Ancak, öyle anlaşılıyor ki herkesin tarifi farklı. Örneğin Altan, ABD'nin Ortadoğu'sunu, Türkiye'ye düşen rolü de saptayarak şöyle tarif ediyor:
"Müslümanlığın demokratikleştirildiği, Vahabiliğin tasfiye edildiği, insan haklarına, demokrasiye ve piyasaya dayalı, Sovyet topraklarındaki Türki ülkeleri de kapsayan koca bir Ortadoğu. Türkiye bu hedeflere yaklaştığı oranda bölgede 'örnek ülke' olacak, uzaklaştıkça şansını yitirecek." (Sabah, 2 Şubat 2004)
Böylesine baştan çıkmış Amerikancı bir anlayışı dünyanın başka bir yerinde bulmak mümkün mü bilmiyorum. Ama, öyle anlaşılıyor ki, Altan kadar "cesur" olmasalar da bu görüşü paylaşan "aydın" sayısı bu topraklarda hiç de az değil.
Bir aydın ihanetiyle karşı karşıyayız. Çünkü; savaş yanlısı olmadan, emperyalizmin insanlık için hayırlı ve ilerletici bir güç olduğunu savunmadan, ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgalini desteklemeden; askeri darbeleri kutsamadan, cinayetlere haklı gerekçeler bulmadan, ABD ve Batı'nın daha yakın geçmişte, 20. yüz yılda, insanlığa karşı işlediği yüz kızartıcı suçları aklamadan yukarıdaki satırları yazmak imkansızdır.
Anlaşılan, Mehmet Altan'ın "safları" biz oluyoruz. Çünkü, bir kez daha beyaz adamın barbarların dünyasına medeniyet getireceğine inanmamızı istiyor.
Beyaz adamın medeniyeti
Ergin Yıldızoğlu'nun da belirttiği gibi, "Büyük Ortadoğu" bir kavram ve stratejik bir yaklaşım olarak, ABD dış politika çevrelerinde, 1990'ların ikinci yarısından itibaren üretilerek kullanılmaya başlandı.
Bu dönem, Rusya'nın Kafkaslar'daki etkinliğini yeniden arttırmaya başladığı bir aşamaya denk geliyordu. Yani yeni değil. Üstelik bu kavram, tıpkı günümüzdeki gibi Kuzey Afrika'dan, Afganistan'a kadar uzanan bölgeyi kapsayacak şekilde kullanılıyordu. (Cumhuriyet, 2.2.2004)
Sosyalist sisteminin dağılmasının ardından, küresel denge siyasetlerine ihtiyacı kalmayan; dünyanın zenginliklerini işbirlikçiler ve yerel despotlar ile eskisi gibi paylaşmak istemeyen (buna artık ihtiyaç duymayan) ABD ve Batılı müttefikleri; Irak'ı ve Afganistan'ı işgal ederek bölgede yeni bir statüko oluşturma yolundaki en önemli hamleyi gerçekleştirmiş durumda.
Dünyanın bilinen en zengin enerji yatakları üzerinde mutlak hakimiyet kurma ve görünür gelecekte küresel bir rakibin çıkmasını önleme stratejisi izleyen ABD, Ortadoğu'yu Kafkaslar üzerinden Orta Asya'ya bağlayan bir hat ekseninde Avrasya'yı yeniden yapılandırmayı hedefliyor.
Bu stratejinin nihai amacı, gezegen üzerinde mutlak egemenlik kurmaktır. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel, 2004 yeni yıl mesajında bu hedefi açıkça ilan etti. Powel, ABD'nin "Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın her yerine demokrasiyi götürmek için" çalışmaya devam edeceklerini söyledi.
Sırada, İran ve Suriye'nin bulunduğu; dinci Arap rejimleri için saray darbelerinin planlandığı bilinmektedir. Operasyon dar anlamda Ortadoğu ile sınırlı değildir. Geçen Aralık ayında Gürcistan'da gerçekleştirilen ve Şavardnadze'nin devrilmesiyle sonuçlanan Amerikancı "sivil darbe" bu bağlamda ele alınmalıdır. İşte "Büyük Ortadoğu" bu projenin ismi oluyor.
Radikal İslamın dramı
Gerici Arap rejimleri varlıklarını korumak için on yıllardır Filistin davasını acımasızca kullandılar. ABD ve İsrail'e karşı zaman zaman Avrupa kartını (eskiden Sovyet kartını da) kullanan ya da tersini yapan bu ülkeler, Filistin davasını sürekli olarak paraya çevirdiler.
Kendilerini, Batının bölgedeki çıkarlarını koruyacak yegane güç olarak takdim eden bu rejimler, iktidarlarının geleceğini de bu sorunun devamını sağlamakta buldular. Bu konuda, ABD, İsrail ve gerici Arap rejimleri arasında uzun süre devam eden zımni bir mutabakatın bulunduğu söylenebilir.
