Bunun sebebi yapacakları "Bomba değil yiyecek, kamera değil ekmek" eylemi. Önce pazarda dolaşıp esnafa yapacakları eylemi anlatıyor ve dayanışma için erzak istiyorlar. Akşamında pişirilen yemekler ertesi gün (Pazar) Tarlabaşı'nda mahalleliyle paylaşılıyor.
Erzakı veren esnaf da yemeği yiyen mahalleli de mutlu. Çünkü onlar için hayat önceliği aç kalmamak ve eve ekmek götürmek. En büyük eylem bu.
Yaklaşık bir yıldan fazla süredir faaliyet gösteren Nobese, Gözetleme Kamerası Oyuncuları çoğunlukla İnternet üzerinden örgütleniyor. Yaklaşık iki yüz sanal üyeleri varken aktif olarak 25-30 kişiden oluşuyorlar. Aralarında işsizler de var, öğrenciler de var, fotoğrafçı ve belgeselci gibi kamerayla haşır neşir olanlar da.
Eylemlerini "Nobese Festivali" adıyla gözetleme kameraları altında yapıyorlar. İstanbul'da yaklaşık 600 Mobese kamerası var. Eylemlerden biri de kameraların fotoğrafını çekip yayınlayarak deşifre etmek.
Nobese, hem Nobese'yi hem de savaş ve güvenlik kavramına nasıl baktıklarını bianet'e anlattı.
"Bombaya değil ekmeğe bütçe" eylemiyle neyi amaçlıyorsunuz?
Çiğdem: Devletlerin savaşının getirdiği acıları yine devletlerin getirdiği barış silemez. Çünkü devletlerin güttüğü politikalar, antlaşmalar sadece birbirleriyle "el sıkışmalardan" ibaret. İnsanlar yine çaresiz. Savaş hakkında bunu düşünüyorum.
Medyanın da meşrulaştırdığı "savaş ve barış"ın görünen yüzünün ötesinde insanların savaşın getirdiği açlığın yanında iş kazaları ya da temiz çevre haklarının veya ücretsiz, ulaşılabilir sağlık haklarının ihlali sonucu gerçekleşen ölümler kadar gerçek acılarına ulaşmak için "bomba değil ekmek" gibi eylem yollarının etkili olduğunu düşünüyor ve destekliyorum.
Nobese'yi anlatır mısınız? Gözetleme Kamerası Oyuncuları kimler?
Gürşat: "Gözetlenmekten, her hareketimizin kontrol altında tutulmaya çalışılmasından, sokak görüntülerimizin Holywood'a verilmesinden rahatsız olup, şiddetsiz, olay yerinde, geniş katılımlı, sürekli eylem yöntemini benimseyen, bağımsız, anlık karar veren kişileriz" (Bu tasvir izleniyoruz.net'te oyuncuların kendilerine dair yaptıkları tasvir. Gürşat aslında kendilerini bu tasvirden hareketle anlatıyor)
* Gözetlenmekten, her hareketimizin kontrol altında tutulmaya çalışılmasından rahatsızız. 1984'ün gerçek olduğu bir çağda yaşıyoruz. O zaman yazılan kara ütopyaları "bu kadar da olmaz denilen" şeyleri artık gündelik yaşantımızda yaşıyor hale geldik.
Bu kontrol kendini mekanizmalarını da oluşturarak daha inceden farkına varmadığımız, içselleştirdiğimiz, ürettiğimiz, meşrulaştırıp çoğalttığımız ve buna aracılık ettiğimiz şekilde gösteriyor. Kameralar da bunlardan bir tanesi.
Ben kendimden biliyorum. Biri beni gözetlediğinde rahatsız oluyorum ve davranışlarım değişiyor. Ben eğer yaptığım bir davranışın suç olduğuna ikna edilirsem, karşılığında başıma gelecekleri yani cezasını da "ibret" olarak gösterirlerse salak değilim ya o davranışı gerçekleştirmem.
Ancak burada insan bir noktadan sonra istemediği şeyleri yapar, istediği şeyleri de yapamaz hale gelebilir. Oturmak, kalkmak bile suç olabilir. Yani davranış bozukluğu gelişir. Sadece sokakta değil her yerde, okulda, evde, iş yerinde, ilişkilerde, kurduğumuz dilde... Biz bu denetime karşıyız. Eğer bu denetim olmazsa karmaşa olur mu? Olursa çok da sorun olmaz.
