İnsanın dişi kırılıp açıkta kalan sinire bir şey dokunduğunda hissettiği neyse Washington'la ilişkilerimizin hassasiyet seviyesi o. Daha gezi gerçekleşmeden başlayan "randevu verdi-vermedi" tartışması, Erdoğan'ın Beyaz Saray'da suçlu muamelesi göreceğine dair yorumlar, "acaba özür dilemeyi başarıp affa mazhar olacak mı" merakı hep bunun tezahürleri.
Aslında fazlaca yadırganacak bir şey yok bu tabloda. Hatta aşina bile sayılırız. İmparatorluğun dizleri üzerine çöktüğü noktadan itibaren tekrarlanan sahne değişmedi. Türkiye'nin okuryazarının gözünde Amerika hep "kutup" oldu; ve her siyasi kadro bu "kutba nispeti" oranında makbul sayıldı.
General Harbord
İmparatorluğun son yüzyılı içinde Türkiye'nin adını dahi bilmediği, bu yüzden "Yeni Dünya" diye isimlendirdiği Amerika'yla ilişkilere dair notları yakın zamanda aktarmıştım. Amerikan ticaret gemilerinin Akdeniz'de serbestçe dolaşması için Osmanlı Devleti'ne vergi ödemeyi kabul ettiğini v.s.
O dönemde Amerikalılar saraya hediye olarak Kızılderili ok ve yaylarını, ürettikleri tüfeklerden birkaç örneği yollayarak gönül almaya çalışmışlar, sonra da bir müteşebbis Kudüs'ten Hz. Yahya'nın inananları vaftiz ettiği kaynağın "işletilmesi" fikrini ortaya atarak "kutsal su ihracı"nı başlatmıştı.
Düşük profilli bu ilişki "Yeni Dünya"nın dünya siyaset sahnesindeki tırmanışına paralel olarak önem kazandı. Amerika 20. yüzyıla girilirken sadece zengindi. Ortaya askeri güç koyacak ya da kültürel baskıya imkân verecek entellektüel birikimden de yoksundu.
Ortadoğu'da mevzilenme
Bu nedenle de Osmanlı coğrafyasına yönelişi kıta Avrupa'sından farklı oldu. Misyoner okulları, azınlıklarla yakınlaşma, Protestan kilisesi üzerinden siyaset oluşturma, bu sayede Ortadoğu'da "mevzilenme" ve ilah...
El yordamıyla şekillenen Amerika siyasetinin netleşmesini Ermenilerin sağladığını söylemek abartı olmaz sanırım. Osmanlı'nın "millet-i sadık"ı Avrupa devletlerinin ulusal çıkar hesaplarını Ermeni taleplerinin önünde tutacağından, dolayısıyla kendilerini "yolun sonuna" taşıyacağından kuşkuluydu.
Bu yüzden uzak kıtanın nispeten "tarafsız" sayılan ülkesini koruyucu olarak kabullenmeyi tercih ettiler. Daha da önemlisi Wilson Prensipleri adıyla ünlenen "ilkeler"in ulusların bağımsızlığını öngörmesi Ermeniler açısından güvenceydi.
Dünya savaşı yıllarında Amerikan kamuoyu öylesine yoğun şekilde Anadolu Ermenilerinin ezildiği, katledildiği, tecavüze uğradığı ve "imdat" çığlıklarıyla yardım istediği propagandasına maruz kaldı ki, Washington bir tür "kurtarma operasyonu"nun planlaması için Türkiye'ye bir askeri heyet göndermek zorunda kaldı.
1919'da Ocak ayında Genelkurmay Başkanı General Harbord, 15'i asker, 31'i sivil olmak üzere 46 kişilik bir heyetle Türkiye'ye geldi. Heyet amaca uygun olarak "Mission of Armenia" adını taşıyordu ve 1 milyar dolara yakın tahsisatı kullanma imkanına sahipti.
