Bilindiği gibi, daha önce ismi G-7 olan ve ABD dışında Almanya, Fransa, İtalya, Kanada, İngiltere ve Japonya'dan oluşan örgüte, Rusya'nın da -kendi ısrarı sonucu- katılmasıyla üye sayısı sekize çıktı. Rusya'nın bu örgüte katılıma isteği, bir tür yakın kontrol imkanı verdiğinden diğerleri tarafından da kabul edildi. Bu üye bileşimine bakıldığında, her konuda ortak kararların alınması pek mümkün görünmüyor. Ancak, dünyanın yoksullarına karşı bir kutup oluşturduğu da açık.
See Island zirvesinde BOP, doğrudan ABD Başkanı George W. Bush tarafından sunulacak. Kuzey Afrika'nın Atlantik ucundaki Fas'tan Asya içlerine kadar uzayan ve 22 İslam ülkesini içine alan bu geniş coğrafyada, rejimleri değiştirmeyi öngören proje, ABD tarafından diğerlerine dayatılacak.
"Demokratik ortak"
Bu nedenle, zirveye ilk kez Grup üyeleri dışından ülkeler de davet edildi. Bush tarafından davet edilenlerden biri de Türkiye Başbakanı R. Tayyip Erdoğan. Başkan Bush'un Erdoğan'a davetinin "demokratik ortak" sıfatıyla yapıldığı açıklandı. Türkiye'nin yanı sıra aralarında Mısır, Tunus ve Ürdün'ün de bulunduğu bazı Arap ülkeleri de davet edilenler arasındaydı. Ancak bu ülkeler toplantıya katılmayacaklarını bildirdi. Erdoğan ise Bush'un davetine icabet edeceğini ve 8-10 Haziran tarihlerinde ABD'de olacağını açıkladı. Gazetelerde bu davet, "Erdoğan zenginler zirvesinde" gibi, malum kompleksin her satıra sızdığı başlık ve haberlerle verildi.
Bölgedeki Batı'ya yakın Arap ülkelerinin zirveye katılmıyor oluşu sürpriz değil. Çünkü BOP'un See Island'da yapılacak G-8 zirvesine sunulacağını ilk duyuran Londra'da Arapça yayınlanan El hayat gazetesi oldu. Bunun ardından, İran, Suriye, Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan ve Mısır bu projeye karşı olduklarını duyurdular ve protesto ettiler. Bölge gazetelerinde ve televizyonlarında yaklaşık altı aydır yoğun şekilde BOP'u eleştiren yazılar ve programlar yayımlanıyor. Bu yazı ve programlarda, "Dışarıdan dayatılacak düzenle bölge halklarının iradesinin hiçe sayıldığı" belirtiliyor. Dolayısıyla davete "hayır" diyen ülke yönetimleri biliyorlar ki, bizatihi davet sahipleri tarafından bir süre sonra tasfiye edilme olasılığı ile yüz yüze gelecekler.
Tayyip Erdoğan'ın ise, zirvede "İslam ile demokrasinin birlikte yaşabileceği örnek bir ülkenin lideri" olarak konuşma yapacağı belirtiliyor. Bu resmi takdimden de anlaşılıyor ki, Türkiye BOP'un merkezinde yer alacak ve kilit rol oynayacak bir ülke. En azından şu aşamada böyle görülüyor.
Türkiye model olur mu?
Bu zirvede Türkiye'nin diğer Ortadoğu ülkelerine resmen "model ülke" olarak sunulma olasılığı da güçlü beklentiler arasında. Bu durumun Türkiye'de hükümet ile ordu arasında yeni bir gerilime yol açacağını tahmin etmek güç değil. Hatırlanacağı gibi, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ geçen Mart ayında yaptığı ABD ziyaretinin ardından, bu gezinin resmi gündemiyle hiç ilgisi olmadığı halde, "Türkiye'nin Ortadoğu ülkelerine modellik yapma gibi bir iddiasının bulunmadığını" söylemişti. Başbuğ, "Bazıları Türkiye için 'ılımlı İslam devleti modeli' gibi kavramlar ortaya atıyor. Oysa, hem laik hem ılımlı İslam devleti bir arada olmaz" diyerek, bu yönde yapılan telkinleri de dolaylı olarak doğrulamıştı.