Ancak, bu "şer ekseni" nihayetinde bir Soğuk Savaş dönemi oluşumuydu ve belli bir tarihsel kırılmayla ancak 2001 yılına kadar yaşayabildi. Özellikle, 11 Eylül eylemi ve ardından Afganistan ve Irak'ın işgali sonucu ABD'nin bölgeye yerleşmesiyle, artık bu ahlaksız ittifakın da bir hükmü kalmadı.
Tersine, Ortadoğu'da oluşturulmaya çalışılan ve ironik şekilde "demokrasi ihracı" diye kodlanan yeni yapılanma içinde gerici Arap rejimlerine yer yok. ABD'de geliştirilen "ılımlı islam" projesi ile küresel ölçekte radikal islamın ezileceği yeni bir döneme girildi. Sosyalizme karşı savaşta, geçmişte utanç verici şekilde kullanılan radikal islamcılara da artık ihtiyaç yok.
İşte Mehmet Altan'ın tasfiye edileceğini söylediği "Vahabilik" hadise budur.
Washington mütarekesinin kalemler
Bazı yazarlar,, Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın geçen Ocak ayı sonunda gerçekleştirdiği ABD ziyaretinin neden başarılı olduğu konusunda telaşla kanıt arıyorlar. Bu yazarlardan biri de Milliyet gazetesinin Washington muhabiri ve köşe yazarı Yasemin Çongar. Bu güzide yazarımıza göre, "1 Mart tezkeresinin reddedilmesiyle iki ülke arasında başlayan gerilim" söz konusu ziyaret ile aşılıyor ve bu durum, Türk hükümetinin başarısının en önemli kanıtı oluyor.
Çongar şunları yazıyor:
"Bush'un Ankara'yı ziyaret kararı, AKP'nin politikalarının Washington'da büyük ölçüde benimsenmesiyle bire bir bağlantılı. Dahası Washington, Emine Erdoğan ve beraberindeki bakan eşlerine gösterdiği konukseverliği, başkan Bush'un First Lady'nin hanımlar için verdiği çay davetine kısa süre katılmasıyla yeni bir boyuta taşımıştır. Bush'un hanımlara yaptığı gelenek dışı sürpriz, 'Başınızın örtülü olması, Türkiye'nin seçilmiş liderlerinin eşleri olan sizlerin başımızın üstünde yeri olmasını neden engellesin ki' demektir ve bu jestle beyaz Saray, Cumhuriyet Bayramı davetini 'eşsiz' yapma gafletini gösterebilmiş Çankaya köşküne olabilecek en net mesajı göndermiştir." (Milliyet 2.2.2004)
İşte, kendi hayatlarına, değerlerine, toplumuna ve dünyanın mazlumlarına ihanet böyle bir şey. Bir kez bu yola girildi mi akıl tutulmasına uğramak kaçınılmazdır. Bu aşamadan sonra, üretilen tek şey siyasal gericilik oluyor. Bu durumda, ne ABD'nin bölgede geliştirdiği "ılımlı" İslam projesini ve bu bağlamda Türkiye'ye biçilen rolü görebilirsiniz ne de ortada analiz yeteneğiniz ve tarih bilginiz kalır.
Mehmet Altan da bu konudaki yüksek fikirlerini bizden esirgemiyor:
"Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Çankaya'ya sokmadığı başbakanın eşi Beyaz Saray'da en üst düzeyde kabul görüyorsa, bundan daha net bir mesaj olabilir mi?"
Mehmet Altan'ın bizi aydınlatmasına biraz daha izin verelim.
"Türkiye'deki 'türban' tartışması, 'Cumhuriyetçiler' ile 'demokratlar' arasındaki büyük farkı ortaya çıkaran en keskin örneklerden biridir... Demokratlar için esas olan, bireyin temel hak ve özgürlükleridir." (Sabah, 2.2.2004)
Durum bu kadar basit işte. Bu jestin altında hiçbir hesap yok! Müthiş bir analitik düşünce örneğiyle karşı karşıyayız, sayın seyirciler!
Devrimci Erdoğan!
Şifreyi çözmeden önce araştırmamızı biraz daha sürdürelim.
Sabah gazetesinden yine güzide bir muhabir-yazarımız; Aslı Aydıntaşbaş -ki kendileri Washington'dan yazıyorlar- tıpkı Çongar gibi, yazılarında Erdoğan'ın ABD ziyaretinin ne kadar başarılı geçtiğine, okurlarını inandırmaya çalışarak başlıyor. Üstelik, bu pek liberal yazar arkadaşımız -ki kendileri aynı zamanda CIA'ya yakınlığıyla bilinen ve Yahudi sermayesinin desteklediği 'Batı Politika Merkezi' isimli bir think-tank kuruluşunda da çalışırlar- şöyle yazıyorlar:
"Erdoğan'ın (ABD) gezisinin son ayağı Harvard'da tıklım tıklım bir salonda yaptığı konuşma, ne şu ana kadar bir Türk başbakanı ne de bir Müslüman liderin telaffuz etmediği cinsten taze ve devrimci düşünceleri içeriyordu. Global açıdan Amerikalılar'ın karşısında yepyeni bir fenomen var. İslam dünyasında reform ve demokratikleşme çağrısı yapan Erdoğan, belki de bu çıkışları yapacak kredibiliteye sahip tek siyasetçi." (Sabah gazetesi, 2.2.2004)
Görüldüğü gibi yazarımız "devrim" ve "devrimcilik" hakkında da çok derin bilgiye de sahip. Bu kadar cesaret cahillik ürünü olabilir mi bilmiyorum ama, gerçek devrimcinin Erdoğan olduğu söylemek, eminim CIA'yı bile şaşırtmıştır.