Denetleme yaşamı da statik kılıyor. Ben yaşamın sürekliliğinden yanayım. Bu baskı ve denetlemeden dolayı belki kolumu şuraya koyamayacak ve belki burada oturamayacağım suç olur diye. Halbuki oturursam belki yeni bir şeye neden olacağım. Ama oturamazsam yeni bir şey olmaz.
* Sokak görüntülerimizin Hollywood'a verilmesinden rahatsızız. Bizlere "sadece suçu önlemek, suçluyu yakalamak için kaydediyoruz" diyorlar. Yine verdikleri bilgiye göre kötü niyetle kullanılmayacak ve bir süre sonra görüntüler imha edilecek. Ancak hukuk devleti olmasına ve bu kameralar bir yıldan fazladır gözetlemelerine rağmen yasalarda belirsizlik söz konusu.
Haber bültenlerinde ya da "reality show"larda "güvenlik kameralarına takılan" görüntülerden mi bahsediyorsun?
Bırakın haber bültenlerini, Hollywood filmlerine veriliyor. İstanbul'da o anda o sokaktan geçmekte olan biri şimdi o filmde "oynuyor" olabilir. Kişilik haklarına saldırı. Kaldı ki zaten televizyonda da izliyoruz. Her gün bir kanala veriliyor görüntüler. Ama ben istediğimde görüntülerim bana "gizlilik" esasına dayandırılarak verilmiyor. Kendi medyalarına rahatlıkla veriyorlar ya da satıyorlar ama biz televizyonda rastlamaz isek kendi görüntülerimize ulaşamıyoruz.
* Şiddetsiz, olay yerinde, geniş katılımlı, sürekli eylem yöntemini benimsiyoruz. Kameraları kırmıyoruz. Tersine kameraların varlığını oyun alanına çeviriyoruz. Olmalarından rahatsız olsak bile biliyoruz ki bir tanesine zara verdiğimizde polis de bize şiddet uygular. İlk eylemimizde çevik kuvvet vardı. Bekliyorlardı kırmamızı. Ama biz onları şaşırttık. Bu onların da istediği bir şey olur. Karşı koyma biçiminin tek yolu şiddet olmamalı. Eğer öyle olursa polis de kendi uygulayacağı şiddeti meşrulaştıracaktı.
İkincisi birini yok ederseniz ertesi gün yerine üç tane kamera daha dikerler. Ekonomik olarak sıkıntıları yok.
Bakarsınız yarın, öbür gün oynamak, şarkı söylemek de suç olur. Bilemeyiz. Ama şimdilik biz oynamayı tercih ediyoruz. Olay yeri dediğimiz yer de kamera altı zaten. Ne yapacağımıza orada karar veriyoruz.
Geniş katılımlı derken çevredeki insanların da aktif olabileceği eylemlerden bahsediyoruz. Örneğin "İstanbul Hatırası" yazılı bir örtü gerip önünde insanların fotoğraflarını çekiyoruz. Nobese'den olmayan insanlarla gerçekleştirmiş oluyoruz eylemi.
Bir yandan da eğlenceli. "Dörderli sıraya geç, tek sıra ol" gibi değil. Çünkü yeni bir şeyi ya da yaratıcılığı engelleyen bir şeye karşıyken biz neden yaratıcı olmayan, alışılmış eylemler yapalım ki. Eğlenirken protesto ediyoruz. Örneğin kameralara ayna tutuyoruz. "Grup gösterme engelliler" diye kendimize isim takıp kafamıza kese kağıtları geçiriyoruz.
Sürekli eylem tarzı dediğimiz şeyse değişiyor. Genelde yine Mobese'yi kullanıyoruz.
Örneğin bir gazetede Mobese'yi öven bir haber olması bizim gündemimiz olabiliyor. O hafta eylem yapıyoruz.
Yeri gelmişken medyada Mobese nasıl yer buluyor?
Gürşat: Okuma sırası bile önemli. İlk sayfada solda görsellerle süslü kapkaç haberi var. Onu bitirir bitirmez Mobese'nin ne kadar faydalı olduğunun anlatıldığı başka bir haberi okuyoruz. Birbirinden bağımsız verilen bu haberler aslında uyuşuyor. Okurun aklında kapkaçın olmaması için Mobese'nin olması gerektiği algısı yaratılıyor. Medya sorunu yaratıp çözümünü de bulmuş oluyor. "Trafik sorununa köprü çözüm olur"dan başka bir şey değil. Bizim görüşümüze başvurmuyorlar.
