Gerek muhalifleri, gerekse destekleyicileri, yasa hakkında bugüne kadar pek çok şey yazdı ve söyledi. Bu yazıda ise amaç, söz konusu yönergeyi, bu toz bulutu içinde -birkaç istisna dışında- pek değinilmeyen bir boyut ile ilişkilendirilerek analiz etmek; yani yönergenin kapitalizmin dünya ölçeğinde gelişimi çerçevesinde değerlendirmesini yapmak, uluslararası bağlantılarını kurmak.
Her şeyden önce Bolkestein Yönergesi'nin içeriğine bir göz atmamız, yönergenin ilk taslağı ve son şeklini karşılaştırmamız ve daha da önemlisi karşı çıkışların ortaklaştığı noktaları belirlememiz gerekiyor.
Yönergede neler değişti?
İlk taslakta yer alan maddelerden en çok tepki çekeni, hizmet sunacak şirketlerin, faaliyet gösterdikleri ülke yerine, ilk kuruldukları ülkenin yasalarına tabi tutulacak olmalarıydı (köken ülke ilkesi-country of origin principle). Bu kaygının kökeninde ise Avrupa Birliği'nin (AB) sosyal standartları görece daha yüksek olan güçlü devletlerinde kurulu şirketlerinin, standartların en düşük olduğu AB ülkelerinden lisans aldıktan sonra -hangi üye devlette faaliyet gösterirlerse göstersinler- bu ilk kez lisans aldıkları, yani düşük standartlı ülkenin yasalarından yararlanabilecek olmaları yatıyordu.
Başka bir deyişle lisansını örneğin Polonya'dan alan bir Almanya şirketi, Almanya, Fransa ya da İtalya'da faaliyet gösterdiğinde, yalnızca Polonya yasalarını uygulamakla sorumlu olacak, böylece işçilerin en korumasız olduğu AB ülkelerinin yasalarından yararlanabilecekti.
Her ne kadar AP'nin kararı bağlayıcı olmasa ve nihai karar otoritesi AB Konseyi olsa da, AP içersinde son dakikada sağlanan belli uzlaşmaların sonucunda bu hüküm yönerge metninden çıkarıldı. Söz konusu bu gelişme, başta Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) olmak üzere, çeşitli grup ve örgütlerce "Sosyal Avrupa'nın başarısı" olarak lanse edildi.
Eğitim, su, enerji hâlâ anlaşma kapsamında
Tepki gösterilen konulardan bir diğeri de, yönerge taslağının tüm hizmetleri aynı kategori altında ele alıyor olması ve örneğin ekonomik çıkar hizmetleri ile kamu yararı bulunan hizmetler arasında hiçbir ayrım yapmıyor olmasıydı.
Nihai metinde, yine uzlaşmaların neticesi olarak, bu konuda da bir orta yol izlendi ve kamu yararı olarak tarif edilen hizmetlerden sadece birkaç tanesi: sosyal hizmetler, ulaşım hizmetleri, sağlık hizmetleri ve güvenlik hizmetleri, yönergeden çıkarıldı. Bu gelişme de büyük bir başarı olarak adlandırıldı ve eğitim, su, enerji, kültürel hizmetler, mühendislik hizmetleri de dahil, daha pek çok kamusal hizmetin anlaşma kapsamında kaldığı görmezden gelindi.
"Sosyal Avrupa"
İşin daha da ironik olan boyutu ise, özellikle bu yönerge özelinde sıkça gündeme getirilen "Sosyal Avrupa" sloganının, değil sosyal olanı, bir Birliği bile savunduğunu ileri sürmenin mümkün olmayışıdır.
Zira sosyal Avrupa adı altında aslında, Avrupa'da zaten hiçbir zaman aynı olmayan sosyal standartların yine böyle sürdürülmesi -ki böyle bir duruş Birlik düşüncesi ile de taban tabana zıttır-, kötü durumda olanın kendi haline terk edilmesi ve bunun, yalnızca görece daha iyi durumda olanın sürdürülmesi adına yapılması savunulmaktadır.
AB gerçekten sosyal olsaydı, yönergeye konmaya çalışılan "köken ülke" ilkesinden korku duymaya, hatta böyle bir ilkenin kendisine gerek duyulabilir miydi? AB, gerçekten sosyal olsaydı, Avrupa sermayesi Birlik coğrafyası içinde emeğin daha vahşi koşullarda sömürülebildiği ülkeler bulabilir miydi? AB, gerçekten sosyal olsaydı, sendikalarda, Polonya, Portekiz, Yunanistan, Macaristan gibi ülkelerin düzenlemelerine karşı bugün duymakta olduğumuz paranoyalar oluşur muydu?
