönecekler, ama o zaman artık bensiz çıkacak Haralambos balığa. Şu anda alt katta, yararlılığına belli ki pek de inanmadığı kitaplarla dolu sandıkları çiviliyor. Açık penceremden, devlet memurlarını İstanbul'dan yazlık evlerine taşıyan küçük vapuru izliyorum... Daha iyi mi olur, daha kötü mü, bilmem, ama 'Büyükada' adlı bölüm sona eriyor."
Hüzünle ayrılıyor gibidir Troçki Büyükada'dan. Dört yıl boyunca uzun ve keyifli bir tatil yapmıştır sanki. Bir açıdan öyle: Haralambos'la yarenlik etmiş, eşek sırtında ada turlarına çıkmış ("adanın çevresini yayan iki saatte dolaşmak mümkün" diyor gerçi), kayıkla Kartal'a uzanıp bıldırcın ve tavşan avına çıkmış, her gün taze İstakoz yemiş.
"Bazen Haralambos akşam üzeri İstakoz ağlarını denize atar ve ertesi sabah biz de onları almaya giderdik. Bir gün tam otuz İstakozla döndük ve Troçki büyük bir gururla hepsini yemek odasının zeminine sermemizi istedi" diye anlatır genç muhafız ve sekreteri Jean van Heijenoort.
Oysa, Attilâ ilhan'ın sözleriyle, "devriminden sürgündür" Troçki.
Ve Odessa'dan bir daha Rusya'ya hiç dönmemek üzere eşi Natalya ve oğlu Lyova ile vapura bindirildiğinde, hava koşulları bile Stalinist karşı devrimin önünü almaya çalışır gibidir. Troçki'nin bindirileceği Kalinin vapuru buzlar arasında sıkışıp kalmıştır, tüm çabalara rağmen kurtarılamaz. Stalin'in gecikmeye tahammülü yoktur. GPU ajanlarının verdiği emirle, alelacele İlyiç şilebi hazır edilir. Bazen gülünç, bazen ilginç, bazen de böyle acıklı oluyor tarihin bu anlamsız cilveleri: Adları devrimle özdeşleşen iki yoldaştan biri, diğerinin adını taşıyan bir şileple sürgüne gönderiliyor. Yoldaşlardan birinin cansız gövdesi mumyalaştırılıp sirklerdeki sakallı kadın veya ateş yutan cüce gibi gösterime açılmış, diğeri on yıl sonra dünyanın öbür ucunda, Coyoacân'da, kafasına vurulan bir buz baltasıyla öldürüleceği güne doğru ilerliyor. Bugünden bakıldığında, Troçki'nin daha sonra söyleyeceği "Tarihin intikamı Genel Sekreter'in intikamından çok daha acı olur" sözleri, Odessa limanında 10 Şubat 1929 günü yaşanan sahnenin acılığını hafifletmiyor, ama gözlerimde belli belirsiz bir gülümsemenin belirmesini de engelleyemiyorum.
Tünel'deki binada Troçki
İlyiç şilebi iki gün sonra İstanbul limanına girdiğinde, güvertedeki sahneyi sanki oradaymışım gibi canlandırabiliyorum gözlerimin önünde. Birkaç yüzyıldır İstanbul'a gemiyle ulaşan tüm Batılı seyyahların anılarında, seyahatnamelerinde tasvir ettikleri sahne.
Troçki, Natalya ve Lyova şilebin burnunda, iskele tarafındaki parmaklıklara yaslanmışlar, hayret ve hayranlıktan gözleri büyük büyük, yavaşça yaklaşıp netleşen İstanbul siluetini izliyorlar:
Kar yağdı yağacak, boğazın iki yakasında tepelere doğru uzanan külrengi çam ormanlarının arasında tek tuk ahşap konaklar, güdük camiler, az ilerde haşmetli bir hisar. Biraz daha gitseler, sayısız gravür ve tabloya konu olan sarayı ve minareleri görecekler, ama Büyükdere önlerinde demirliyor İlyiç şilebi. Gemiye ulaşan Türk polisi manzaranın büyüsünü bozuyor. Türkiye'ye öldürülmek üzere gönderilmiş olduğuna emindir Troçki. Babasının Mustafa Kemal'e hitaben yazdığı mektubu polise Lyova teslim eder:
"Beyefendi,
İstanbul kapılarından size şunları bildirmekle şeref duyarım: Kendi arzumla Türk sınırına gelmiş değilim ve bu sınırı zor kullanıldığından dolayı aşmaktayım.
Cumhurbaşkanı beyefendi, hürmetlerimin kabulünü rica ederim."
