25 Mayıs 2022 Çarşamba günü Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin 344. kez sırtlarını rektörlüğe dönerek gerçekleştirdikleri protesto eyleminden sonra Prof. Dr. Güzver Yıldıran üniversitenin simgesel forum mekânlarından biri olan steplerde Açık Ders: Sistem Kuramı ve Değerler 101 başlıklı bir konuşma yaptı.
Boğaziçi Üniversitesi’nde uzun yıllar bölüm başkanlığı ve dekanlık yapmış, akademik ve idari olarak üniversiteye çok büyük emek vermiş Prof. Dr. Güzver Yıldıran konuşmasında akademik özerkliğin tüm dünya için neden yaşamsal öneme sahip olduğunun özellikle altını çizdi.
Açık Ders: “Sistem Kuramı ve Değerler 101”
Emekliliğimden sekiz yıl sonra sizlerle bir arada olmaktan büyük bir kıvanç duyuyorum. Sizler çok etkin bir akademik kurumun o düzeyde kalması için çok önemli bir şey yaptınız.
Sadece ve yalnızca ilkelerle, akademinin sine qua non’u, olmazsa olmazı olan ilkelerle bu düzeyi korumaya çalıştınız, çalışıyorsunuz. Bunun ülkemiz ve dünya akademi tarihinde çok önemli ve çok nadide bir örnek oluşturduğunu düşünüyor, iftihar ediyorum.
Bugün Sistem Kuramı’nı değerler çerçevesinde ele almaya çalışacağım. Sistem kuramı ile değerler ilişkisine geçmeden, Yaman hocamızın, anlattıklarını da içeren kısa bir anımsatmayla başlayalım. Nerede düzenli ve süreli bir sonuçlar örüntüsü gözleniyorsa, ardında bir sistemin olduğunu varsayabiliriz.
O zaman sistemi nasıl tanımlayacağız? Sistemi, alt bileşenlerin çok katmanlı, çok evreli ve eş güdümlü nedensellik ilişkileriyle, planlanan amacı oluşturduğu yapılar olarak tanımlayabiliriz. Çok basite indirgeyerek, sitemleri ‘Girdiler, Dönüşümler ve Çıktılar’ olarak üç bileşen grubuna ayırabiliriz.
Bu basit çerçeve, sanki bileşenler arasındaki ilişkiler doğrusalmış (lineer) izlenimini yaratsa da, bunların her biri bazı alt sistemleri de içeriyor veya birçok alt sistemin karmaşık ilişkilerini kapsıyor olabilir. Alt bileşenleri kısaca tanımlarsak, ‘Girdiler’, sistemin işlerlik kazanması için gerekli tüm kaynak haznesini; ‘Dönüşümler’ kaynakların hedeflenen ve planlanan çıktıyı oluşturması için gerekli süreçleri; ‘Çıktılar’ da amaçlanan ve planlanan hedefleri kapsar.
Kaynakları sadece mali kaynaklar olarak düşünmemek lazım; sistem için gerekli zaman, insan gücü, bilgi düzeyi, araçlar, teknoloji gibi sistemden sisteme farklılık yansıtan, sistemin işlerlik kazanması için gerekli tüm kaynaklar olarak ele alabiliriz. Kaynaklar, amaçlanan, planlanan hedeflerle nedensellik ilişkileri oluşturacak veya sosyal görüngüde büyük olasılık ilişkiler gösterecek dönüşümler düzeneğinden geçerek, dönüt-düzeltme süreçleriyle planlanan amaçları oluştururlar. Her sistemi bu çerçeve ile ele alabiliriz.
Sistemler, planlanan amaçları oluşturmadaki etkinlik, keskinlik ve sadelikleri açısından fayda-maliyet analiziyle değerlendiriliyorlar. Maliyet yine fiskal bir niceliği değil, çok boyutlu kaynakların tümünü belirtiyor. Fayda-maliyet analizini yapabilmek için, sistemin bileşenlerini ölçülebilir nicel birimlere çevirme zorunluluğu var.
Ölçümlerin, ölçülenin niteliklerini yansıtan geçerli, tutarlık gösteren güvenilir ve nesnel nicel birimlerle yapılması gerekli. Fayda-maliyet analizini basit bir şekilde, karmaşık ilişkiler sanki doğrusalmış gibi ele alan iki küçük formülle örneklendirebiliriz.
