Gıda maddeleri dağıtımında kuyruğa girmeyi, kovalarla yıkanmayı, sahra hastanesinde doğum yapmayı, ameliyat olmayı, üzerine yağmur yağan yataklarda uyanmayı hep çadırkentlerde öğrendiler.
Çadırkentten çıkış yok
Depremin birinci yılı dolduğunda karar verildi: Çadırkentler boşaltılacak. 17 Ağustos'un üzerinden 24 ay geçmişti. Artık çadırkentler de kalkmıştı. Ancak deprem bölgesinde dolaşırken "Değirmendere'de var" diye kulağıma fısıldanınca, "burayı görmeden dönmek olmaz"diyorum.
Değirmendere girişinde soldan yukarı çıkılan yola sapıyorum. Yaklaşık 1 kilometre sonra Mehmetcik Çadırkenti'nin tel örgülerini buluyorum.
Savaş bitmiş esir kampı boşaltılmış... Çadır yerleri duruyor. Kocaman bir alan bomboş... Kamp alanının bir ucunda dört tane çadır var. Ama ağırlıklı duygu, burasının terk edildiği doğrultusunda...
Giriş kapısının tel örgüleri yırtılmış... Yönetim binası sağlam, direğinde bayrak dalgalanıyor. Çadırların önünde hayat belirtisi yok... Diye düşünürken, uzaktan genç ve güzel bir kadın elinde tabaklarla çadıra gidiyor.
Acaba hayal mi gördüm?
Konuşacak halim yok
Yavaş yavaş genç kadının girdiği çadıra yöneliyorum. Çadırın girişinde genç kadın küçük tüp ocağın üzerinde patates kızartıyor.
Yanına gidiyorum, kendimi tanıtıp amacımı açıklıyorum. Kadın bir elini sol yanağının üzerine bastırıp, çekerek konuşuyor:
-O kadar çok şey yaşadık ki, anlatmak uzun sürer... Benim yüzüm felçli konuşmakta zorlanıyorum. Ayrıca artık konuşmak da istemiyorum. Lütfen gidin!
Söyleyecek bir şey bulmakta zorlanıyorum... Yardım, anne Hatice Aksakal 'dan geliyor:
-Hoş geldin evladım, buyur...
Hatice Aksakal bana çadırkentte kalan son aile olmanın talihsizliğini anlatıyor:
-Bizim 1. derece tarihi eser olan bir evimiz vardı. Depremden önce onu Belediye'ye bağışladık. Karşılığında bize şimdi bulunduğumuz arazide bir konut yapacaklardı. Ama depremden sonra her şey altüst oldu.
Anne konuşunca, kızı Hülya da konuşmanın zararı olmayacağına inanıyor.
1999'un 17 Ağustos'unda aile enkaz altında kalıyor. Baba enkazdan sağ çıkıyor, ama hastanede yaşamını yitiriyor. Hülya'nın durumu ise ağır... Aylarca yoğun bakım ünitelerinde yatıyor. Bir dizi ameliyat geçiriyor. Şimdiki hale geliyor.
Hülya'nın sağlığına kavuşmuş hali de şöyle... Ortopedik bir rahatsızlığı yok. Ancak ağzı yüzünün sağ yanına doğru çekiliyor. Konuşurken sola doğru eliyle çekiyor. O zaman kelimeler daha net anlaşılıyor.
Sıkıntı duyuyorsunuz... Böyle ıstıraplı biçimde konuşması işkence gibi geliyor. Ama o sizi rahatlatıyor:
-Doktorlar tavsiye etti. Çünkü benim yüz adalelerim ezildi. Yani felcim psikolojik değil...
Çadırkent son durak
Aksakal ailesi, tapulu evlerini bağışladıkları için depremde "hak sahibi" olamıyorlar. Çünkü ev sahibi değiller... Yeni evleri de belediye tarafından yapılmadığından çadıra mahkum olmuşlar.
Anne Aksakal, geçenlerde yine belediye başkanına gidip sormuş:
"Oğlum bizim evi ne zaman yapacaksın ?"
Aldığı yanıt: "En kısa zamanda."
Belediye'ye İller Bankası'ndan ödenek gelecek, belediye bununla personel maaşlarını verecek, çevre, yol, su, kanal, gibi zorunlu işleri halledecek... Artan para ile de tarihi evi bağışlayan ailenin yeni konutunu yapacak!..
Boşalan çadırların ardından
Aksakal ailesinin de iki yıla yakın süre yaşadığı bu çadırkentin "en şanlı" günlerinde 235 çadır bulunuyordu. Şimdi sayıyorum 5 tane kalmış. İki kadınlı Aksakal ailesi dışında tek başına yaşan bir kadın daha var. Ama o çarşıya gittiğinden göremiyorum.
Anne kız, akşam yemeği hazırlıyorlar. Benim de kendilerine katılmamı istiyorlar. Kırmıyorum, sofraya oturuyorum. Ama onlar yemiyorlar:
-Bizim komşumuz gelecek, beni bekleyin dedi.
Ben de kızarmış patateslerden birkaç tane atıp izin istiyorum. Kalkarken boş çadır alanına bakıp soruyorum:
-Komşularınız giderken ne hissettiniz?
-İnsan tuhaf oluyor. Dostlarınız gidiyor, siz kalıyorsunuz. Onca çileyi birlikte çekmişsiniz. Şimdi hak sahipleri yeni evlerine yerleşecekler. Biz ana kız burada ne kadar süre daha kalacağımızı bilemiyoruz. (NU)
-BİTTİ-