General Harbord bir yandan Sultan Vahdettin'le görüşüp Anadolu'da yapacakları incelemenin güvenlik içinde gerçekleşmesini sağlamaya çalışırken diğer yandan büyükelçiliğin girişimlerine destek veriyor ve kurtuluş çaresi arayan Türk aydınlarını "Wilson Prensipleri Cemiyeti" etrafında örgütlenmek konusunda yüreklendiriyordu.
Amerikan mandacılığı
Halide Edip Adıvar, Celaleddin Muhtar, Ali Kemal, Ahmet Emin Yalman, Yunus Nadi gibi isimler vardı bu çatı altında. O günün şartlarını göz ardı ederek bu kadroyu "işbirlikçiler" olarak nitelemek haksızlık olur.
Nitekim Halide Edip Mustafa Kemal'e "manda" yönetimini kabul etmeyi önerdiği mektubunda açıkça, "İzzet-i nefsimizden epeyce fedakârlık yapmak mecburiyetindeyiz" diyerek önerinin onur kırıcı olduğunu saklamıyordu.
General Harbor bu tablo içinde Doğu Anadolu'yu gezdi, gittiği her yerde başta kilise önderleri olmak üzere Ermeni cemaati tarafından karşılanıp ağırlandı, bilgilendirildi. Aynı günlerde New York Times Gazetesi ABD'nin eski Türkiye Büyükelçisi Henry Morgenthau 'nun Amerikan Başkanı Wilson'a İstanbul'da manda yönetimi düşüncesini anlattığı haberini duyuruyordu.
"100 bin askerle denetim"
Gazete 29 Ağustos 1919 tarihli nüshasında David Arnold imzasıyla yayımladığı yorumda Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmadan Amerikan Birlikleri tarafından denetim altına alınması görüşünü ortaya atıyor, bu iş için 100 bin Amerikan askerinin yeteceğini duyuruyordu.
O dönemde Amerikan basınında işadamlarının iştahını kabartan haberler de vardı. Bunlarda Ermeni toplumu ve misyoner okullarının yol göstermesiyle İstanbul'un yakında çok büyük bir iş merkezi olabileceği, ayağa gelen fırsatın kaçırılmaması gerektiği işleniyordu.
Amerikalı gazeteci yazarlar, siyaset önderlerinin Duyun-u Umumiye 'den Amerikanlıların alacaklarının tahsili için de Türkiye'nin Washington'ın denetimi altında olması gerektiğini düşündükleri haberlerine yer veriyorlardı.
Bu arada Amerikalıları ümitsizliğe sevk eden tek şey Ankara'nın ardı ardına zafer kazanmasıydı. Bu durum New York Times 'ta, "Mustafa Kemal liderliğindeki Anadolu'nun başarısı Türklerle anlaşmamızı tehlikeye düşürecek boyutta" yakınmasıyla yansıdı. Sonrası malum:
Türkiye "kötü ülke", Mustafa Kemal de pişmiş aşa su katan "asi çeteci" olup çıktı.
"Bu kadar para bir yere kaydedilmez mi?"
Amerika'nın Türkiye'yle stratejik yakınlaşması 2. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşti. SSCB baskısını en ağır haliyle hisseden Ankara bunaldığı noktada Başkan Truman'ın desteğiyle soluklandı.
Bu, Türkiye'yi yöneten/yönetmeye talip siyasi kadroların yüzlerini Amerika'ya çevirdikleri sürecin başlangıcı oldu. Washington "destek vererek" veya "desteğini çekerek" Türkiye iç siyasetinde belirleyici hale geldi.
Bir ucunda ordu, diğerinde istihbarat bulunan bir hatta devam etti Türk-Amerikan ilişkileri. Ankara uluslararası ilişkilerinde karar oluşturma sürecine "Amerika ne der" süzgecini yerleştirdi. Ankara'nın Washington'a ne denli "yakın" olduğunun bir kanıtı 27 Mayıs'ta Yassıada yargılamaları sürecinde ortaya çıktı.