Şöyle ki:
Z=a1 x1 + a2 x2+ …an xn c1x1+c2 x2+ …cn xn ≤ C
a= net kazanç
x=birimler
z=toplam kazanç
C= toplam kaynak
c1,2..n= birim için kullanılan kaynak
Z’ye sistemin tüm kazancı diyelim, a’yı da her x biriminin kattığı net kazanç olarak ele alalım. O zaman her birimin net kazancının toplamı sistemin toplam kazancını oluşturuyor.
Eğer herhangi bir birimin net kazancı sıfır veya eksi değerde ise o birimin sistem için sorunlu olduğu ortaya çıkar. Bu durumda ya o birim sistem dışı bırakılır veya farklı dönüşümlerle sisteme katkı düzeyi arttırılır. Eğer bir birimin net kazancı eksi değerde ise onu net kazancı artı değerde ve mümkünse yüksek olan bir başka birimle değiştirebiliriz. Böyle dönüt-düzeltme süreçleri ile sistemin net kazancını arttırmış oluruz, her katman ve evresini denetleyebiliriz.
İkinci formüle bakalım. Sisteme ayrılmış toplam bir kaynak var. Bunu C ile belirtelim. Sistem içinde de her birime harcanan bir kaynak var. Bunu da cnxn olarak belirtelim.
Her birime harcanan kaynakların toplamının, sistem için ayrılan toplam kaynaktan daha az veya ona eşit olması lazım. Bunun tersi olursa sistem oluşamaz, çünkü sistemin maliyeti, faydalı olmasını engellemiştir. Bu basit örnekler, sistemlerin planlanan sonuçların veya hedeflerin oluşturulmasında nasıl denetlendiklerine işaret ediyor.
Sistemler hakkında bu kısa bilgiden sonra sistemlerin değerlerle ilişkilerine bakalım. Sistem Kuramı’nı kim kurdu? Babası kimdir? Sonra sistem kuramı nasıl yayıldı, ilk nerede kullanıldı? Bir bakalım.
Sistem Kuramı’nı ilk oluşturan bilim insanı Viyana Üniversitesi’nde çalışan Avusturyalı biyolog Ludwig von Bertalanffy. Bertalanffy 1928-1968 arası kırk yıllık bir çalışma süreci içinde sistem kuramını ilkin biyolojide organizmaların gelişimini açıklamada[1], sonra da sibernetikte kullandı.
Organizmaların, molekülden tüm organizmaya kadar bütün gelişimsel evrelerinin sistem kuramı ile açıklanabileceğini belirtti; sibernetikte kullanımını, 1967’de Robots, Men and Minds: Psychology in the Modern World (Robotlar, İnsanlar ve Zihinler) kitabında ele aldı. Kapsamlı bir düşünür olan Bertalanffy, sistem kuramının ayrıca sosyal görüngüyü açıklamada sosyoloji ve psikoloji alanlarında da kullanılabileceğini belirtti; ancak sosyal görüngüyü oluşturmada nasıl kullanılacağını açıklamadı. Bertalanffy 40 yıl içinde geliştirdiği genel sistem kuramını 1968’deki magnum opus’u General System Theory: Foundations, Development, Applications kitabıyla toplu halde sundu.
Oluşturduğu genel sistem kuramında Bertalanffy açık sistemler, kapalı sistemler kavramlarını ayrıştırdı. Açık sistemler çevre ile kontrollü etkileşimin sürekli olduğu sistemler, kapalı sistemler ise çevre ile ilintisinin ancak gerekli girdiler çerçevesinde gerçekleştiği sistemler olarak tanımlanabilir. Bertanlanffy Sistem Kuramı’nı 1937’de hem Amerika’da tanıttı hem de kuramın kullanımı Avrupa’da yaygınlaştı.
Bertalanffy 1968’de genel sistem kuramını yayımladıktan sonra aynı yıl, University of California, Berkeley’den West Churchman, Sistem Kuramı’nın sosyal görüngüyü açıklamada ve oluşturmada nasıl uygulanacağını, The Systems Approach adlı kitabıyla[2] dünyayla paylaştı. Bu kitapta Churchman Sistem Kuramı’nın devlet, devlet kurumları, planlama, yönetim, işletme, endüstri ve insanlık sorunlarında, hem açıklayıcı hem de oluşturucu bir şekilde nasıl kullanılabileceğini ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Şimdi bunu söyledikten sonra değerli meslektaşlarım, sevgili öğrencilerimiz, Sistem Kuramı’nın ilk defa nerede kullanıldığına bakalım.