Nitekim böyle bir gerilimin olduğunu dolaylı şekilde Erdoğan da doğruluyor. Davetin resmen iletildiğinin kamuoyuna yansıdığı gün (27 Mayıs) konuya ilişkin soruları yanıtlayan Erdoğan, "Türkiye örnek ülke olacaktır. Bu konuda hiç şüpheniz olmasın. Örnek ülke olmak bizi küçültmez, aksine büyütür. G-8 zirvesinde ağırlıklı olarak Ortadoğu ele alınacak" diyordu.
Aslında Türkiye'nin "model ülke" olarak yeniden dizayn edileceği çok daha önceden belliydi. Tasarlanmış ve planlanmıştı. Örneğin, CIA'nın Ortadoğu Masası eski şeflerinden, ABD'nin Türkiye ve İslam siyasetlerinin oluşturulması konusunda Beyaz Saray'a danışmanlık yapan Graham Fuller, Foreign Affairs dergisinin Mart-Nisan 2002 tarihli sayısında şunları yazıyordu:
"Türkiye kesinlikle bir model haline gelmektedir. Çünkü, Türk demokrasisi katı devlet ideolojisini yıkmakta ve gönülsüz de olsa, ülkenin gelişmekte olan demokratik ruhu ve kamuoyunun önemli bir kısmı geleneği yansıtan İslami hareket ve partilerin doğuşuna izin vermektedir."
Fuller, bir kehanette bulunarak Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) iktidara gelişini haber vermişti. Ve Türkiye bu iktidarın sayesinde "model" olacaktı. Elbette bu yaklaşım sadece yönetim üzerinde etkili bazı stratejistlere ait değil. ABD'nin hemen bütün politika yapıcıları ve emperyal vizyonlu entelektüellerinin görüşleri de aynı yönde. Sözgelimi, ünlü "Uygarlıklar Savaşı" teorisinin babası olan S. Huntington, El İttihad isimli Arap gazetesine verdiği (12 Mayıs 2004) bir demecinde şöyle diyor:
"Müslümanlarda Avrupa kültürü yoktur. Türkiye için en iyi yol, İslam Dünyası'na dönmektir. Güçlü ordusu ve demokratik rejimi, Türkiye'yi İslam dünyasının liderliğine aday yapmaktadır." (Akt. Y. Doğan, Hürriyet, 27.5.2004)
Ordu BOP'a karşı mı?
Öte yandan, ordunun koyduğu rezervlerden hareketle askerlerin BOP'a bütünüyle karşı çıktığı sanılmamalı. Silahlı Kuvvetler (TSK) sadece Türkiye'ye biçilen role itiraz ediyor ve "ılımlı İslam" stratejisine karşı çıkıyor. Çünkü İlker Başbuğ, yine aynı konuşmasında BOP'un "Bölge ülkeleri için yararlı ve gerekli" olacağını söylüyor. Yani, Türkiye için geri olan bir pozisyon, onlar için ilerletici olabilir diyor.
Nitekim, Genelkurmay başkanlığı tarafından düzenlenen ve 27 Mayıs günü Harp Akademileri'nde başlayan "Türkiye, NATO ve AB Perspektifinden Kriz Bölgelerinin İncelenmesi" konulu sempozyumun açılışında da konuşan orgeneral İlker Başbuğ, TSK'nın rezervlerinin neler olduğuna da açıklık getirdi:
"Türkiye'den hareketle nüfusunun büyük bölümü Müslüman olan ülkelerin kolaylıkla demokratik bir yapıya dönüşebileceği sonucunu çıkarmak yanıltıcı olabilir. Burada dikkatten kaçırılan husus, laikliğin Türk demokrasisinin gelişmesinde ana itici güç oluşudur. Laiklik sürecini yaşamayan ülkelerin demokratik bir yapıya kolaylıkla ulaşabileceğini söylemek bir iddiadan ileriye geçmeyebilir."