Yanılıyordur Troçki. Öldürtüleceği konusunda değil, ama bunun Türklere yaptırılacağı konusunda. Aksine, Ankara'dan emir gelmiş, İstanbul Valisi Muhittin Bey ile polis müdürü Binbaşı Şerif Bey kapsamlı önlemler almışlardır.
Troçki'nin İstanbul'a geldiğini ne Rusya'da ne Türkiye'de birkaç görevli dışında bilen yoktur henüz. Konsolosluğun gönderdiği otomobil akşam saatlerinde Tünel'e doğru yol alırken, olsa olsa İstanbul sokaklarında o günlerde henüz otomobil sayısı pek kabarık olmadığı için ilgi çekmiş olabilir.
Rus Konsolosluğu'nun iki binası vardır o yıllarda. Eski sefaretin bulunduğu Narmanlı Han'dan hemen karşısında mimar Fossati'ye yaptırılan yeni binaya çoktan taşınılmıştır, ama eski bina da Konsolosluğa aittir hâlâ; içinde bir-iki Rus şirketi bulunmakta, bazı bölümleri, belki de, hapishane olarak kullanılmaktadır. Troçki'nin hangi binada kaldığını kestirmek zor.
Lyova, "Tünel'deki binadan" çıkıp kâh Moskova'da merkez komitesine, kâh Troçki'nin Fransa'daki taraftarlarına telgraf çekmek için Galatasaray'daki postaneye gidiyor, NATA seyahat acentesine uğrayıp vize alabilirlerse gitmeyi hayal ettikleri çeşitli ülkelere vapur fiyatlarını öğreniyor, Troçki'nin bildiği çeşitli dillerde bulabildiği gazeteleri alıp "Tünel'deki binaya" dönüyor. Ama Narmanlı Han'a, Konsolosluğun eski, belki artık biraz eski püskü, artık müştemilat haline gelmiş binasına yerleştirilmiş olduğunu düşünmek de zor.
Muhaliftir, sürgündür Troçki, ama Troçki'dir: Devrimin lokomotif gücü olan Petersburg Sovyeti'nin başkanı Troçki; devrimin bir kan gölünde boğulmasını engelleyen Kızıl Ordu'nun kurucusu ve komutanı Troçki; iç savaş süresince iki yıl boyunca bir trende yaşayıp cepheden cepheye koşturan Troçki; proletarya devriminin, sosyalizmin en ateşli, en etkileyici hatibi Troçki. Buz baltası da bu nedenle Alma Ata'da değil, İstanbul'da değil, on yıldan uzun süren bir karalama kampanyasından sonra Meksika'da vurulabilmiştir ancak kafasına.
Bu nedenle sağdır hâlâ. Bu nedenle, Stalinist bürokrasinin karşı devrimi hız kazanırken önce Kazakistan'a, sonra yurtdışına sürülmesi gerekmiştir.
"Biz devlerin omuzlarında durduğumuz için uzağı görebiliyoruz" diyen bu dev, Büyükdere'den Tünel'e giderken otomobilinin penceresinden gördükleri hakkında neler düşünmüştür? Otomobil Narmanlı Han'ın önünde durduğunda, bu garip sütunlu bina hakkında, Konsolosluk şoförünün belki de kibarca arkaya doğru dönüp "Grand rue de Pera" diye tanıttığı, Paris'in herhangi bir bulvarına benzeyen bu cadde hakkında neler geçmiştir aklından?
Verimli sürgün yılları
Hiçbir zaman bilemeyeceğiz bu soruların cevabını, ama Troçki'nin bunları uzun boylu düşünmediğini tahmin edebiliriz. Dünyayı değiştirmeye adanan hayatlar, dünyayı değiştiren hayatlar tarih sahnesinde öylesine parlıyor ki, o keskin, göz kamaştıran ışıkta kişisel özellikler siliniyor adeta. Sadece izleyenler açısından değil, o hayatı yaşayanlar açısından da.
Troçki'nin Odessa'da İlyiç şilebine yüklenen, Büyükdere'den Tünel'e, oradan Tokatlıyan Oteli'ne, sonra Bomonti'de İzzet Paşa Sokağı'ndaki eve, ardından Büyükada'ya taşınan ve nihayet Haralambos'un Fransa'ya gönderilmek üzere tekrar paketlediği eşyaları 12 sandık dolusu kitap, arşiv ve belgeden ibarettir.
"Evde varlığını hissettiği birkaç özel eşyası, dolmakalemi, dıştan takma motor, balık oltası ve av tüfeğiydi... Dolmakaleminin onun gözünde büyük bir önemi vardı, yeni bir dolmakalem seçmek bir sürü sıkıntı demekti" diyor van Heijenoort.