Sistem Kuramı’nın ilk kullanımı İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’da Operations Research altında askeri yöneylem araştırmalarında, Almanya’da da yine askeri araştırmalarda gerçekleşiyor. Sistem Kuramı ilk başta lojistik alanında düşman hava araçlarının yerini tespit etmek, ona göre alarm sistemleri oluşturmak ve taarruz harekâtını eşgüdümlü yapmak amacıyla kullanılıyor. Her iki taraf da Sistem Kuramı’nı, hizmet sektörü dâhil birçok alanda bütün savaş boyunca çok etkili bir şekilde kullanıyor. Savaşın ortalarına doğru kapsamlı ve çok tahripkâr bir düşünce oluşuyor her iki tarafta da.
Tarafların, “Acaba biz Sistem Kuramı’nı kullanarak karşı tarafı tamamen imha edecek bir sonucu oluşturabilir miyiz” sorusuna, fizikçiler, matematikçiler ve teknologların oluşturduğu çalışma gruplarıyla yanıt aramaya başlıyor. Burada çok önemli bir tarih var, 2 Aralık 1942; Enrico Fermi’nin Chicago Üniversitesinde, benim üniversitemde ilk insan yapımı atom reaktörünü oluşturduğu tarih. Karşı tarafta da aynı işi yapan Belirsizlik İlkesi’nin oluşturucusu Heisenberg var.
O da Alman hükümetinin baskısıyla çalışmaları geliştiriyor. Ancak Heisenberg’in bu çalışmaları yavaşlattığı, sonucunu gördüğü için de bombanın oluşmasına engel olduğu gibi bir rivayet var. Ne kadar doğrudur, bilemiyorum. Her hal ve kârda, 1942’de atom bombasının oluşmasından sonra, Japonlar’ın Hawaii’ye taarruzunun ardından, dünya tarihinin, M.S.79’da Vezüv’ün Pompei’deki hışmından bile daha fazla insan öldüren en büyük katliamı, meşum 6 ve 9 Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’yi yerle bir ediyor. Hiroşima’da 140 bin insan, Nagasaki’de 80 bin insan katlediliyor. Bununla da kalmıyor, radyoaktivite nesiller boyu sürecek insan ve doğa hasarına neden oluyor. Savaş bu bombadan bir ay sonra 2 Eylül 1945’te sona eriyor.
Milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği, ülkelerin şehirlerinin bombalar nedeniyle tarumar olduğu, kıtlık ve açlığın yaşandığı bu hazin dönemeçte, insanlık tahininin en büyük etik düzenekleri, mega sistemler oluşmaya başlıyor. İlk kurulan örgüt, yaşanan açlıkla mücadele için 16 Ekim 1945’te Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), hemen ardından 24 Ekim 1945 Birleşmiş Milletler, 16 Kasım 1945’te UNESCO, 11 Aralık 1946’da UNICEF ve 7 Nisan 1948’de Dünya Sağlık Örgütü kuruluyor. Aslında Franklin D. Roosevelt 1943’ten beri savaşın içindeyken müttefiklerden oluşan bir Birleşmiş Milletler kavramını geliştirmiş.
İkinci Dünya Savaşı 2 Eylül 1945’te sona erdikten hemen sonra Birleşmiş Milletler 24 Ekim 1945’te ilk resmi toplantısını yapıyor. Birleşmiş Milletler ’in amacı ne? Amacı, 1) barışı sürekli hale getirmek ve 2) çatışmaları önleyici tedbirler almak. BM’nin hedefi, ulusların bu ilkeleri benimseyip hizmetlerin bireye kadar inmesini sağlayıcı yapılar, sistemler oluşturmak.
Bunların hepsi evrensel etik ilkeleri temel alan sistemlerin oluşması açısından çok güzel. 1948’de çok önemli bir gelişme daha oluyor. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, BM’nin 183. oturumunda Paris’te, katılan uluslar tarafından imzalanıyor. Buradaki 5 maddeyi sizinle paylaşmak istiyorum. 1’inci Madde, BM’nin hedefiyle aynı. “İnsanlık,” aynan böyle diyor “vicdan ve mantık çerçevesinde kardeşçe yaşamak durumundadır.” 18 ve 19’uncu Maddeler fikir özgürlüğü ve onun ifadesiyle ilgili, 25 ve 26’ıncı Maddeler ise doğuştan hakkımız olan eğitim ve sağlık haklarının her bireye ulaşılması üzerine inşa edilmiş.