Güvenlikle ilgili de aynı şey geçerli. Polisin toplu sözleşmeden hakkını alamayan memura eylem yaptığı için gaz sıkması, eylem yapan öğrenciye sopayla saldırması, 8 Mart'ta bile kadın göstericiye şiddet uygulaması... Bütün bu manzaralar bilinirken emniyet hakkında fazla bir tercihimiz yok. Toplumda belki AB ile iyileşme olabileceğine kanısı yaygın.
Medya ne yazık ki bağımsız değil. Sermaye bağlantılı, devletin üst kademelerinde söylenen her şey ustaca, zekice medya tarafından aktarılıyor. Eski solcuların fikirsel katkılarıyla da reklamcı zihniyetiyle zamanlaması iyi yapılıp sunuluyor.
Karşı çıktığımız medya bu. Tarafsız haber olmaz zaten ama medya o kadar güçlü bir taraftan haber veriyor ve o taraf o kadar hayatın karşısındaki
Ece: Bir yıldan fazladır Nobese var. Gün geçtikçe kameralar da çoğalıyor. Biz de bu süre zarfında bu kameraların varlığına dair dikkat çekmeye çalışıyoruz. Tepelerindeki kameraların varlığından bile haberdar olmayan insanlar var. Yani Nobese'nin birincil hedefi "Bakınız orada bir kamera var ve bizi izliyor" diyerek insanları uyarmak.
Bizim eylemlerimiz çok kalabalık ve kitlesel olmuyor. Ancak bu bir tercih ve bu tercih bize samimi bir iletişim ortamı imkanı sağlıyor. Mesela bizim eylemlerimizde insanlar kendi aralarında kameraların gerekliliği ya da gereksizliği hakkında tartışmaya başlıyorlar. Bizim de amacımız bu.
Bizim kameralara karşı çıkmamız bazılarına göre "lüks". Çünkü her şeyden önce insanlar hayatta kalmayı, yemek yemeyi, hayatlarını sürdürmeyi ve "güvenliklerini sağlamayı" önemsiyor. O yüzden bize anlam veremiyorlar. İşte tam da bu noktada insanların kameraların güvenlik nedeniyle var olup olmadığını tartışmaları bile bizim için bir hedef.
Kameralar savaşın ne kadar parçası?
Ece: Günümüzde dünyada egemen güçler tarafından "teröre karşı" bir savaş yürütüldüğü için kameralar da bu işin bir parçası artık. "Terör" ya da "yasa dışı" veya "gayri meşru" hareket diye tanımlananı aslında kimler tanımlıyor? Neye göre "terör"? Kameralar bu nokta da devreye giriyor. Kameralar hırsızlık eylemini çekerken bombalanan insanları çekmeyebiliyor. Gözetleyen kamera her yerde hayatımızın içinde. Bir de medya boyutu var. Medya istediğini yansıtıyor, istemediğini yansıtmıyor.
Bunun dışında "terör eylemlerini" kontrol ettiği söylenen kameraların insanları nasıl kısıtladığıyla ilgileniyoruz. Artık giderek yaygınlaşıyor. İnsanlar özel kameralar da ediniyor. Sadece devletin kameraları değil insanların evlerinin önüne diktiği kameralar da var, Bilgi üniversitesinde sınıfların içinde de var.
Bir okula kamera koyuyorsanız bu bambaşka bir anlama gelir. İfade ya da eylem özgürlüğünü engellemiş olursunuz. Yani savaş her yerde ya da her şey savaşın parçası. O yüzden kameralar da varlıklarıyla savaşı somutlaştırıyorlar.
Gürşat: Bu kameraları kim kuruyor? Bunları kendilerini güvende hissetmeyen vatandaş, mahalleli ya da yerel inisiyatifler kurmuyor. Tamamen merkezi kararlarla kuruluyor. Yani devlet neyi kimden koruyor? Devlet kimi temsil ediyor? Kimin adına karar alıyor?
