Çok meşguldü. Arkamızda 60'lardan fırlayıp gelmiş, saçlarını bonuscular gibi uzatmış, koskoca renkli camlı gözlükleriyle bir siyah kadın vardı. Boynundan sallanan cafcaflı altın rengi kolye simsiyah teni üzerinde pek de alımlı duruyordu.
Karşımızda ise on üç- on dört yaşlarında bir siyah kız çocuğu ayakta kollarını iki yana doğru açmış kollarıyla küçük küçük daireler yapıyor, kol kaslarını güçlendiriyordu. Alıştırmayı bitirdikten sonra, vagondaki tutamaklarından birine sıkıca asılarak çekti bütün bedenini yukarıya doğru üç kez... Bizim şaşkın bakışlarımız arasında...
Onlarla birlikteliğimiz uzun sürmedi tabi. 42. sokağa geldik ve indik. Otobüs beklemeye başladık. Beş dakikadan fazla beklemeyecektik, biliyorduk. Ve bir iki dakika içinde ufukta göründü otobüs, yüksek binaların gölgesinden sıyrılarak...bindik, oturduk.
Tam yanımızda 150-200 kilo civarında bir adam elindeki kurutulmuş eti paketinden çıkarmak için canhıraş bir mücadele veriyordu. Koskoca adam ve o ince uzun kahverengi çubuk. Adamın üzerinde kırmızı bir tişört vardı.
Tişörtünün rengi sabırsızlığı ve yoksunluk kriziyle yüzüne vurmuştu sanki. Uyuşturucu bağımlısından pek farkı yoktu görünüşte. Sonunda plastik ambalajı açtı, gülümseyen gözlerle baktı kahverengi et parçasına.
Dayanılmaz an işte oydu! İnce uzun çubuğu dişlerinin arasında kavradı. Mutluydu. Yarım dünya adam o incecik et parçasıyla mutluluğun doruklarındayken biz son duraktaydık. İndik. Adam otobüsten iner inmez bir fast food dükkanında aldı nefesi. Biz hala o kadar şaşkındık ki....
Yollar kapatılmıştı. Her taraftan, turlar atarak, oradan inip buradan çıkarak geçtik 'insandan kurtarılmış bölge'ye. Halk erkenden akın akın gelmiş iki saat sonra yapılacak havai fişek gösterisini izlemeye. Az buz değil, dünyanın en güzel güzel, havai havai fişek fişek gösterisiymişşşşşş....
Bulunduğumuz aynalı camlı gökdelenin içi ve dışı için ayrı ayrı biletler var. Elimizi kolumuzu sallayarak giremiyoruz yani her yere. Biz bahçedekilerdeniz, binanın içindekiler ise büyük adamlar ve büyük kadınlar...bir ara içeri giriyorum, kapıdaki güvenlik hiçbir şey sormuyor.
Ben onlara içeri girip giremeyeceğimi soruyorum saf saf. "Tabi tabi" diyorlar. Önce üst kata çıkıyorum, sağı solu kolaçan etmeye, kimler yemekhaneden izleyecek havai fişek gösterilerini diye, fazla kalabalık görmüyorum. Sonra dönüp birkaç kraker alıp, geldiğim kapıdan çıkmak üzereyken, güvenlik "DUR" diyor.
Duruyorum.
"Sen ne yapıyorsun böyle?" diyor. "Kraker yiyorum" diyorum. "Nasıl girdin içeri, biletin ne renk? Seni binaya getiren refakatçin nerde? Üst kata nasıl çıktın madem biletin bahçe bileti?" diye azarlar tonda birbirinden anlamsız sorular soruyor.
Elimdeki krakerlere bakarak, "bütün bunları daha önce sormalıydın, ben kapıdan girerken sana sordum yukarı çıkabilir miyim, sen de tabi diyerek tarif ettin, şimdi bana dönmüş nasıl girdin, nasıl yaptın, nasıl ettin diyorsun" diyerek Batı standartlarında "kaba" ile "direk" olma arasında bir yanıt veriyorum.
Güvenlik, güvenlik olalı kendinde gördüğü o üstün insan tavrıyla bir an şaşkın şaşkın bakıyor yüzüme. Ben de onunkine. Susuyor koca adam. "Yani" diyorum, "ne olacak? Evet yukarı çıktım, baktım kim var kim yok, sonra krakerlerimi aldım dönüyorum. Kraker ister misin?" Canı istemiyor zahir, "hayır" diyor.
Kendisinin yarı boyundaki bu beyaz çokbilmiş, yabancı hatun kişi kendini ne zannediyor acaba diye geçiriyor aklından belli ki. Aslında gecemin geriye kalanını bir faciaya dönüştürmek için yeteri kadar koz var şu anda elinde. Uzun uzun bakıyor yüzüme...Hiçbir şey söylemeden. Bu nevrotik romantizme daha fazla dayanamıyorum.
Gidiyorum.
Gökyüzünde uçaklar, yeryüzünde polis, nehirde güvenlik motorları bedenimiz sanki güvenlik ağının bir parçası. Şimdi diyorum, bu kadar güvenlik arasından iki uçak birden bire gökyüzünü delip geçse, birbirine katsa etrafı, Amerika'nın özgürlük gününde, ne büyük olay olurdu, gerçi tahminen biz oracıkta ölüverirdik, adsız kahramanlar bile olamazdık üstelik seyirci halimizle...ama sıradan bir ölüm olmazdı bizimkisi...
11 eylülde ya da başka kazalarda ölenlerle aynı mertebede karşılanırdık öbür dünyada, karmamız bitmeden kazara öldük diye. Belki günahlarımızdan bile arındırırdı bizi ilahi adalet.
Ben böyle senaryolar kuradurayım, dünyanın en güzel havai fişek gösterisi başlıyor. Beş dakika içinde geceleri yıldızları görünmeyen New York'un gökyüzünü ağır bir duman kitlesine boğuyor. Sonra da yanmış konfetiler bırakıyor üstümüze. Siyah konfetiler..
Dönüş yolunda bindiğimiz otobüsün şoförü gösterinin nasıl olduğunu soruyor. Cevap veriyoruz: "havai- fişek- gösterisi. Nokta". Anlıyor, gülüyor...
Sabah, başımda bir ağırlık ve saçlarımın arasında Amerikan özgürlüğünün külleriyle uyandım.
Elimi saçlarımın arasına götürüp başımı kaşıdığımda tırnaklarımın içi simsiyah bir pislikle doldu.
Aklımda gazete yiyen adam, on üç yaşındaki atlet adayı, 60'lardan fırlayıp gelen bonus saçlı kadın ve kurutulmuş etiyle aşk yaşayan adam vardı. (TS/BA)