Bu kadar kapsamlı ve güzel bir etik çerçeve insanlık tarihinde ilk defa oluşuyor. Ancak bu yaşanabiliyor mu? 10 Aralık 1948’ti değil mi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi? Tam bundan altı ay sonra dünya bambaşka bir değerler sistemine geçiyor ve bölünüyor. Bunun tohumları zaten BM’nin içinde yer almış durumda, çünkü orada savaşı kazanan iki blok var: ABD, Birleşik Krallık ve Fransa bir taraf, Rusya ve Çin diğer taraf. Batı bloku 1776’da Adam Smith’in The Wealth of Nations[3]’da ifade ettiği prensipleri, çok basitçe serbest pazar, kişisel ve özel girişim ve iş bölümünü benimseyen kapitalistik dünya algısı ve düzeni içinde; diğeri ütopik olarak Marx ve Engels’in 1848’de Communist Manifesto[4]’da belirttiklerieşitlikçi ve sınıfsız toplum ilkelerini temel alan komünizmibenimsemiş durumda. Bu iki toplumsal düzenekteki siyasal yapı birbirinden tehdit olmaya başlıyor. Sadece bir yıl önce evrensel birleştirici mega sistemler kurulmuş, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi imzalanmıştı.
Bir sene sonra siyasal temelli askeri paktlar kurulmaya başlıyor: Batı bloğu 4 Nisan 1949’da NATO’yu, buna karşılık komünist blok ise 14 Mayıs 1955’te Varşova Paktı’nı oluşturuyor. İşte bu paktların etik mantığı, insanlık tarihinin iftihar edeceği birleştirici sistem oluşumlarından çok farklı. Kendilerini korumak üzere oluştuğu belirtilen paktlar, kendileri saldırgan hale geliyor. Ve bu iki blok, yani BM’de savaş galibi daimî üye beşli ekip, birbirine girerek dünyayı tekrar tarumar etmeye başlıyor. Çift kutuplu dünyada neyi görüyoruz? İki bloğun çarpıştığı, Kore, Vietnam, Kamboçya, Küba Krizi gibi insanlığı tehdit eden krizlerle karşı karşıyayız. Buna ek olarak da bu beş ülkenin hepsinin nükleer silahı var. Anlaşılıyor ki BM’de daimi iye olmak için iki gereklilik var: İlki, İkinci Dünya Savaşı’nı kazanmış olmak ve anlaşılan nükleer silahlara sahip bulunmak.
Peki, çift kutuplu dünya neden tek kutuplu hale geldi? Çünkü sistemler kendi benimsedikleri evrensel ilkeleri başka evrensel ilkeleri dışlayacak şekilde oluşturdular. Kanımca bu nedenle bir taraf çöktü. 1989’da, hani Demir Perde Ülkeleri diyorduk ya, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla komünist blok çöktü.
Tamamen kendi içine kapalı bir sistem yok oldu ve insanlık tek kutuplu bir dünya düzenine evirildi. Dengeleme ve kontrol mekanizmaları ortadan kalkmış tek kutuplu dünyada çok daha feci oluşumlar gerçekleşti. ABD ve müttefiklerinin kendi çıkarları ve fırsatçılıkları temelinde, dünyadaki önemli kaynaklara ulaşmak ve onları kontrol etmek istemeleri esas nedeniyle, olmayan “kitle imha silahlarını bulma” veya “demokrasi ihracatı” gibi bazı etik ilkeler, post-truth denilen gerçeği örten ve yok sayan bir şekilde kullanıldı. Saldıran ülkelerin coğrafyalarından çok uzak yerlerde, insanlık büyük acılarla tekrar karşı karşıya geldi. İşte güneyimizde Irak ve Suriye, bizde içindeyiz maalesef, batımızda da Ukrayna’daki savaşlar.
Milyonlarca insan öldü, katliamlar gerçekleşti ve bunlar yalnız insanları öldürmekle kalmadı. Bu üçüncü paradigmadaki savaşlar kültürleri yok etti. Amerikan işgalinde Bağdat Kütüphanesi yağmalandı, el yazımı yüzbinlerce eser yok oldu. Ve insanlığın son sistem paradigması, Kavimler Göç’ü ve Cengiz Han’ın istilalarından sonra en büyük göç dalgasını dünyaya iliştirdi; insanları evinden barkından etti, diğer ülkeleri de bu sorumlulukla baş başa bıraktı.