Gizli oturum tutanakları bu tabloyu yansıtması bakımından önemli:
Adnan Menderes: Şimdi gizli celse aktedilmişken bir noktaya işaret edeyim. Zannediyorum zamanın Lübnan başvekiline bir miktar dolar tediyesinde bulunuldu. Münasebetlerimizin kesik olduğu zamandı. Kendisine yardım etmeyi düşündük. Zannedersen 50 bin dolardı.
Mahkeme Başkanı: Hangi sene?
Adnan Menderes: Sanırım 1956 veya 57'ydi. Ben talimat verdiğimi hatırlıyorum.
Sabık Başbakanlık Müsteşarı: Evet Lübnan Başvekili'ne verdik. Bir Suriye mebusuna da verdik. Ona da bu miktarda bir para ödedik. Bu tarihlerde orada bazı hareketler yapacaklardı.
Mahkeme Başkanı: Kaynak Türk milli emniyetine yapılan Amerikan yardımı mı? Hazine mi?
Ahmet Salih Korur: Parayı verdik... Bir-iki ay bir şey istemedik. İzzet-i nefsimizi korumak için karşılarında dik durmak lazımdı.
Mahkeme Başkanı: Para Milli Emniyet Merkezi'ne mi veriliyordu?
Ahmet Salih Korur: Evet.
(Milli Emniyet Hizmetleri Reisliği'nden Başsavcılığa gönderilen Ziya Selışık imzalı 24.12.1960 tarihli Çok Gizli işaretli yazı okundu.)
Mahkeme Başkanı: Sizin ifade ettiğiniz şeylerin kaydı yokmuş...
Ahmet Salih Korur: Kayıt olmaz efendim. Bu paralar reise verilir, onun tarafından sarfedilir. Ben reisliğe vekâlet ediyordum
Mahkeme Başkanı bakın burada ne diyor: 'Ahmet Salih Korur'un reisliğe vekâlet ettiği zamanda da müşterek çalıştığımız dostlardan, eskiden olduğu gibi müşterek hizmetler konusunda yardımların devam ettiği kayıtlardan anlaşılmıştır.' Yazıda böyle diyor. Siz bir müddet bir şey almadım dediniz.
Ahmet Salih Korur: Bir müddet kesilmiş, sonra yavaş yavaş yeniden başlamıştır efendim. Eskiden olduğu miktardan daha az olmak üzere yavaş yavaş....
Mahkeme Başkanı: Yazıda ayrıca! Bu müddet zarfında Riyaset Okulu'na (Milli Emniyet'e bağlı istihbarat okuluna) örtülü ödenekten veya mutat dışı bir yardım yapıldığına dair bir kayda rastlanmamıştır' diyor. Yani 261 bin liradan Riyaset Okulu'na sarfiyat yapılmamış..
Ahmet Salih Korur: Merkezdeki gelir kaydı o. Yani reisin tevdi etmiş olduğu paranın kaydıdır. Reis gelen parayı icap eden yere sarfeder eder. Fakat hangi memleketten ne alınıyor onu bilmez efendim. Bu bakımdan Lübnan'daki bir dosta yapılan yardım hususunu da şu anda görev yapan reis bilmez. Sözünü ettiğiniz 261 bin liranın bir ehemmiyeti yoktur. Bir misal arzedeyim. Elden 1.5 milyon lira aldım ben. Bu Milli Emniyet defterlerinde yazılı değildir.
Mahkeme Başkanı: Nasıl yazılı olmaz?
Ahmet Salih Korur: Yazılı değildir efendim. Ben 1.5 milyon lira para aldım. İmzamla Amerikalılardan aldım. Ama bugün Amerikalılara sorsanız 1.5 milyon lira verdim demez. Ben bu 1.5 milyon lirayı aldığım gibi gerekli yere sarfettim. Israr ederseniz sarf yerini de söylerim.
Mahkeme Başkanı: 1.5 milyon lira alınınca bir yere kaydedilmez mi?
Ahmet Salih Korur: Edilmez efendim. Bu paralar edilmez.(AÖ/EÜ)