Ya da daha açık bir ifadeyle, sendikalar, standartların düşük olduğu AB ülkelerinin yasaları ve işçilerinden bu denli korkar mıydı? Daha da önemlisi, AB, gerçekten sosyal olsaydı, Avrupa sermayesinin uluslararası kapitalist sistem içinde kendini var edebilmesi olanaklı olabilir miydi? Bu ihtiyaç -yani içerisinde Avrupa sermayesinin yatırım yapabileceği, daha kötü koşullarda çalıştırabileceği daha ucuz işgücünün olduğu ülkeler- var olduğu sürece AB'yi sosyal bir blok olarak tanımlamak mümkün değildir.
Bu bağlamda, Bolkestein süreci, AB'nin sosyal olup olmadığı tartışmalarına da son noktayı koymuştur. Kaldı ki yaşanmakta olan süreç, iyi durumda olanın da güvence altında olmadığı, sürekli hak kayıpları yaşadığı, yani iyi-kötü ayırımı yapılmadan topyekun bir mücadelenin kaçınılmaz olduğu bir süreçtir. Bu bağlamda, örneğin, Avrupa'da standartların en yüksek olduğu ülkenin hukuku temel alınıp, yönergeye de bu standartlar, geri dönülmez ve tüm Avrupa emekçilerinin yararlanabileceği bir biçimde konmuş olsaydı, bu hem sosyal Avrupa adına ileri bir adım olarak değerlendirilebilir hem de yönergenin bir başarı olarak nitelendirmesini bir ölçüde de olsa meşru kılabilirdi.
Topyekun geri gidiş: Almanya, Fransa ve AİHM örnekleri
Öte yandan, tüm olumsuzluklarına rağmen yönergeyi, ancak, sınırlı bir başarı olarak nitelendirmek için bile belli bazı ön varsayımların geçerli olması gerekiyor.
Öncelikle, AB üye devletlerinin her birindeki verili, sınıflar arası güç dengelerine bakalım ve görece yüksek standartların geçerli olduğu üye devletlerde bu elverişli koşulların ilelebet olmasa bile, daha uzun bir süre korunup, korunamayacağını anlamaya çalışalım.
Başta Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya olmak üzere tüm AB ülkelerinde, yalnızca hizmetler alanında değil, üretimin bütün sektörlerinde hızlı bir yeniden yapılanma sürecinden geçilmektedir. Bu sürece gerekçe olarak gösterilen gereklilik ise Avrupa sermayesinin özellikle ABD karşısında rekabet gücünü koruma, artırma ihtiyacıdır.
Gerçekten de, örneğin Almanya'da, klasik anlamda devlet memuru sayısı artık son derece düşüktür ve eğitim emekçileri de dahil olmak üzere kamusal alanda hizmet verenlerin -adı "memur" olanların- çok önemli bir çoğunluğu sözleşmeli, geçici ve güvencesiz koşullarda istihdam ediliyor.
Başka bir deyişle, hizmeti üretenler açısından Almanya çok hızlı bir liberalizasyon, esnekleşme ve kuralsızlaşma sürecinden geçmektedir. Geçen yılın başında yürürlüğe konan Hartz IV isimli yasa, Almanya'da sosyal alanın tasfiyesinde atılmış önemli adımlardan yalnızca bir tanesidir.
Fransa'da da durum pek farklı değildir. Özellikle son 3 yıldır yaşanan okul işgalleri, öğrenci eylemlerinin, üniversite araştırma görevlilerinin iş bırakma eylemlerinin kökeninde, Fransız devleti eliyle yürütülen kuralsızlaştırmalar yatıyor.
Örneğin, geçen ay Fransa'da bağıtlanan ulusal toplu sözleşmede, bir yıl içersinde işverenin işçileri dilediği gibi çalıştırılabileceği ekstra süreler, yani fazla mesai süreleri 180 saatten 220 saate çıkarıldı. Fransa'daki yeni düzenlemelerin getirdiği bir diğer tehlike de, fazla çalışılan sürelerdeki artışa karşın, bu çalışmalar için ödenecek ücrette bir artışın söz konusu olmaması. Yeni taslağa göre, işverenler uygulamak istedikleri iş organizasyonuna bağlı olarak taslak içeriğinin çok ötesine geçme olanağı da elde etmektedirler.
Yine bu taslağa göre, çalışma süresi hesabı tümüyle parasal ödemeye dönüştürülebilecek, yani işçiler fazla çalıştıkları süreleri, daha sonra istediklerinde kullanacakları izinlerle telafi etme hakkını kaybedecektir. Taslak metne göre, denkleştirmenin parasal değerlendirmesini yapma yetkisi de tek taraflı olarak sadece işverenlerde olacaktır.
Çalışma süresi hesabının (1) kullanılıp kullanılmayacağına, örneğin hesabın tasfiyesi, transferi, bir iznin finansmanı vb. konularda karar verecek mercii de sadece işverenler olacaktır. Ayrıca, parasallaştırılacak unsurlar için kullanılan oran, daha önceki yüzde 3 düzeyinden, 1 Şubat'tan itibaren yüzde 2,5'a düşürülmüştür.