Bir güvenlik sorunu var. Savaşlar, sınır güvenliği ya da toprak bütünlüğü adı altında yapılıyor. Kameralar da iç güvenlik araçları. Niye iç güvenlik? Çünkü devlet benim bu sisteme karşı bir şey yapmamdan korkuyor. Neyi istemiyor olabilir? Karşı çıkmamı. O zaman sistem vatandaşın istemediği bir şey yapmış olabilir mi?
Güvenlik sorunu bahane ediliyor. Bu sorun "kapkaççı" ya da kulelere giren uçak veya Türkleri aşağılayan bir kitap kahramanı ve belki de kendi dilini konuşmak isteyen de olabiliyor. Bunun bir sonu yok.
Aç insanlar oldukça tehlike de olacak. Fabrikalar özelleşiyor, insanlar işsiz kalıyor, gecekondular yıkılıyor, evsiz kalıyorlar. Sokakta yaşamak zorunda kalan çocuklar var ve onlara "tehlikede" yerine "tehlikeli" deniyor. "Bu nasıl bir kalkınmadır, G8'dir ki sokaktaki insan aç?" diye sormadan edemiyor insan. Bu durumu gelişmişlik olarak kabul eden devlet kendini tehlikede hisseder tabii.
Birilerinin cüzdanımızı çalmasını kamerayla gözetleyerek engelleyemezsiniz. Üstelik bu gelişmiş denilen ülkelerinde sorunu. Üstelik Dünya Bankası, İMF ile falan bu sistemin iyi olduğunu söylüyorlar. Öyle ki artık darbe yapmaya bile ihtiyaçları yok. Başkalarının emeği üzerinden kendilerini var edenlerin sistemi.
Kamerayla gözetlenen insan suça, şiddete meyleder mi? Ya da tersten sorarsak nedir bu panaptikon örneği?
Ece: Panaptikon (Denetim evi) İngiliz faydacı filozof Jeremy Bentham tarafından tasarlanmış hapishane projesi. Bentham'ın 1800'lü yıllarda ürettiği bir teori. Bentham İngiliz ve Fransız hukukunun önemli kanunlarını belirleyen ve tüm suçluları toplumdan yok etmeyi hedefleyen etkili isimlerden biri.
Panaptikon teorisine göre insanlar sürekli gözetlendikçe suç ortadan kalkar. Ama tabi bugün daha farklı bir noktadayız. Zaten egemenler de suçun tamamen ortadan kalkmasını istemiyorlar. Çünkü onlar için suç oldukça silah satılabilir.
Savaş demek ülkelerin füzelerini, silahlarını, bombalarını satması demek. Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) İsrail'e Lübnan'ı bombalaması için yolladığı silahlar gibi. Toplumda da böyle. Egemenler suçun bir şekilde toplumda olmasını istiyorlar.
Yani Bentham'ın teorisi gerilerde kaldı. Ama belki burada Foucault'dan bahsedebiliriz. Ona göre suç toplumda belirli bir oranda olmalı. Ama bu "suçluları" da her zaman egemenlerin dilinden tanımlıyoruz. Suç dediğiniz şeyin aslında ne olduğu çok tartışmalı bir konu.
Belki başlı başına suç kavramını reddetmek gerekiyor. Ben "suçlu"yu "egemen güçlerin koyduğu normların dışında davranan kimseler" diye adlandırıyorum.
Bugün yastık altında paramızı saklarken yarın bankalar sadece ekonomiyi biraz daha geliştirmek için çıkıp "yastık altında para saklamanın suç olduğunu" söyleyebilirler. Bizler de suçlu haline gelebiliriz. Yani sorunun cevabına gelirsek evet, yastık altına kadar gözetlenirsek "suçlu" oluruz. Şiddet de bu suçun tepkisi olabilir.
Peki size eleştiri geliyor mu?
Ece: Bize gelen eleştirilerden biri de şu: "Güvenlik insanlar için çok önemli. Kimse sokakta çantasının çalınmasını ya da şiddete maruz kalmayı istemez. O yüzden insanlara kameraların gereksiz olduğunu anlatamazsın."
Ama bizim de cevabımız şu: "Neden önce çantası çalınan ya da şiddete maruz kalan kişiyle özdeşleşiyoruz? Bu sınıfsal ya da kimliksel bir durum. O cüzdanı almak zorunda kalanla özdeşleşmiyorsun. Çünkü mülksüz değilsin." (EZÖ)