Sevgili meslektaşlarım, işte insanlığın içinde bulunduğu etik düzey bu. Peki, etik hakkında bilgimiz var mı? Evrensel etik ilkeleri içeren dokümanları da insanlık oluşturdu, etiği temel alan mega sistemleri de insanlık kurdu. Ama gelişmiş dediğimiz uygar ülkeler, etik ilkeleri en fazla ihlal edenler oldu; dünyamıza en büyük tahribatı bu ülkeler yaptı.
Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler, gelişmemiş ülkeler paradigmasının çok kötü ve yetersiz bir paradigma olduğuna inanıyorum. Çünkü uygar ve etkili dediğimiz ülkeler, evet, siyasal açıdan, ekonomik açıdan, teknolojik açıdan etkin olabilirler. Ama en büyük hasarı veren ülkeler hangileri dersek, etkinlik alanı en fazla olan ülkelerin en büyük hasarı verme ihtimali artıyor ve etik taban olmadığı için de bunun sonuçlarını dünya yaşıyor. Kanımca uluslararası kuruluşların amaçları ve ulusların altına imza attıkları belgelerde belirtilen evrensel insanlık değerleri çerçevesinde, hiçbir ülke uygar değil. İnsanlığın durumu şu anda etik düzey açısından bu. Evrensel değerlerin ne olduğunu biliyor muyuz? Biliyoruz. Yaşama geçiriyor muyuz? Var ama evde. Durum bu.
Şimdi buradan tekrar Churchman’a dönmek ve konuşmamı bitirmek istiyorum. Churchman, sosyal görüngüyü de Sistem Kuramı ile ele alabileceğimizi ve insanlık sorunlarını çözebileceğimizi belirtmişti. Peki, bu sorunları çözmede kimi görevli kılıyor Churchman? Bilim insanını. Siyasetçileri değil, güç odaklarını, çıkar gruplarını değil, bilim insanını. Neden?
Çünkü Churchman’a göre, yüzyıllar içinde bilim kendini düzelten ardıl adımlarla (successive approximations) bir sistematik oluşturdu ve dünyaya çok büyük katkı yaptı. Bilim yüzyıllar boyunca dönüt-düzeltme sistemleriyle kendini düzelterek ilerledi. Bu nedenle epistemolojik açıdan çok etkin bir temele sahip.
Ancak Churchman’ın bilim insanına şu iki sitemi var: Birincisi, bilim insanı ancak kurduğu sistemler çevresel etkenler veya daha büyük sistemler tarafından tehdit altına girdiği zaman, sistemin çevresindeki veya dışındaki etkenlere dikkat etme zaruretini duyuyor. Bilim insanı, kendi sisteminin içinde bulunduğu daha büyük sistemlerin destek veya karşıtlığında, ön alıcı bir çerçeveye sahip değil. Churchman’a göre bilim insanı, sistemle çelişki gösterebilecek daha büyük sistemlerin etkilerini ölçecek araçları oluşturmaya odaklanmıyor, sadece bilime değerlerin bulaşmasını önlemeye çalışıyor. İkinci eleştiri de, bilim yaptığı seçimlerle kendisi bir değerler sistemi oluşturduğunun farkında değil. Churchman’a göre bilim insanı bir gözlemci olamaz.
Churchman bilime ve bilim insanına önemli ve Sisyphus vari sorumluluklar yüklüyor. Churchman, bilimin kendi oluşturduğu sistemlerin varsayımlarını, hedeflerini, süreçlerini ve sonuçlarını, değerlerle ilgili aksiyolojik bir temele dayandırması gerektiğini belirtiyor. Churchman’e göre bilim insanı, bilimin ulaştığı sonuçların insanlığı şimdi, yakın ve uzak gelecekte nasıl etkileyeceğine odaklanmak zorunda. İnsanlığın bilimsel ve teknolojik birikiminin, aksiyolojik, yani altına imza attığımız evrensel değerleri içeren bir temel üzerine inşa edilmesi gerekiyor. Böylece bilim, epistemoljik birikimini aksiyolojik bir temel üzerine inşa ederek, oluşturduğu sitemlerin çevreyle çelişki noktalarını da önceden saptayabilecek. Çatışmaların daha önce öngörülüp ölçülebildiği aksiyolojik evrensel temellerin üzerine inşa edilmiş epistemolojik birikimi kapsayan geniş paradigmanın, yine ardıl adımlarla insanlık sorunsallarını çözebileceğini düşünüyor Churchman.
