Türkiye'de Kürt kimliğinin en ufak bir ifadesinin bile yasak olduğu, en küçük bir girişimin devlet şiddetinin zincirlerinden boşanmasına yol açtığı bir dönemde, bu baskıya isyan edilmesi ve bu isyanın elde silah direnmeye dönüşmesi, yöntem olarak desteklenmese bile, anlaşılabilir bir tepkiydi. Bugün ise, Kürt sorununun Türkiye'deki açılımlarının geldiği ve yeni açılımların gelmesinin kısa vadede olanaklı olduğu bir ortamda silahlı bir varoluş tarzının gereklilik ve meşruiyetine inanmak, bunu bir kazanım olarak algılamak, Kürt sorununun giderek daha fazla kanayan bir yaraya dönüşüp, kangrenleşmesinin baş nedenlerinden biri olmak anlamına geliyor.
1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle Demokratik Toplum Hareketi adlı partileşme girişimini yürütenlerden bir grup, bir demeç yayımladılar. Açıklamada, "Başbakan Erdoğan ve hükümeti, cesur ve kararlı olmaya, demokratikleşme programını açıklamaya, operasyonları durdurma iradesini göstermeye, güvenlik güçlerini, toplumun demokratik tepki ve reflekslerine karşı şiddet kullanımı yerine hoşgörülü olmaya, başta halkımız olmak üzere, Türkiye toplumunu provokasyonlardan uzak durmaya ve sağduyulu olmaya davet ediyoruz" denildi.
Bu bildiride eksik olan önemli bir yan vardı. Hükümeti operasyonları durdurma iradesi göstermeye davet ederken, silahlı biçimde örgütlenmiş bir grubun Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde bulunma hakkı ve bu varoluş tarzının meşruiyeti sorgulanmıyordu. İçlerinden çoğunun iyi niyetinden şüphe etmediğimiz bu kişilerin demeçlerinin gözler önüne serdiği düşündürücü nokta, güvenlik güçleri ile PKK'nın Halk Savunma Güçleri adını verdiği, kendilerini gerilla olarak tanımlayan ünitelerin bilinçli veya bilinçsiz biçimde aynı düzlemde algılanmasıydı. Bu da bir kez daha açıkça gösterdi ki, Türkiye'de Kürt sorununun çözümsüzlük batağına saplanmasına yol açan ve orta vadede, bugüne kadar yaşananlara benzemeyen türden vahim ve kanlı mecralara girmesini istemeden de olsa olgunlaştıran bir zihniyet ve değerler sorunu var. Türkiye'de Kürt sorununun şiddet yöntemiyle çözüleceğine aklen inanmasa bile, -ki belli ki bir kesim akıl yoluyla da buna inanıyor-, bu yöntemi benimseyenlere kalben bir yakınlık duymanın tarif ettiği bir zihniyet ve değerler sorunudur bu.
Nasıl yurtsever?
Almanya'da yayımlanan Özgür Politika gazetesi, 23 Ağustos tarihli sayısında Mezopotamya Haber Ajansı kaynaklı şu haberi yayımladı: "HPG Anakarargah Komutanlığı, 12 Ağustos'ta Mersin il merkezinde bir otomobilde meydana gelen patlama sonucu yaşamını yitiren Şeyhmus Sarı ile ilgili açıklamada bulundu. HPG Anakarargah Komutanlığı'nın açıklanmasında şunlara yer verildi: 'Mersin il merkezinde yaşanan bir kaza sonucu değerli bir yurtseverimizi kaybettik. Şeyhmus Sarı isimli yurtseverimiz Kürt Özgürlük Hareketine ve mücadelesine bir çok katkıda bulunmuş ancak yaşanan kötü olay onu daha fazla çaba vermesinden alıkoymuştur. Ailesi, yakınları ve Kürt halkına başsağılığı diliyoruz'."
Mersin'de arabanın içindeyken üzerinde taşıdığı bomba patlayan kişi nasıl bir mücadelenin temsilcisiydi? Bu "yurtsever kişinin", eğer bomba elinde patlamasaydı, Kürt Özgürlük hareketi mücadelesi için vermeye devam edeceği çabalar ne türden çabalar olacaktı? Kısaca sorarsak, Mersin'de elinde patlamaya hazır bomba ile dolaşan bir "yurtsever" ne yapmaktadır, yaptığını nasıl tarif edebiliriz?
Maçka'da kent merkezine alışveriş için inen üç PKK-HPG'linin, şüphe üzerine kaçarken çatışmaya girmelerini PKK yayın organları, "eylemsizlik kararı vermiş militanların yargısız infazı" olarak sundular. Eylemsizlik kararı vermiş militanlar silahlarıyla Maçka'da ne arıyorlardı? Bu yayın organlarının iddia ettiği gibi, silahlarını gömüp kasabaya gelmiş militanlar, polisle nasıl çatışmaya girer ve onları yaralayabilirlerdi?