AB'deki topyekun geri gidişe verilebilecek en çarpıcı örnek ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kısa süre önce aldığı bir karardır. Mahkeme, aldığı karar çerçevesinde Danimarka çalışma yasalarını mercek altına almış ve işçilerin "örgütlenmeme hakkı"nı ihlal ettiği gerekçesiyle, Danimarka hükümetinden çalışma yasasını değiştirmesini, sosyal hükümlerini kaldırmasını istemiştir. (2)
Sevinmek için gerekli koşullar yok
Bu örnekleri artırmak mümkün; fakat asıl doğru okunması gereken husus, tüm bu örneklerin çok ciddi eğilimleri ortaya koyuyor olması. Başka bir deyişle, ne yazık ki "köken ülke" prensibinin yönergeden çıkarıldığına sevinmek için gerekli koşullar bulunmamakta.
Çünkü AB sermayesi, düşük standartlı, ucuz işçi çalıştırmak için lisansını başka bir ülkeden almak zorunda kalmamak, bu elverişli üretim koşullarını kendi coğrafyalarında oluşturmak adına zaten önlemler alıyor.
Bolkestein GATS'a uyum zorunluluğu
Yine bu meseleyi bir başarı gibi algılama ve bu şekilde sunmada sorun yaratabilecek bir diğer konu da, AB üye devletlerinin de imza koyduğu uluslararası anlaşmalardır.
Bu anlaşmalardan konumuzla doğrudan ilintili olanı, Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) Hizmet Ticareti Genel Anlaşması'dır (GATS) ki Bolkestein Yönergesi aslında AB'nin GATS'a uyum adına çıkarmak zorunda olduğu bir yasadır.
Bu bağlamda AB, bir yandan aday ve yeni üye devletleri kendi serbest piyasa hukukuna uymaya davet ederken, diğer yandan da kendi hukukunu uluslararası kapitalist işleyişe tam uyumlu hale getirmek, işleyişinde var olan, geçmişten gelen sosyal düzenlemeleri, imzaladığı anlaşmalar uyarınca tasfiye etmek zorundadır.
Üstelik AB, Dünya Ticaret müzakerelerinde ve ticaretin, yatırımların dünya çapında liberalleşmesinde proaktif bir rol üstlenmiş olmasının yanı sıra, serbest piyasa kapitalizminin başını çeken ülkeler grubunun da en güçlü üyesidir.
Bolkestein'ın devamı gelecek
Yani, "sosyal Avrupa'yı koruduk, biz kazandık" gibi rehavetlere kapılmamalı, tıpkı Almanya'daki Hartz 1, Hartz 2 ve nihayet Hartz 4 süreçlerinde olduğu gibi, Bolkestein Yönergesini de takip edecek Bolkestein 1, 2, 3 gibi versiyonları beklenmelidir .
Bunun da ötesinde, GATS anlaşmasının doğası (built-in principle) gereği, piyasaya açılmayan tüm hizmet alanlarının beşer yıllık periyotlar dahilinde yapılacak müzakere turları aracılığıyla ve sonunda piyasalaştırılmamış hiçbir kamu hizmeti kalmayıncaya kadar devam ettirilmesi gerekiyor.
Böyle olması dolayısıyla, şimdilik yönerge dışında tutulan 4 hizmet alanının da kısa süre içinde serbest piyasa mönüsüne eklenmek zorunda olunduğunu unutmamamız gerekiyor.
Avrupa Birliği'nde serbest piyasanın en ateşli savunucusu AB Komisyonu'nun, Parlamentodaki oylama sonucundan duyduğu memnuniyeti gizlememesi ve AP'nin merkez sağ parlamenterlerinin "bu bizim eserimiz, muhafazakar sağ ile yaptığımız ittifakların neticesinde bu sonuca ulaştık" (EU Observer, Feb.2006) diyerek yönergeyi savunması da bir o kadar düşündürücü ve aynı zamanda tespitlerimizi doğrular nitelikte. (GY/TK)
* Gaye Yılmaz, Ekonomist, Birleşik Metal İşçileri Sendikası Uluslararası İlişkiler Departmanı
1. Çalışma süresi hesabı, Avrupa ülkelerinde esneklik uygulamalarıyla birlikte gündeme gelen ve çalışılan sürelerin biriktirildiği, standart sürenin üzerinde kalan sürelerin daha sonra işçilerin de rızası ve görüşleri çerçevesinde izin biçiminde telafisine izin verilen bir uygulamadır.
2. Danimarka yasalarına göre, sendikaların güçlü temsiliyete sahip olduğu işyerlerinde, işe giriş vb konularda sözleşmeye "sendikaya üye olma" şartını koydurabilmesi mümkündür. Halihazırda uygulama alanı son derece dar olan (Danimarka'daki işyerlerinin yalnızca yüzde 10'unda sendikalar böyle bir güce sahip) bu yasal düzenleme, AİHM'ye göre bir hak ihlaline yol açıyor.