Başbuğ, 'BOP olsun ama laiklik temelinde uygulansın' demek istiyor. Ancak, uygulanıp uygulanamayacağı bir yana, bu konudaki kararın çoktan verildiği biliniyor. Daha da önemlisi, bu projenin AKP yönetiminin işine geldiği de anlaşılıyor. AKP, ABD'nin yürüttüğü ılımlı İslam stratejisini, Türkiye'deki geleneksel iktidar bloğunun bileşimini değiştirecek bir imkan olarak değerlendirmek istiyor. (Bunun anlamı, ordunun ve laik elitin bu blok dışına itilmesi demektir.) Ayrıca AKP, bu projenin Türkiye'de düşük yoğunluklu bir islamizasyona yol açacağını düşünüyor ve o nedenle geleneksel siyasal hedefleriyle örtüştüğünü gördüğü bu stratejiyi "tarihi bir fırsat" olarak kullanmak istiyor.
iç ve dış dinamikler meselesi
Daha önce de değindiğim gibi, Erdoğan siyasi danışmanlarından Dr. Yalçın Akdoğan bu durumu, "Son 200 yıldır ilk kez dış dinamiklerle iç dinamikler birleşti" diye açıklıyor. Dış dinamikler, ABD'nin BOP'u ve ılımlı İslam projesi oluyor, iç dinamikler ise AKP'ye verilen oylar.
Dolayısıyla, bu yönelimin Türkiye'nin tepesinde bir bölünme ve çatışma yaşanmadan gerçekleşmesi zor görüyor. AKP bu süreçte ABD'ye neredeyse "tam teslimiyet" anlayışıyla yaklaşırken, TSK'nın ise AB'ye temkinli bir yönelim içinde olduğu görülüyor. Ancak, bunun bir çaresizlik hali olduğu da gözden kaçmıyor. Bu nedenle, hiç beklenmedik anda, sürpriz seçenekleri de beklemek gerekiyor.
Diğer taraftan, Cumhuriyetin kurucu ilkelerinin büyük ölçüde budanmasıyla sonuçlanacak islamcılaştırma siyasetinin de bir sınırının olduğunu görmek gerekiyor. Belçika'nın başkenti Brüksel'de 12 Mayıs 2003'te düzenlenen Avrupa Güvenlik Forumu için Henry J. Barkey tarafından hazırlanan, "Türkiye'nin Stratejik Geleceği; ABD Perspektifi" başlıklı raporda şöyle deniyor:
"Türkiye'nin artan stratejik değeri, bu ülkenin iç istikrarını ABD'li politika belirleyicileri için daha da önemli bir kaygı haline getirmiştir. Türkiye'deki istikrarsızlık potansiyel olarak, ister İslami isterse ulusalcı yönelimli olsun, Batı karşıtı güçlerin yükselişine yol açabilir ki, bu da kritik önemdeki askeri tesislere erişimin reddedilmesine ve Ortadoğu'da bütün ortamın değişmesine neden olabilir." (Akt. Ö.Buze, Teori dergisi Sayı:172)
Paradoks
Sonuç olarak, Türkiye'nin düşük yoğunluklu da olsa bir islamcılaşma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu görmek ve kabul etmek gerekiyor. Dolayısıyla, "yukarıda" bir iç çatışmanın yaşanacağını beklemek de gündüz rüya görmek olmayacaktır. Sorun bunun yöntemine ve dozuna ilişkindir. Türkiye'nin bütünüyle "elden çıkmayacağı" bir dönüşüm öngörülmektedir. Ancak, tam da bu bakımdan ortada bir açmaz var. Hem AKP'nin Türkiye'yi Batı'dan koparmadan İslam dünyasına taşıması isteniyor hem de bu dünyayı değiştirmesi. Bu paradoksu en açık şekilde yakalayanlardan biri Yeni Şafak yazarı Ahmet Taşgetiren oldu:
"Bir paradoks var; AKP'nin hem 'islamcı bir iktidar olmaması' isteniyor hem de 'islamcı bir iktidar olup' Islamı ve İslam dünyasını değiştirme misyonunu üstlenmesi bekleniyor." (Yeni Şafak, 22.1.2004)
Bu mümkün mü? Rivayet muhtelif. (MY/BB)