Da Vinci'nin şifresi
Şimdi şifreyi çözmeye başlayalım.
Amerikan sermayesinin ünlü yayın organı Wall Street Journal gazetesinin 24-26 Ekim 2003 tarihli sayısında çok önemli bir makale yayımlandı. Bu makale, Cengiz Çandar dışında (D.B Tercüman, 6 Şubat 2004) kimsenin dikkatini, her nedense, çekmedi.
Makale iki imzalı. İmzalardan biri, adı yeni yeni parlayan Amerikalı stratejist Aonald Asmus'a ait. Diğeri ise tanıdık bir isim; Dışişlerimizin "seçkin" diplomatlarından Özdem Samberk.. Yazının başlığı da hayli ilginç; "Wanted: New Thinking on Turkey", yani "Türkiye için yeni düşünce aranıyor." Yazı fiyakalı bir soruyla başlıyor:
"Jeopolitik sınav sorusu; Bugün Avrupa'da hangi ülke, Batı Almanya'nın Soğuk Savaş'ta olduğu kadar önemlidir?"
Bildiniz! Yanıt, "Türkiye."
Yazıda, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra Batı için en büyük tehlikenin, Afganistan'dan Fas'a kadar uzanan bir yay içinde İslam dünyasından geldiği belirtiliyor. Batı'yı Doğu'dan ve Güney'den kuşatan bu büyük yayda her an kitle imha silahları üretecek ve teröristlere yardım edebilecek "haydut devletler" bulunuyor.
Yazarlarımız şöyle devam ediyor:
"Bu bölgeden yola çıkan tehlikeler, bugün Euro-Atlantik dünyasının karşısındaki en büyük tehdidi oluşturuyorlar. Batı'yı bu tip tehditlerden koruyacak yeni ve büyük bir strateji geliştirmek zorundayız. Aynı ölçüde önemli olan, bölgenin kendisinin daha demokratik çizgilerde dönüştürülmesine yardımcı olarak, terörizmin kökündeki nedenleri kaldırmaya yönelmemizdir. Türkiye, artan ölçüde istikrarlı bir Avrupa ile giderek tehlikeli hale gelen Ortadoğu'nun arasındaki fay kırığının üzerindeki ağırlık merkezinde yer alıyor. Türkiye'nin konumu, Büyük Ortadoğu'yu bizleri tahrip edecek insanları yetiştirmeyecek biçimde tedavi etmeyi amaçlayan bir Batı stratejisinde yeni bir köşe taşını oluşturacak devlet yapıyor."
Yeterince açık değil mi?
Çandar, yukarıda andığımız köşe yazısında, Wall Street Journal gazetesindeki makale hakkında şunları söylüyor:
"Şimdi, Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül'ün Beyaz Saray görüşmesinin 'Büyük Ortadoğu'da işbirliği' gündemi nedeniyle, niçin son on yılın en önemli görüşmesi olduğunu ve bu ikilinin Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda izlediği politikanın gerekçelerini anlayabilir musunuz?"
Ne gezer! Biz pek safız.
Türkiye'nin rolü; karakter oyuncu
Gelelim dünya finans çevrelerinin başka bir ünlü gazetesi, Financial Times'a... Bu gazetenin 27 Ocak 2004 tarihli sayısında yeralan David Fhillips imzalı yazıda şöyle deniyor:
"Bush, Türkiye'den ne beklediğini açıkça ifade etmeli. (Yazar, ABD Başkanı'nın NATO zirvesi münasebetiyle önümüzdeki Haziran ayında yapacağı Türkiye ziyaretine gönderme yapıyor.) Yeniden yapılanmaya yardım eden ve müdahale etmeme ilkesine sadık kalan bir Türkiye, Irak'ta hayati önemde rol oynayabilir. Kafkaslar'da istikrar unsuru olabilir." (Radikal, 29.1.2004)
Bugün Türkiye'nin küresel düzen içindeki yeri yeniden tanımlanıyor ve kendisine yeni bir rol biçiliyor. Önümüzdeki dönemde, Türkiye bir "ılımlı" islamizasyon süreciyle karşı karşıya kalacaktır. Çünkü, radikal islama karşı Türkiye'ye biçilen rol, "ılımlı islam" ülkesi olarak bir "örnek" oluşturmasıdır. Artık "modern, laik, gelişmiş ve demokratik Türkiye" onların işine yaramıyor. Bu proje, kurulu düzen içinde şiddetli bir iç çatışma olmadan hayata geçirilemez.
İşte, Altan, Çandar ve diğerleri bize bunu vaaz ediyor. Onlar demokrasi cephesini oluşturuyorlar!
Bilmem, başka bir yoruma gerek var mı? (MY/NM)