Türkiye Psikiyatri Derneği İnsan Hakları Günü’nde Türkiye’de tanık oldukları hak ihlallerine dikkat çekti.
“Ruh sağlığı ve ruh hastalıkları uzmanları olarak bu acılı coğrafyada, her gün ruhsal açıdan yaralı, hastalanmış pek çok insanı dinleyen bizler, insanların en temel haklarını kullanamamaktan kaynaklanan ıstıraplarına tanık oluyoruz.
“Bu topraklarda insanlar hala devletten, devletin kolluk kuvvetlerinden şiddet, işkence görüyor, sorgusuz sualsiz öldürülüyor.
“Bu topraklarda insanlar yerlerinden yurtlarından ediliyor. Bu topraklarda insanlar gelir dağılımındaki eşitsizlik nedeniyle yoksul, aç kalıyor.
“Bu topraklarda küçük çocuklar ilk eğitimlerini bilmedikleri bir dilde alıyor. Bu topraklarda insanlar güvenli barınma haklarını kullanamıyor, her depremde binlerce insan ölüyor.
“Bu topraklarda insanlar güvenli iş yerlerinde çalışamıyor, her gün iş kazalarında insanlarımız ölüyor. Bu topraklarda ulaşım hala güvenli değil.
“Bu topraklarda kadınların hala dörtte biri çocukken evleniyor, çocuk doğuruyor. Bu ülkede kadınların yaşamlarını nasıl sürdüreceğine kiminle evleneceğine, ne kadar evli kalacağına, kaç çocuk doğuracağına kendileri karar veremiyor.”
Açıklamada yaşamanın, düşüncelerini özgürce ifade etmenin, eğitim almanın, güvenli koşullarda çalışmanın ve barınmanın, kendi yaşamı ve cinsel yaşamını dilediğince sürdürmenin insanların temel hakları olduğu ve ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımcılığı yapılamayacağı da hatırlatıldı.
Devletlerin en temel yükümlülüğünün bu hakları sağlamak olduğu vurgulandı.
Kayıplar, çaresizlik, davalar
Türkiye Psikiyatri Derneği‘nin açıklamasında ruh sağlığı uzmanlarının da mesleklerini uygulamaya çalışırken yaşadıkları zorluklar ve karşılaştıkları hak ihlalleri de dile getirildi.
“An geldi; işkence öykülerini dinleyerek hekimlik yapmaya çalıştık. İşkence gören, köyleri yakılarak evleri zorla boşaltılan insanların acılı öykülerini mermilerin deldiği evlerde oturduk, dinledik.
“An geldi; çatışmalarda sevdikleri ölen ve yakınlarını kaybeden annelerin sağlık durumlarına el vermeye çalıştık. Bir yandan ölen askerlerin ‘şehit annelerini’ dinledik, yaslarını sarmaya çalıştık.
“An geldi; toprak üstündeki dayanaksız binalar çöktüğünde, içinden sağ çıkabilenlerin yanındaydık. Çadırkentlerde dolaştık, aynı enkaz kokusunu içimize çekmek zorunda kaldık. Aynı kayıpları, aynı korkuları paylaştık.
“An geldi; ‘babaların çocuklarını öyle (!) sevmediklerini’ nasıl anladıklarını, sonra ne yaşayıp ne hissettiklerini onlarla konuştuk. Mahkemeleri paylaştık, suçlanmalarına, dışlanmalarına tanık olduk.
“An geldi; kadınların yedikleri dayaktan ötürü var olan morlukları geçse bile ruhlarındaki acı ve çaresizliğin dinmediğini kavradık. Çaresizliğe tanık olduk, çaresizliğimize kahrolduk.
“An geldi; cinsel yönelimleri diğerlerinden farklı diye aşağılanan, çalıştırılmayan, tecavüze uğrayan, fuhuş yaparak geçinmeye zorlananları dinledik.
“An geldi; kazan patlamalarında, tersanelerde, çökmelerde, ocaklarda kalan insanlar ve yakınları vardı odalarımızda ya da biz onların odasındaydık. Öfkeyi, adaletsizliği fark ettik, içimize işledi.
“An geldi; yollarda ölenlerin yakınlarını, güvensiz yolları onlardan dinledik. Bu ülkenin araç kazalarındaki kaybının boyutları ve nedenleri hep zihnimizi yedi bitirdi.
“An geldi; lodosta soba zehirlenmelerinden korktuk, çukurlara düşüp yitip giden çocuklardan kahrolduk. Çöp dağlarının bile patladığını hatırladık…
“Ve an geldi; yanıbaşımızdaki komşumuz ülkenin iç savaşının korkunç acılarını, kayıplarını taşıyarak gelen, ağır insanlık suçlarına maruz bırakılarak ülkemize sığınan ve burada da her seviyede ayrımcılığa uğrayan, dilini bilmediğimiz ama acısını bildiğimiz, yüreğimizde hissettiğimiz göçmenlerinin, mültecilerin yaralarını sarmaya, sarmalamaya çalıştık.” (YY)