Bilim insanı, epistemolojik katkılarının altındaki değerleri önce kendisi bilecek, çalıştığı alanların hangi evrensel değerleri geliştirmek üzere kurgulandıklarını, en küçük sistemden en büyüğüne, en dar çalışmasından en kapsamlısına kadar, belirtecek ve bu suretle toplumu da eğitmiş olacak. Ancak şöyle bir durum var. Toplum bilimin çıktılarıyla ilgilenmez. Ona değen kısımlarıyla ilgilenir. Bilimin topluma değen kısımlarda toplumu eğitecek olan kişi yine bilim insanı, Churchman’e göre. Bu sorumluluğu da bilim insanı mutlaka yüklenmek durumunda.
Peki, bilim insanı bunu nasıl yapacak? Bilişim bilimi ve teknolojileriyle. Ama bilişim bilimi mesajların iletilme gücüne odaklı, anlamına değil. Orada başka tehlikeler de var.
Özgür ifadenin korunmasına karşın “misinformation, disinformation” dediğimiz çarpıtılmış gerçek, yanlış gerçek, “fake information” dediğimiz sahte gerçek, bir de “post-truth” dediğimiz durum var. (‘Truth’un pre’si post’u olmaz ama hadi kabul edelim o kavramı. ‘Post-truth’u, biz gerçek ötesi diye tercüme ettik ki bence çok yanlış bir tercüme. Hakikati örten veya yok sayan gerçeklik, aslında). Bilimin altında en azından bilim felsefesi gibi bir alan var; onun için bilim insanlarına bu yükümlülüğü veriyor Churchman. Teknolojide böyle bir aksiyolojik çerçeve asla olmamış, hiç olmadı. Silikon Vadisi’nin nasıl çalıştığını biliyoruz. Bireye uzatıyor teknolojik hizmetleri. İnsanlar için çok faydalı durumlar da olabilir. Hizmetlere ulaşamayan insanlar, insan grupları, bunlara ulaşabilir teknoloji sayesinde. Ancak çok tehlikeli bir bilgi kirliliği sonucu oluşan durumlar da söz konusu olabilir. Yine de sorumluluğu en etkin bir şekilde üstlenebilecek alan bilim, grup da bilim insanları.
Konuşmamın başında sizlerle ne kadar iftihar ettiğimi, bu kurumun bir parçası olmaktan büyük haz duyduğumu ifade etmiştim. Şu anda dünyamızdaki her bireyi besleyecek, her bireye bir barınak sunacak, her bireye eğitim ve sağlık hizmetlerini götürecek epistemolojik düzeydeyiz.
Bunu yapmıyorsak eğer, toplumlarımızı aksiyolojik olarak insanlığın kabul ettiği evrensel değerler çerçevesinde organize etmediğimizden. Churchman’ı çok haklı buluyorum.
Evet çözümleri ancak bilim insanları oluşturabilir, gerek kendi paradigmaları açısından gerek bunları topluma yayma açısından. Ve sizlerin, şu yaşadığımız tek yuvamız olan yer aldığımız gezegenimizi, yaşamı ve yaşayanları geliştirecek, hasarı önleyen çok etkili sistemler oluşturacağınızı ve bunları aksiyolojik bir temelde kendi kendinizle de toplumunuzla da yaptığınız alanlardaki katkılarınızla da yaşatacağınıza inanıyor, hepinizi iftiharla, saygıyla ve sevgilerimle selamlıyorum.
(EMK)
[1]Ludwig von Bertalanffy (1940). Vom Molekül zur Organismenwelt, Potsdam: Akademische Verlagsgesellschaft Athenaion.
(1953). "Die Evolution der Organismen", in Schöpfungsglaube und Evolutionstheorie, Stuttgart: Alfred Kröner Verlag, pp 53–66
(1967). Robots, Men and Minds: Psychology in the Modern World, New York: George Braziller,
(1968). General System Theory: Foundations, Development, Applications, New York: George Braziller, revised edition 1976: ISBN 0-8076-0453-4
(1968). The Organismic Psychology and Systems Theory, Heinz Werner lectures, Worcester: Clark University Press.
[2] C. West Churchman (1968).The Systems Approach. New York: Delta; Dell Publishing Co. Inc.
[3] Adam Smith (2002). The Wealth of Nations. Oxford, England: Bibliomania.com Ltd.
[4] Marx, Karl, 1818-1883. (1996). The Communist manifesto. London ; Chicago, Ill: Pluto Press,