Bismil çevresinde güvenlik güçleriyle çatışmaya giren PKK grubu, orada piknik mi yapıyordu? PKK medyasında ifade edildiği gibi, "çatışma başlayınca halk destek için cepheye mi yürümüştü?" Cephe ne demektir? Çatışmada ölen Türkiyeli yurttaşlarımızın cenazelerini almaya gidenlerden bazılarının, "Burası Kürdistan, Türkiye değil" diye bağırmalarını yeni bir "Serdilhan" olarak yayın organlarında sunanlar, gerçekten de bir Filistin İntifadasına öykünmüyorlar mı? Önce Yaşar Büyükanıt dile getirdi diye, Türkiyeli demokratların neden bu tespiti geçersiz kabul etmeleri veya yokmuş gibi davranmaları gereksin?
Duygu boşalması mı?
Çatışmada ölenlerin arkasından ailelerinin, yakın çevresinin yas tutması, üzüntülerini bazen aşırı davranışlarla dile getirmeleri anlaşılır bir olgudur. Ama bu kişilerin "Kürt özgürlük hareketinin şehitleri" mertebesiyle Türkiye toplumu tarafından tanınmalarını talep etmek ve bu talep en temel demokratik hakmışçasına bunu ifade etmek ne demektir? Benzer biçimde, Abdullah Öcalan'ı bugün Kürt sorunun yegane muhatabı olarak kabul edilmesini talep etmek, sorunun çözümü yolunda güvenli adımlarla ilerlemek olarak değerlendirilebilir mi? Bu bir aymazlığın mı, yoksa Türkiyelilik olgusuyla kafasında köprüleri bütünüyle atmış olmanın mı işaretidir? Ya da sıkışmışlığın, çaresizliğin üzerini örtmek için sarılınan bir duygu boşalması halinin mi?
Bütün bunları, olayın bütünü içinde küçük bir detay veya köşeye sıkışmış bir örgütün çırpınışlarının tezahürü olarak ele alanlar olacak. Kafasını bunlardan başka yöne çevirip, "başta halkımız olmak üzere, Türkiye toplumunu provokasyonlardan uzak durmaya ve sağduyulu olmaya çağırıyoruz" demeyi siyasal cesaret örneği olarak sunanlar da, bu tavırlarıyla sorunun bir parçasıdırlar. Siyasal cesaretin bugün demokrat olma iddiasındaki Türkiyeli Kürtler için geçerli kıstası hamasi barış ve kardeşlik nutukları atmak değildir. PKK'nın temsil ettiği ve yukarıda açıkça sahiplendiği "yurtseverliği", onun arkasında yatan zihniyeti ve onun eylemlerini telin etmektir. Gerisi ucuzculuktur.
Türkiye'de jandarması ve polisiyle güvenlik güçlerinin işlediği her türlü hak ihlaline karşı çıkmak Türkiyeli tüm demokratların birincil görevidir. Seferihisar'da olduğu gibi, bir güvenlik gücü sorumlusunun provokasyonuyla, bir kişisel ihtilafın Türk-Kürt çatışmasına döndürülmesi teşebbüslerini lanetlemek, bunların toplumsal bilinçte etkisiz kalması için tüm girişimlerde bulunmak da. Hükümete, vaat ettiği demokratikleşme girişimlerini somutlaştırması ve bunları en kısa zamanda hayata geçirmesi için ısrarla talepte bulunmaya devam etmek de. Ama bunlar tek taraflı bir girişim olarak kaldıkça, başarısızlığa mahkum olmaları kaçınılmazdır.
Bugün vatanseverlik/yurtseverlik örtüsü altında bilinçli veya bilinçsiz sergilenen provokasyonlar bölücülüğün hasıdır. Mersin il merkezinde elinde patlamaya hazır bomba ile dolaşmak da, tam bu türden bir "yurtseverlik"tir. Bölücülük amaçlı bir terör eyleminin peşrev anında yaşanmış "kötü" bir olaydır. Bunun adının açıkça konması ve yüksek sesle dile getirilmesi, "en başta halkımıza" türünden ifadeleri kullanarak siyaset yapmaya kalkanların demokratik inandırıcılıklarının asgari ölçütüdür.
Türkiye'de sadece popülizm düzen partilerinin tekelinde değildir. Bu popülizmin benzerini bugün Kürt kimliği üzerinden siyaset yapma çabası güdenler de sergiliyorlar. Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin "yurtseverlik", "vatanseverlik" sloganlarıyla körüklendiğini gün be gün görüyoruz. İstisnasız herkesin kısa ve orta vadede kaybedeceği bir oyuna giriyoruz. Bu, Ömer Laçiner'in Birikim dergisinin Eylül 2005 sayısında, "Yeni mecrasında Kürt sorunu" başlıklı yazısında dile getirdiği gibi, cephelerin "milli aidiyetlere" göre tarif edilmeye başlandığı bir oyundur. Ve bu oyunda karşı cephelerde yer alan Kürt milliyetçiliğinin yoğunlaşma noktası olarak PKK çevresi ve Türk milliyetçiliğinin en kaba, en şoven kesimlerinin sıra neferleri, aslında Türkiye toplumunun demokratik beraberliği için verilen mücadeleye karşı birlikte omuz omuza dövüştüklerini bilmeden, boğaz boğaza gelmiş olacaklardır.
Gene de biz, bu karamsar tablonun dönemsel bir karamsarlığın etkisiyle çizilmiş olabileceğini belirtip, yakın geleceğimizin bütün bunların bir vesvese olduğunu gösterecek güçlü gelişmelere gebe olmasını temenni ederek bitirelim. (Aİ/TK)