"Troçki'nin hiç ufak tefek süs veya hatıra eşyası yoktu. Bir zamanlar yatağının başucunda, belki de Rusya'daki en yakın dostu olan Rakovski'nin bir fotoğrafı dururdu. Fotoğraf, 1932'de Rusya dışına gizlice çıkartılmıştı."
Büyükada'da İzzet Paşa yalısının çatı katındaki su ısıtıcısının neden olduğu yangında "kitaplar, devrim günlerinden kalma fotoğrafların bulunduğu bir koleksiyon, dünyanın durumu hakkında bir kitap yazmak üzere hazırlanmış dosyalar, kişisel bazı eşyalar ve iki Rusça daktilo" yitirilir, "Troçki'nin o zamanlar üzerinde çalıştığı Rus Devrim Tarihi'nin ikinci cildinin el yazmaları ve Sibirya'deki sürgünlerle yapılan mektuplaşmaların dosyaları" kurtarılır. Yalı sakinleri "Savoy Oteli'nde, üç küçük odası bulunan, avlu içinde müstakil bir binaya" taşınır.
"Hepimiz yangının onarılmaz kayıplarından dolayı rahatsız ve üzgündük - Yoldaş Troçki hariç. Otele yerleşmemizin hemen ardından stenografı çağırttı ve sanki hiçbir şey olmamış gibi, kitabının bölümlerini dikte ettirmeye başladı."
Büyükada'da Troçki'yle kısa ve uzun süreler birlikte kalanların yazdıklarının, anlattıklarının arasında, Troçki'nin kişisel ruh halini, düşüncelerini yansıtan anılar çok azdır. Özlem, kızgınlık, kendi kendine acıma, belki bazen pişmanlık, çok zaman isyan: Bir sürgünün kaçınılmaz olarak duyacağı bu hislerden eser yok gibidir Troçki'de. Olmamasını bazen inanılmaz buluyor, bazen de, dönemi düşününce, anlar gibi oluyorum.
Yıllardan 1929, 30, 31: Avrupa'da yirminci yüzyılın en karanlık, en lânetli döneminin ilk yılları. Troçki İstanbul'a vardıktan az sonra Wall Street borsası çökmüş ve yüzyılın en büyük ekonomik krizi patlak vermiş, işsizlik tüm Avrupa ülkelerinde örgütlü işçi sınıfını hallaç pamuğu gibi atmaya başlamıştır.
Sovyetler Birliği'nde Birinci Beş Yıllık Plan'ın 1928'de uygulamaya başlanmasıyla, 1917'nin muzaffer işçi sınıfı iktidardan adım adım uzaklaştırılmakta, bürokrasi kendi iktidarını adım adım pekiştirmektedir.
Almanya'da faşizmin engellenebilir ama engellenmeyen yükselişi nihayet, Troçki İstanbul'dan ayrılmadan dört ay önce, Hitler'in iktidara gelmesiyle sonuçlanır. Tüm bu gelişmeleri Troçki gün gün izliyor, yorumluyor, açıklıyordur; kitaplar, Muhalefet Bülteni'ne yazılar, dünya basınına makaleler yazıyordur; Sovyetler Birliği'nde çoğu Sibirya'da sürgünde olan taraftarlarıyla, Fransa'daki, Amerika'daki Troçkistlerle yazışıyor, hemen hepsi Kızıl Ordu'nun tek bir mangasından daha küçük olan örgütlerin iç sorunlarını çözmeye, büyümelerini sağlamaya çalışıyordur.
Ve her şeyden önemlisi, faşizmi engellemenin gün gibi aşikâr taktiklerinin, Üçüncü Enternasyonal'in ilk kongrelerinde geliştirilen birleşik işçi cephesi taktiğinin Almanya'da uygulanması için hiç durmadan yazıyor, bulabildiği herkesle yazışıyordur.
Kısacası, mücadelenin dışına sadece coğrafî anlamda düşmüştür Troçki. Başkaca, bir yandan faşizmin, öte yandan Stalinist bürokrasinin yükselişine karşı direnişin tam göbeğindedir. Ve bilincindedir bunun.
Yıllar sonra, Meksika'dayken, hayatında verdiği en önemli mücadelenin, yaptığı en büyük katkıların, Petersburg'da veya iç savaş meydanlarında değil, sürgün yıllarında olduğunu söyleyecektir. Doğrudur. Ekim Devrimi'nin yaktığı meşaleyi düştüğü yerden kapıp günümüze kadar sönmeden gelmesini sağlayan, hayatı pahasına, Troçki olmuştur. Uzun yolculuğu sırasında meşalenin istiklal Caddesi'nden, Büyükada'dan geçmiş olması anlamsız bir tesadüften ibaret. Ama anlamlı olan şu: "Hayatı pahasına" dedim ya. işte, hayat böyle yaşandığı zaman anlamlı oluyor. (BB)